Pazar

 

Her gün bin türlü hadise… Gayr-i meşru ilişkiden olma çocuklarını genç çift boğarak öldürmüş, cesedi ortadan kaldırmak için barbeküde yakmış. Komşular

“bu ne acayip kebap kokusu”

demişler. Ah canlarım, bu koku kebap kokusu değil, yakılan mâsum bir bebeğin kokusudur.

Bu yaz yurdumuzun kaç bölgesinde ormanlarımız yandı cayır cayır. Vah ağaçlar, ah çalılar diye yırtındık, ağladık… Sadece ağaçlar mı yandı?.. Her yangında milyonlarca canlı feci şekilde öldü. Kuşlar uçar ve kurtulur… Öyle mi? Yuvalardaki kuş yavruları ne oldu? Kaplumbağalar, kirpiler, zararsız kara yılanlar, sincaplar, yüzlerce çeşit sürüngen, kemirici hepsi yandı. Onları zalim insanlar yaktı… Safiyyüddin Beyefendi anlatmıştı: Bursa’da Uludağ civarında bundan beş sene kadar önce mafya orman yakmış. Ülkemizde kaç ayı kaldı? Onlardan birisi o ormanda acı çığlıklar kopartarak, feryatlar ederek yanmış… Ya böcekler, kelebekler, arılar… Onların da milyarlarcası yanıyor. Bu yangınlar kendi kendine çıkmıyor, çoğu mafyanın işidir. Ormanları yakacaklar, çölleşen araziyi yapılaşmaya açacaklar; bunda çok para var, çok rant var.

Zengin bir aile ele geçirdiği bankayı hortumlamış… Devlete, ülkeye, halka, tek kelimeyle Türkiye’ye 4 milyar lira zarar vermişler. Ailede hâlâ çok para, mal, mülk var. Ama bu para alınamayacak… Sorumluluk aileden bir kişinin üzerine yıkılmış. Tesadüfe bakın, bunun da parası yokmuş… Fatura kime çıktı? Halka çıktı halka.

Türkiye bir mafyalar, çeteler ülkesi haline geldi. Her tarafından sular fışkıran şu Türkiye’nin birgün gelip susuzlukla karşılaşacağı düşünülebilir miydi? Haydi bu sene su sıkıntısını atlattık, önümüzdeki yıllar ne yapacağız? En ciddî ilim adamları, araştırma enstitüleri 2040 yılında Türkiye çölleşecek diyor. Yetmiş iki milyon halk (2040’da 150 milyon olur…) nereye göç edecek?

Bazen kendi kendime şöyle diyorum: Göç et şu İstanbul’dan… Fazla bilinmeyen, rağbet görmeyen bir yaylaya git, nasıl olsa elektrik vardır, bilgisayar, faks, telefon çalışır… Yeşillikler olsun, bir tarafta yüksekten aşağıya doğru kristal gibi berrak bir su aksın, pınarlar… Benim yiyeceğimden içeceğimden ne olacak? Orta boy bir köy ekmeği bana bir hafta yetiyor. Büyük şehrin zehirli dumanlarından, gazlarından, klorlu sularından, içinde en az dört çeşit kimyevî madde bulunan beyaz ekmeklerinden, ses kirliliğinden, hayuhuyundan, koşuşturmasından kurtul… İstanbul’da geceleri yıldızlar bile hayal meyal görülebiliyor gökte. Yıldızları seyretmek için yaylalara, ovalara, ıssız yerlere gitmek gerek.

Yine şehre dönelim: Yerden mantar gibi gökdelenler, dev apartmanlar, hanlar bitiyor. Bina ve zina medeniyeti, içki, uyuşturucu, fuhuş, seks manyaklığı, teşhircilik, gösteriş gösteriş gösteriş…

Geçen gün Yedikule’den Topkapı’ya kadar surlara yakın yerlerde kenar mahalleleri dolaştım. Daracık sokaklar otomobil doluydu. Otomobil bir ihtiyaç mıdır? Elbette bir ihtiyaçtır. Bunu kim inkâr edebilir. Lâkin ihtiyacın yanında bir fetiştir. Otomobil fetişizmi… Cep telefonu fetişizmi. Marka fetişizmi. Şu dangalağa bakınız, benim 3 liraya aldığım tişörtü mağazadan 33 liraya almış, 15 liraya aldığım gömleği 55 liraya almış…

Lüks mü lüks bir lokantada kadınlara ve erkeklere ayrı yemekler varmış, bu da bir ayrımcılık değil mi? Anne, baba, üniversiteye giden oğul, koleje giden kız… Dört kişi…

