Büyük Başlar
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 06 Mart 2019
Cumartesi
Bir müddetten beri, boş vakitlerimde Selânikî Tarihi’ni (İstanbul, hicrî 1281 baskısı) okuyorum. Kanunî’den sonra devlet işlerinin nasıl bozulmaya başladığı, eskisi kadar kaliteli adam yetişmediği, rüşvetin ve yiyiciliğin yayıldığı, emanetlerin ve vazifelerin ehil kimselere verilmediği bazen açıkça yazılıyor, bazen satır aralarında ihsas ediliyor.
Padişahlar da, artık eskisi kadar vasıflı değildir. Kanunî âhir ömründe seferde, gaza ederken vefat etmiştir. Ondan sonraki padişahların sefere çıktıkları pek görülmüyor.
Osmanlıları inceleyen İngiliz tarihçisi W. E. D. Allen “Problems of Turkish Power in the Sixteenth Century” adlı kitabında (Londra 1963) ilk on Osmanlı sultanının esas itibarıyla Türk kanı taşıdığını, buna biraz da Grek (Rum) kanı karıştığını beyan ediyor. İlk sultanlardan birçoğunun annelerinin Anadolu beylik ailelerine mensup bulunduğunu (1’inci Mehmed, Germiyanoğlu; 2’nci Murad, Dülkadirli; 1’inci Selim, Dülkadirli) dikkati çekiyor ve “Hiçbir Avrupa hânedanı iki buçuk yüzyıl içinde böylesine üstün vasıflı on hükümdar yetiştirememiştir” diyor.
Tarihçi Allen, 2’nci Selim’in yarı Rus kanı taşıdığını, oğlu 3’üncü Murad ile torunu 3’üncü Mehmed’in annelerinin İtalyan olduğunu, 17’nci asrın sonuna kadar Osmanlı padişahlarının annelerinin İtalyan kanına sahip olduğunu yazıyor. (s. 74)
Osmanlılar güçlü hükümdarlara sahip olduğu müddetçe ilerlemişler, yücelmişler, fütuhat yapmışlardır. Hükümdarların kalitesi bozulunca da gerilemişler, devletleri ve şevketleri zaafa uğramıştır.
Bugünkü Türkiye’de büyük bir kargaşa, bozukluk hüküm sürmekte, siyasî, sosyal, kültürel, iktisadî zaaflar milletin, devletin, ülkenin belini bükmektedir. Bunun başlıca sebebi de zirvenin, idarî sınıfın güçlü, vasıflı, üstün olmamasıdır.
Bu devirde elbette hanedanlık sistemi olmaz. Ancak, ülkenin idaresini yüklenecek kimselerin bilgi, aksiyon, ahlâk, karakter, fazilet, hikmet, kültür, zeka, deha, hikmet, sezgi, ruhî asalet bakımından çok yüksek insanlar olması gerekir.
Demokrasi, cumhuriyet, halk idaresi deyip duruyoruz. Bunlar, sistem ve metod olarak ülke idaresine, devletin başına böyle vasıflı, güçlü, üstün, hizmetkâr kimseleri geçiremezse, bundan daha büyük bir felâket düşünülemez. Tarihi, kimliği, kültürü, jeopolitik durumu itibarıyla Türkiye sıradan, orta, zayıf bir sistem ile ayakta duramaz, varlığını koruyamaz.
Bugün ülkenin ve devletin problemleri o kadar büyümüş ve vahim hale gelmiştir ki, bunları orta seviyede, sıradan, eyyamcı, vasıfsız adam ve kadrolarla çözüme kavuşturmanın imkânı yoktur.
Gerçekten büyük adamlara, dehalara, kahramanlara, müstesna kişilere ihtiyacımız var.
Genellikle Müslüman kesimin gittiği, oldukça pahalı, lüks, birinci sınıf bir lokantadayız. Göz ucuyla masalara bakıyorum. İlk nazarda tesettürlü kadınlar dikkatimi çekiyor. Bunların bir kısmı sessiz, sakin, vakur ve görgülü hareket ediyor. Diğer bir kısmı ise aşırı hareketli, dikkat çekici kimseler. Bir İslâm hanımına ve kızına toplu yerlerde fazla gülmek, konuşmak yakışmıyor. Bazıları hem konuşup gülüşüyor, hem de gözleri ile etrafı tarıyor.
