Burgaz ve Boğaz
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
Perşembe
Burgaz adası yangınına zamanında ve gerektiği gibi müdahale edilemedi; yangın büyüdü, saatlerce sürdü, çamlıklar yandı, bir sürü facia cereyan etti. Basında tenkitler, ucuz suçlamalar… Birkaç gün sonra bu felaket de unutulacak.
İstanbul’u tehdit eden asıl büyük felaket, Boğaz’da petrol veya likit gaz yüklü iki geminin çarpışması, korkunç bir yangın çıkması, dehşetli bir infilak olması, neticede en büyük şehrimizin, tarihimizin, kültürümüzün yanması ihtimalidir.
Bazıları şöyle diyebilirler: Efendim her gün Boğaz’dan yüzlerce gemi geçiyor ve henüz böyle bir şey olmadı…
Derim ki:
Boğaz’da şimdiye kadar birkaç kaza oldu, ucuz atlatıldı. Birkaç yıldan beri petrol ve sıvı gaz taşıyan gemilerin sayısında büyük artma olmuştur. Boğaz gibi pek dar bir su yolu bu kadar trafiği kaldırmaz. Mutlaka âcil, tesirli, köklü tedbirler alınmalıdır.
Büyük kazalar, büyük felaketler piyango gibidir. Ne zaman, nasıl vuracağı bilinmez. Lakin bir vurdu mu iş işten geçmiş olur. Roma’nın Pompei ve Herculanum şehirleri Vezüv dağının eteklerinde kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlardı. Yanardağ arada bir homurdanıyor, dumanlar püskürtüyor, taş ve kül fırlatıyor, civarı biraz sarsıyordu ama hayat yine devam ediyordu. Milad’ın 79’uncu yılına kadar… 0 yılın bir Ağustos günü bir patladı, pir patladı. Ne Pompei kaldı, ne Herculanum.
Boğaz’daki anormal, aşırı, çok tehlikeli petrol ve sıvı gaz trafiği İstanbul için, ne zaman patlayacağı bilinmeyen bir volkan gibidir. Ne zaman düşeceği bilinmeyen bir atom bombası gibidir. Devletin, hükümetin valiliğin, belediyenin, bütün ilgili ve sorumlu şahıs ve kurumların ciddî, tesirli, işe yarar tedbirler alması gerekmektedir.
Eskiden günlük gazetelerin ömrü yirmi dört saatti. Şimdi bir saatlik bile hükümleri ve tesirleri kalmadı. İlgilileri ve sorumluları uyarmak için, broşür şeklindede olsa kalıcı metinler hazırlanıp yayınlanması gerekir. Ayrıca, resmî makamlara bu konuda dilekçeler verilmelidir. Ben, bir vatandaş olarak ancak bu uyarıyı yapabiliyorum.
Boğaz sahillerinde, sırtlarında milyonlarca dolarlık lüks yalılarda, korular içinde köşklerde oturan seçkinler, yeni zadegân nomenklatura mensupları, tanker veya sıvı gaz gemilerinin çarpışmasından, patlamasından meydana gelecek faciada en büyük zararı görecekler, hem canları, hem de canlarından fazla sevdikleri mülkleri, yakınlarıyla birlikte kül ve duman olacaktır. Niçin ilgilileri ve sorumluları sıkıştırmazlar bilmem ki?
Büyük Millet Meclisi, hükümetin Irak’a asker göndermesine yeşil ışık yaktı. Türk halkının yüzde doksanından fazlası böyle bir asker gönderme macerasına karşıdır. Halkımız, çocuklarının Irak ateşinde yanmasını istemiyor. Bazı gazeteler “Irak’ta ölecek Türk askeri şehid sayılır mı?” sorusunu ortaya attılar ve buna cevap aradılar.
Şehid olmanın birinci şartı niyettir. Yani Müslüman, Allah’ın rızasını kazanmak için meşru bir savaşta canını kaybetmelidir.
Irak, toprakları Amerika ve İngiltere tarafından, gayr-i meşru bir savaş ile işgal edilmiş bir İslâm ülkesidir. Amerika’nın ve İngiltere’nin, savaşı haklı ve meşru göstermek için ileriye sürmüş oldukları bütün gerekçelerin yalan olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır.
Irak, Ortadoğu’da Amerika’nın hegemonyasını ve İsrail’in güvenliğini sağlamak için işgal edilmiştir. Böyle bir işgalde Türkiye’nin yeri ve işi yoktur.
Temennim odur ki, orada hiçbir Türk çocuğu canını kaybetmesin.
Diyanet’in cesareti varsa “Irak’ta canını kaybedecek Türk askeri şehid sayılır mı?” sorusuna Kur’ân’a, Sünnete, fıkha, Şeriat ahkamına uygun bir fetva versin.
