Salı

 

O gün cuma değildi, bayram falan da değildi, dinî ve millî bakımdan önemli bir hadise de yoktu, tarihî bir yıldönümü de değildi. Sıradan, günlerden bir gündü.

Öğle ezanları okunmaya başlanınca büyük şehirde sessiz ve telâşsız bir hareket ve kaynaşma başladı. Dükkanlar ve işyerleri kapatıldı ve Müslüman ahali camilere yöneldi. Görülecek manzara idi. Halk akın akın, yığın yığın, kafile kafile mâbetlere gidiyordu. Yürüyüşler hızlı idi ama koşuşma falan yoktu.

Kısa zamanda ibadethanelerin içleri doldu. Her zaman kullanılmayan üst katlara çıkıldı. Sonra son cemaat mahalleri, avlular ve bahçeler… Buralar da yeterli olmadı ve cemaat civardaki caddelere, meydanlara, sokaklara taştı.

Namaz kılındı, gürültü patırtı, şamata mamata olmadı. İbadetten sonra yığınlar yine sessiz ve sedasız işyerlerine, dükkanlarına, evlerine gittiler. Konuşan, nutuk atan, nümayiş yapan bir fert bile çıkmamıştı.

Şimdi bazıları soracaklar: “Allah Allah!.. Bu namaz nerede, ne zaman kılınmış? Konu hakkında tafsilatlı (ayrıntılı) bilgi verir misiniz?”

Ayrıntılı bilgi mi? Vereyim efendim:

Bu anlattıklarım, büyük bir İslâm şehrinde her gün, bilhassa öğle ve ikindi namazlarında (kış mevsiminde akşam namazları da böyle olmalıdır) görülmesi gereken çok normal, çok tabiî, çok sıradan bir hadisedir.

Namaz hem farz bir ibadettir, hem de İslâm’ın şeâirindendir, yani bayrak kurumlarındandır. Bir şehirde, bilhassa öğle namazlarında bu durum meydana geliyor, bu manzara görülüyorsa orası uyanık ve dinen canlı bir Müslüman beldesidir. Böyle bir manzara görülmüyorsa orada ölü canlar yaşamaktadır.

Mesela İstanbul’u ele alalım:

Bu şehirde elbette günde beş kez ezan-ı Muhammedî okunuyor, elbette bir takım Müslümanlar camilere gidip namaz kılıyor. Ancak cemaatin sayısı asla yeterli değildir.

İslâm’ı gerçekten yaşayan bir şehirde hayatın günde beş kez durması gerekir. Neyle? Namazla…

Kanunî Sultan Süleyman Han devrinde iki yıl İstanbul’da esir kalmış bir İspanyol’un hatıralarında okumuştum, şöyle diyordu:

“Bu şehirde, güneş hiçbir Türk’ün üzerine, o yatakta iken doğmaz. Büyük Türk’ten, dilencisine kadar herkes güneşin doğuşundan bir saat önce kalkar ve sabah namazına hazırlanır…”

İşte İstanbul o zamanlar gerçekten bir İslâm şehri imiş.

Zamanımızda yoğun bir İslâmî edebiyat yapılıyor. Yapılıyor ama sadece sözle, edebiyatla bir şey olmuyor.

İslâm aksiyondur. Onu yaşamak gerek. İslâm aksiyonu denilince akla ilk gelen şey namazdır.

Bugünün Müslümanları, hele İslâmcıları namazı büyük ölçüde terk etmişlerdir.

Niçin?

Çünkü namazda bir rant yoktur.

Bir vatandaşı namaza başlatacaksın ve bunu başarırsan bin dolar mükafat alacaksın… Böyle bir rant olsa, birtakım İslâmcılar sokaklarda yakaladıkları adamları sürükleyerek camiye götürürler. Rant almak, rant yemek için.

Müslümanları namaza teşvik etmek, onların namaz kılmalarını temin etmek elbette sevaplı bir iştir. Bunu yapana Allah ecrini verir. Bu, rantçılar için pek önemli değildir. Onlar dünya ücretleri isterler. İş bitecek, ücret peşin parayla dünyada verilecek.

Kur’ân’a, Sünnete, Şeriat’a, fıkha aykırı olduğu halde birtakım cemaat ve hizipler zekat topluyorlar. İslâm dini “Hükmî şahsiyetlere (Tüzel kişilere, dernek ve vakıflara, cemaatlere) zekat verilmez” diyor ama onlar topluyor. Müslümanların zekatlarını haksız yere toplayanlar niçin namaz için, cemaat için çalışmıyorlar? Bunu bilemeyecek ne var, rantı yok bu işin de onun için…

Bu devir Müslümanlarına şu dört şey öncelikle lazımdır. Lazım değil, elzemdir; mühim değil ehemdir.

Birincisi: İtikadın tashihi.

İkincisi: Namazın ikamesi (dosdoğru kılınması).

Üçüncüsü: Hür ve mukim erkeklerin farz namazları cemaatle kılması.

Dördüncüsü: Ahlâkın düzeltilmesi. Müslüman bir toplum ahlâk ve fazilet ile yücelir. Ahlâksızlık ve faziletsizlikle batar, zelil ve rezil olur.

Namaz denilince hatıra hemen cemaat gelir. Münferiden (tek başına) namaz kılmak, o ibadetin sıhhatine zarar vermez ama, şer’î özürsüz devamlı olarak cemaati terk etmek günahtır.

