Perşembe

Üniversiteler bir ülkenin aklı ve vicdanıdır, beyni ve kalbidir.

Üniversiteler halka ve idarecilere ışık tutarlar, üniversiteler iyiyi, güzeli, doğru olanı teşvik ederler; kötüyü, çirkini, yanlışı kötülerler. Bizdeki üniversiteler böyle midir?

Uluslararası bir anket yapıldı ve dünyanın önde gelen 500 üniversitesi tesbit edildi.

Bu listede bir tek Türk üniversitesi yoktu.

Doğu Roma İmparatorluğunun, Osmanlı cihan devletinin mirasına sahip bir ülkenin üniversiteleri ne kadar çapsız ve vasıfsız ki, 500’lük listeye bir tanesi bile giremedi.

Bizdeki üniversite ne yapar? Onun birtakım vazife ve misyonları vardır. Birincisi: Resmî ideolojiyi korumak, her ne bahasına olursa olsun korumak. İkincisi: Derin devletin hizmetinde ve emrinde bulunmak. Üçüncüsü: Resmî ideolojinin ve derin devletin istediği nesiller yetiştirmek. Dördüncüsü: Bizdeki şekliyle laikliği korumak.

Peki bizim üniversitelerimiz laikliği korurken din ve inanç hürriyetini de koruyorlar mı? Heyhat! Korumaktan geçtik, baltalıyorlar bile. Üniversitelerimize başörtülü Müslüman öğrenci giremez. Bu uygulama medeniyete, demokrasiye, insan haklarına, hukuka tamamen aykırıdır.

Dünyada, anayasalarında laiklik maddesi yazılı olan iki devlet vardır:

Fransa ve Portekiz.

İkisinde de, başları örtülü Müslüman kızlar üniversitelerde okuyabiliyorlar. Bizim üniversitelerimiz o kadar devrimcidir ki, başörtülü bir anne, oğlunun veya kızının diploma töreninde bulunmak için kampüsten içeri giremez. Kapıda ona

“Kadın, başını aç, ondan sonra içeriye girebilirsin…”

derler.

Türkiye yakın tarihte, biri

Sivas’ta

, diğeri

Başbağlar

köyünde olmak üzere iki facia yaşadı. Sivas’ta bir provokasyon tezgâhlandı.

Aziz Nesin, gazetesinde Salman Rüşdi’nin iğrenç kitabını tefrikaya başladı.

Her sene şehir dışında yapılan

Pir Sultan

Abdal şenlikleri o sene hassaten ve kasden şehir içine kaydırıldı.

Dindar Müslümanlar kışkırtıldı. Sonunda, kimin yaktığı veya yaktırdığı belli değil, bir otel yakıldı ve otuz küsur vatandaş dumandan boğuldu.

Otel içinde acayip işler de oldu.

Kışkırtıcılardan biri tabancasıyla iki kişiyi öldürdü.

Bu hadiseden sonra birtakım üniversite profesörleri korkunç bir yaygara koparttılar, ortalığı velveleye verdiler. Şehirde bir av başlatıldı.

Nihayet Devlet Güvenlik Mahkemesi duruşmalara başladı. Birtakım zanlılara cezalar verildi. Daha sonra bu cezalar az görüldü, idam cezasına çevrildi.

Başbağlar köyünde sükûnet ve sessizlik hakimdi.

Dağlar arasına sıkışmış sâkin bir Türk köyüydü burası.

Sivas hadisesine cevap olmak üzere köy silahlı bir çete tarafından basıldı ve camiden çıkan otuz küsur Müslüman vahşice kurşuna dizilerek öldürüldü.

Başbağlar hadisesi için

üniversiteden bir inilti bile çıkmadı…

Başbağlar köyü cinayetinin katilleri bulunmadı.

Bir dâva açıldı, o da kapandı gitti. Bir Selanik Dönmesi’ne, bir ateiste, bir cryptoya fiske vurulsa, üniversitelerimiz havalara çıkar.

İstanbul Belediye Başkanı, Ziya Gökalp’in bir şiirini okudu diye 312’den mahkûm oldu, hapse girdi, üniversiteden tıs yok.

Adnan Menderes’in

Dönme

kökenli olduğu iddia ediliyor.

Onun asılmasına sebep olanlar üniversitelerde yuvalanmışlardı ve onlar da Dönme idi.

Dönmelerin Dönmelere bile merhameti yoktur bazı konularda.

Adnan Menderes’in suçları nelerdi? Birincisi: İzmir’de ve Antalya’da iki kere

Bu memleket Müslümandır ve Müslüman kalacaktır. İslâm’ın bütün icapları yerine getirilecektir…”

demişti. Böyle bir beyan idamlık bir suçtu…

İkincisi: Büyük Millet Meclisi çatısı altında Demokrat Parti Meclis grubunda milletvekillerine hitaben

“Arkadaşlar, millet size vekâlet vermiştir. Siz isterseniz Hilâfeti bile geri getirebilirsiniz…”

demişti. Bu da idamlık bir suçtu. Üçüncüsü: Adnan Menderes’in Dönmeliği bırakıp gerçekten İslâm’a dönmüş olmasından şüpheleniyorlardı. Bu da idamlık bir suçtu. Nihayet Menderes iktidarını alaşağı ettirdiler ve uydurma bir mahkemede idama mahkum ettirip İmralı’da astırdılar.