Türkiye Amerika’ya ve İsrail’e güvenebilir mi? Tarih bilen sağduyulu bir kimsenin bu soruya müsbet cevap vermesi mümkün değildir.
Amerika Türkiye’nin samimî dostuysa, 1923’ten beri tasdik etmemekte direndiği Lozan andlaşmasını artık tasdik etsin. Bu andlaşma, ülkemizin ve devletimizin meşruiyetinin, toprak bütünlüğünün, bağımsızlığının uluslararası belgesi ve senedidir. Amerika niçin seksen seneden beri Lozan’ı tasdik etmiyor?
Yerli ve yabancı bütün gazeteler, uzmanlar yazıyor: Afganistan ve Irak’tan sonra sırada İran ve Suriye vardır. Ankara’ya yeni tâyin edilen Yahudi Amerikan elçisi, Ermenistan konusunda Türkiye’yi dehdit edici bir üslupla garip bir beyanda bulundu. Hazret, Türk-Ermeni sınırının açılmasını istiyormuş…
Batı dünyası, gerek Amerika, gerek Avrupa Birliği bugünkü şekliyle büyük bir Türkiye’yi asla kabul etmezler, menfaatlerine uygun görmezler. İkinci Sevr hareketi, Türkiye’yi parçalama gayretleri çoktan başlamıştır.
Jön Türklerin, İttihadçıların gafletleri, hıyanetleri, cehaletleri, siyaset bilmezlikleri, basiretsizlikleri yüzünden Balkan Savaşı’nı ve Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettik, perişan olduk. Şimdi elimizde kalan bu son vatan parçasına göz dikmişlerdir. Hergün aşırı miktarda televole afyonu alan halk yığınlarımız tehlikelerin ve tehditlerin farkında değildir.
Türkiye’de ciddî ve gerçek bir muhalefet yoktur. Muhalefet derken siyasî muhalefeti kasdetmiyorum. En geniş ve mutlak mânasıyla muhalefeti kasdediyorum. Türkiye’de okur-yazar vardır ama aydın yoktur. Aydın olabilmek için mutlaka kötülüklere, fenalıklara, çirkinliklere, yanlışlıklara, hıyanetlere karşı ciddî ve tesirli muhalefet yapmak gerekir.
Sebeplere inmeden, sadece neticeler üzerinde durarak ciddî ve tesirli muhalefet yapılmaz.
Büyük medyada hergün yüzlerce köşeyazarı fıkralar döktürüyor. Bunların içinde ülkedeki kötülüklerin sebeplerini teşhis ve tahlil eden kaç yazı vardır? Hep günübirlik, birkaç saatlik ömrü olan, geceleyin su üzerindeki yakamozlar gibi sebatsız, derinliksiz yazılar.
Millete ışık tutması, rehberlik etmesi gereken üniversitelerimiz çağdaş engizisyonun sıkı kontrolu altındadır.
Büyük basında ve televizyonlarda Türklere ve Müslümanlara “Acı soğan” diyen gizli ve sinsi bir zihniyetin büyük tesiri bulunmaktadır.
Asıl muhalefeti yapması gereken İslâmi hareket bir rant hareketine dönüştürülmüştür.
Bazı milliyetçiler ve Türkçüler, Ahmet Yesevî gibi bir Türk-İslâm büyüğünün yolundan ve izinden gitmek yerine, MoizKohen Tekin Alp adlı Yahudinin ortaya attığı dinsiz doktrini benimsemişlerdir.
(Sâmimî, ihlâslı, şerefli, dürüst, vatansever, haram yemez, devlet ve belediye bütçelerini hortumlamaz bütün Müslümanları ve milliyetçileri tenzih ederim. Benim zehir zemberek tenkitlerim onlara değil, münâfık ve yamuklaradır.)
Geçenlerde Beyoğlu’nda bir kadın gazeteci serseriler tarafından döğüldü, yerlerde sürüklendi. Büyük basın ve televizyonlar bu konuda geniş yayın yaptılar, sorumluları tenkit ettiler. Ülkemizde dindar vatandaşlara da zulm ediliyor, bazı dindarlar inanç, fikir, görüş ve tenkitlerinden dolayı haksızlığa mâruz bırakılıyor. Bu ikinci tür haksızlıklara karşı büyük medyamızda bir reaksiyon var mıdır? Maalesef Müslümanlar ve Türkler “Acı soğan”dır. Onlara ne yapılsa revadır.
Televizyon yirmi beş sene içinde Türkiye’yi bitirmiş, batırmıştır. Başımızdaki en büyük belâ televole kültürüdür. Müslümanlar kendi arzu, istek, seçim ve ihtiyarları ile televizyon kültürü bataklığına düşmüş bulunuyor. Çıkıp kurtulabilirler mi? Hiç sanmıyorum. 10 Ekim 2003