Türkiye’de on kadar büyük dinî cemaat bulunmaktadır. Ben bunlara “Özel Diyanetler” diyorum. Hepsine hürmet ederim, başlarındaki zatlara da saygı beslerim. Bu on cemaatin on başkanı veya efendisi niçin bütün Türkiye Müslümanlarını namaza ve cemaate çağıran bir beyanname imzalayıp yayınlamıyor?

Türkiye’de Müslüman ziyalılar (aydınlar, münevverler) da var. Onlar niçin kendi aralarında birleşip bu vazifeyi yerine getirmiyor?

Allah, Kitabı olan Kur’ân-ı Azimüşşan’ın elliden fazla yerinde namazla emr etmiş, namazı teşvik etmiş, namaz kılın demiş.

Peygamber nice hadîsiyle namazı emr etmiş, teşvik etmiş, kendisi de ölünceye kadar cemaatle kılmış.

Ashab-ı Kiram… Ehl-i Beyt… Eimme-i müctehidîn… Sâlih Selefler, her asırda yaşamış ulema, süleha, evliyaullah, kâmil mürşidler, sâlihler namaza çok önem vermişler, kılmışlar…

Bu devir Müslümanları ise namazı bir kenara atmışlar ve kendi kafalarınca hizmet ettiklerini sanıyorlar.

Yahu, sizin hizmet sandığınız şeylerin hepsini bir yere getirseniz, iki rekâtlık bir farz namaz kadar ağırlığı olmaz.

Kur’ân ne diyor?

“Onlar namazı terk ettiler ve şehvetlerine uydular…”

Bu ülkede Nakşîliğin büyük hizmeti, yeri, ağırlığı, tesiri vardır. Nakşîlik ne demektir? Şeriattan, fıkıhtan kıl kadar ayrılmamak demektir. Nakşî isen gerçekten, sadece namaz kılmanla iş bitmez. Namazın kılınması için de çalışmakla mükellefsin. Namaz konusunda emr bi’l-mâruf ve nehy ‘âni’l-münker yapmak her Nakşî’nin vazifesidir.

Kadirîlikte, Rufaîlikte, Mevlevîlikte, Halvetîlikte ve diğer bütün turuk-ı aliyyede de böyledir. Bunların zaten hepsi “Tarikat-ı Muhammediye”dir, isimler şube ismidir.

Bir Müslüman hangi mezhepten, meşrebten, tarikten, cemaatten, gruptan, hizipten olursa olsun onun en önemli işi namazdır.

Namaz kılmayanların bir kısmı, uygun bir nasihatle bu ibadeti yapmaya başlayacaktır. Zaten bizim vazifemiz herkese namaz kıldırmak değil, herkesi en uygun, en münasib, en tesirli bir şekilde namaza davet etmektir. Tevfik (başarı) vermek Allah’a aittir.

Ben eminim ki, uygun, tesirli, münasip, vasıflı propaganda yapılırsa bu ülkedeki namaz kılanların sayısı bir sene içinde iki misline çıkar. Cemaat de o nisbette artar.

Zengin, okumuş, makamlı mevkili, kodaman İslâmcılar rant peşinde koşacaklar, namaz ve cemaat hizmetleriyle ilgilenmeyecekler, camiler halk tabakalarına bırakılacak ve sonra o memleket İslâmî bakımdan kurtulup yücelecek… Böyle bir duaya âmin diyenin aklına şaşmak gerek.

Namaz bir ibadettir. Aynı zamanda bir güçtür. Namaz kılan bir toplumun üzerine sekinet iner, rahmet-i ilahiye iner, o toplum tevfikat-ı Sâmedaniye nâil ve mazhar olur.

Namaz belâlardan korur. Namaz bereket ve feyz getirir. Namaz kuvvet kazandırır. Namaz aydınlatır.

Müslümanlar, bu yazımın başında anlattığım gibi namaz kılmaya başlasalar agresif din düşmanlarının mâneviyatları kırılır, yelkenleri suya indirirler.

İtikad konusunda bir yığın bid’at, delâlet, yanlışlık ortaya çıkmış…

Namaz büyük ölçüde terk edilmiş…

Cemaat, hele sabah namazlarında, iyice seyrelmiş…

İslâm ahlâkının esasları uygulanmaz olmuş; yalan, emanete hıyanet, münafıklığın her türlüsü, haram yeme, güvensizlik, kul hakkına tecavüz almış yürümüş…

İttihad ve vifak gitmiş, yerini nifak ve şikak almış.

Ulema ve meşayih azalmış, onların yerlerini din baronları almış.

Agresif ve fanatik din düşmanları Müslümanlarla, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor.

Dine hizmet perdesi ardında din istihdam ve istismar ediliyor.

Belahat ve hamakat akıl almaz boyutlara varmış.

Paralı kurtuluş reçetelerinin bini bir paraya…

Peki kurtuluş ne zaman?

Çıkmaz ayın son çarşambasına.

Böyle giderse nice İslâm ülkesinde dinsizler namazı da yasak edecekler.

Efendiler!.. Şu namaz ve cemaat işini öne alsanız ve bunlar için çalışsanız ne iyi olacak?

– Peki bizim ücretimizi, rantımızı kim verecek?

– Allah versin! 08 Mart 2006