Seksen seneden beri Türk üniversiteleri bu ülkeye, bu halka, bu devlete bir tek Nobel veya benzeri uluslararası ödül kazandıramamıştır.

İdeoloji çığırtkanlığı, devrimcilik, statükoculuk yapmaktan ilimle uğraşmaya vakitleri kalmıyor. Dünyanın hangi üniversitesinde ders okutan profesörler, doçentler, asistanlar o ülkede 1928’den önce yazılmış ve basılmış kitapları okuyamazlar. Böyle bir garabet bize mahsustur. Son derece devrimci, son derece ilerici, son derece çağdaş, son derece laik bir profesörümüze (Türkoloji bölümünde olmamak şartıyla) Türklerin en büyük klasik şairi Fuzulî’nin 1928’den önce basılmış Divanını veriniz. Aval aval bakacak ve okuyamayacaktır.

Bu Divanın 1928’den sonra, Latin harfleriyle basılmış bir edisyonunu veriniz, yine doğru dürüst okuyup mânasını anlamayacaktır. Fransa’da bir üniversite profesörünün klasik bir Fransız yazarının 1928’den önce basılmış bir kitabını okuyamaması düşünülebilir mi? Bir İngiliz profesörünün, Shakespeare’in 1928’den önce basılmış bir kitabını okuyamaması ve anlayamaması mümkün müdür? Böyle bir garabet ve cehalet bize mahsustur ve elifi mertek sanan bu adamlar millete tepeden bakarlar ve akıl vermeye kalkarlar. 1928’den önce basılmış ve yazılmış Türkçe kitapları okuyup anlamayan bu adamlar üniversite kampüsü içinde küçük bir mescid açılmasına izin vermezler, kendilerinden önce açılmışsa kapatmak için ellerinden geleni yaparlar.

Atatürk Atatürk derler, sonra içlerinden büyük bir kısmı, Atatürk rejimini devirmek için çalışmış, yakalanıp muhakeme edilmiş, onbeş sene zindanda kalmış, sonra özel bir afla hürriyetine kavuşturulmuş, bir punduna getirip Sovyetler Birliği’ne kaçmış, Moskova havaalanına inince gazetecilere

“Sovyetler Birliği benim vatanımdır, beni Stalin yarattı…”

demiş olan Nazım Hikmet’e övgüler düzerler. Onlara göre Nazım Hikmet büyük kahramandır, Moskova’daki mezarı büyük törenle Türkiye’ye getirilmeli ve kendisine büyük bir anıt-mezar yaptırılmalıdır. Bunların Atatürkçülüğü de şüpheli ve şaibelidir.

Meşhur bir üniversitemizde

Bakır Bakırgil

adında bir profesör vardı. Bir vesile ile öğrendik ki, bu ad takmaymış, kendisi Rummuş, kimliğini gizliyormuş. Elbette bir Rum vatandaş profesör olabilir, buna hiç itirazımız yoktur. Ancak kimliğini gizlemeden. Bir Ermeni de profesör olabilir. Ancak o da ismini gizlemeyecek.

Şu anda üniversitelerimizde isimlerini gizleyen kaç crypto var acaba?

Bizim üniversitelerimiz nasıl adam olabilir, nasıl bizden de birkaç üniversite 500 üniversite listesine girebilir? Bunun bir takım şartları vardır:

1. İslâm dini ve dindar Müslümanlarla uğraşmayı bırakacaklar.

2. Bütün medenî dünyada olduğu gibi bizde de başörtüsüne izin verecekler.

3. Resmî ideoloji çığırtkanlığı yapmayacaklar.

4. Derin devletin kontrolünden çıkacaklar.

5. Tarihî kaza ve ârızaların fuzulî avukatlığını bırakacaklar.

6. Millî kimliğe, millî kültüre, millî kişiliğe öcü gibi bakmayacaklar.

7. İster tıp, isterse inşaat mühendisliği veya başka bir konuda profesör olsunlar, 1928’den önce basılmış bir Fuzulî Divanını kolayca okuyabilecekler ve mânâsını anlayabilecekler. İstanbul’da Beyazıt’ta tarihî üniversite binasının bahçe kapısı üzerinde Türkçe büyük bir kitabe vardır. Nice cart curt eden profesör o kitabede ne yazılı olduğunu bilmiyor. Çünkü okuyamıyor. Türkçe değil mi, niçin okuyamıyor? Okuyamıyor işte… Asıl fâcia budur.

Rahmet Dileği ve Başsağlığı

Hatice Nermin hanımefendi, her fâni cana mukadder olan ölümü tattı ve âhiret âlemine intikal etti. Cenab-ı Hak’tan ona ve ukbaya göçmüş bütün mü’minlere rahmet niyaz ediyor, başta muhterem Necmeddin Erbakan beyefendi olmak üzere yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Cenaze namazında bulunmak için Fatih Camiine gittim. Mabedin içi ve avlusu dolmuştu, bin zahmet parmaklıklar arkasındaki çimenlikte yer bulabildim. Gerçekten büyük bir sevgi ve bağlılık müşahade ediliyordu. Bugünkü Müslümanların her konuda vefalı oldukları söylenemez ama bu konuda vefa ve dostluklarını göstermişlerdi. 28 Ekim 2005