Acayip kıyafetler; yırtmaçlı etekler, hamam takunyası gibi ayakkabılar, kalitesiz başörtüleri. Biraz daha sanatkârane ve sade giyinseler olmaz mı?
Bir masada şalvarlı, takkeli, sakallı şişman bir zat atıştırıyor. İnsan onu sokakta görse zühd ü takva sahibi sanır. Kılığa, kıyafete, sakala, şalvara aldanmamalı.
Yemek yiyenlerin kendilerinden memnun halleri var. Sultan Kanunî Süleyman Han zamanında yaşıyormuşçasına dertsiz, umursuz hallerine şaşmak istiyorum, şaşamıyorum.
Yemek yiyenler genellikle tombul, semiz insanlar. Bu kadar yiyip de semizlememek mümkün mü?
Vakit namazlarında camilere gidiyorum ve bu lokantada gördüğüm sakallı ve zengin Müslümanları oralarda göremiyorum. İslâmî kesimin hali vakti yerinde olanları mescidleri terketmişler, lokantaları kendilerine bir nevi mâbet haline getirmişlerdir.
Osmanlı devleti zamanında erkeklerle kadınlar bir arada yemek yemezlerdi. Aileler için ayrı yerler vardı. Trenlerde, tramvaylarda, vapurlarda kadınların yerleri ayrıydı. Bu ayırım kadınları hor görmekten değil, aksine onlara karşı olan büyük saygıdan ileri geliyordu. Yakup Kadri’nin, yanılmıyorsam 1920’de telif ettiği “Çarşafa ve Peçeye dair” başlıklı nefis bir yazısı vardır. Çarşafın, peçenin, haremin, tesettürün ne demek olduğunu anlamak isteyen o yazıyı okusun. Yakup Kadri o satırları dindarane bir duygu ile kaleme almamıştır.
Zamanımızda dindar geçinen, kendilerini pek sâliha, pek zâhide sanan öyle tesettürlü hanımlar ve kızlar görüyorum ki, Sultan Abdülhamid zamanında bu kıyafetlerle dolaşmış, bu hareketleri yapmış olsalardı velileri hakkında Zabtiye Nezareti tarafından takibat yapılırdı.
Tesettürün mânasını bilen pek kalmadı. Yırtmaçlı eteği giyen, takunya topuklu ayakkabısı ve rengarenk eşarbı ile arz-ı endam eden kadın ve kızlar kendilerini tesettürlü sanıyor. Fıkhın, Şeriat’ın hükümlerini yazan kitapları bir okusalar. Meselâ,
bir
kitabı vardır. Ona bakılmalı. Zühd, takva, salah sahibi kadın ve kızların genellikle evlerinde oturmaları gerekir. Şayet Müslüman kadın ve kızlar sosyal hayata karışacaklarsa, üniversitelerde okuyacaklarsa bunun da birtakım kuralları olması gerekir. Bir kere maddî imkanı müsait olan her tesettürlü kadın ve kız mutlaka çok vasıflı, çok sanatkârane, çok güzel bir kıyafete bürünmelidir.
Yanlış anlaşılmasın, maddî imkanı olmayanlara hiç bir şey demiyorum ve onları tenkit etmiyorum. Benim uyarılarım ve tenkitlerim parası ve imkanı olanlar içindir. Paralı ve imkanlı bir öğrenci kızımızın, üniversiteye hizmetçi ve besleme kıyafetiyle gitmeye hakkı yoktur. Müslüman kesimi kırsal zihniyet, gecekondu, taşra kafası mahvediyor. Parası olanlar da güzel giyinemiyor. En pahalı mağazalardan mantolar, pardesüler, tayyörler, elbiseler alıyorlar yine şık, yine zarif, yine üstün bir kıyafete bürünemiyorlar. Hele eşarplar tam bir felakettir. Müslümanların bir kısmında çok para var ama o nisbette akıl, fikir, sanat boyutu, görgü yok. Bu işler nasıl düzelir? Şehirlileşmekle, yani medenî olmakla… 25 Nisan 1999