“Ay Işığında Tıkınmak”

(aslı İngilizcedir ben tercüme ettim…) lokantasına, pardon restoranına gidiyorlar ve yemek yiyorlar. Hesap: 700 lira…

Cuma ikindiden sonra Kumkapı Nişancasından geçiyordum. Kumkapı deyip geçmeyin, Bâbil kulesine döndü. Yetmiş iki milletten insan dolaşıyor orada. Dünyanın her yerinden Ermeniler geliyor, Fransız Ermenisi, Kanada Ermenisi, Amerika Ermenisi… Mâlum, Ermeni Patrikhanesi orada… Bir lokanta gördüm, önünde kuyruk vardı, yemek listesini kocaman bir tabelâ şeklinde dışarıya asmışlar: Kuru fasulya 1 lira, pilav 1 lira, tatlı 1 lira… Yekun 3 lira. Burada dört kişi 10-15 liraya doyuyor.

Son cumayı Küçükayasofya Camii’nde kıldım. Cuma namazları için orayı tercih ediyorum, imam efendi uzatmıyor, kendisi aynı zamanda, ödüller kazanmış, çok başarılı bir ebru sanatkârı…

Caminin bitişiğinde mimarlık bakımından berbat bir han vardı yıktılar, o güzelim anıtın etrafı açıldı. Oradaki medreseyi Yesevî Vakfı ihya etti. Yemyeşildir bahçe… Revaklar altında bir çay içmek isterseniz gidersiniz. Caminin etrafında viraneler, harabeler, çürük çarık binalar, metruk (terk edilmiş) eski zaman evleri… Sanki savaştan yeni çıkmış bir yerleşim bölgesi. Aslında buraları İstanbul’un en güzel yerleri ama…

İstanbul’un idaresini Almanlara, Fransızlara, Norveçlilere vermeli. Yanlış anlaşılmasın mülkiyeti yine bizde olacak, idareyi belediyeyi, hizmetleri onlara ihale edeceğiz, tapu bizde… Gerekli finans kaynakları bulunursa sur içini 5-10 yıl içinde ihya ederler.

Tekrar pisliklere dönelim:

* Ben bu satırları yazarken uyuşturucu kaçakçılığı, trafiği, ticareti devam ediyor.

* Silâh, cephane, patlayıcı madde ticareti de…

* Fuhuş, seks, karı satışları 24 saat sürekli olarak devam ediyor (hizmete ara verilmez…)

* Kapkaççılık, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekârlık (zaman zaman azalıp çoğalsa da) hiçbir vakit büsbütün kesilmez…

Mafyalar Türkiye’yi haraca kesiyor… Bunların en büyüğü “iletişim” mafyasıdır. Fatih Altaylı konuştu, yakın tarihimizde bir bakan, mafyalaşmış bir medya holdinginden (sıkı durun) ayda 100.000 dolar gizli maaş alıyormuş. Medya mafyası bu sayın zatın kara gözleri için mi ödüyormuş bu yüksek parayı?

Türkiye’nin ölümcül hastalığı kokuşma, korkunç boyutlara ulaşmış olduğu halde devam ediyor. “Artık kokuşma falan kalmadı, aklık pâklık, şeffaflık çağı başladı…” diyenlerin alnını karışlarım. Eskiden bu işler amatörce ve acemice yapılıyordu şimdi tam profesyonelce… Enselenmemek için bütün tedbirleri almışlar. Çalınan bütün minarelerin kılıfları önceden dikilmiş, hazırlanmış. Gizli hesaplar, naylon şirketler, vekilharçlar…

O kadar çok ıvır zıvır haber dedikodu, zevzeklik, gevezelik var ki bunların toz bulutu ve uğultusu içinde asıl önemli ve hayatî hâdiseleri problemleri, dertleri, sıkıntıları, tehlike ve tehditleri göremiyoruz.

Hafifmeşrep medyanın ortaya attığı bir konu: Tesettürlü Müslüman kadınlar, İngilizce bir adı var unuttum, dut yaprağı kadar küçük donumsu bir şeyi giyebilirler mi? Sadece “avret-i galizasını” kapatıyormuş. Yahu, bu konu yazmaya değecek bir şey midir? Nice ilerici bayan şu sıcaklarda donsuz gezerken bırakın bazı tesettürlü hoppalar da istediklerini yapsınlar. Hani Türkiye’de özgürlük vardı? Bu özgürlükten bikini, mayo giyenler yararlanıyor da, haşema giyenler niçin yararlanmasın?

Bundan üç yüz sene önce vefat eden bir Müslüman mezarından kalksa ve İstanbul’u görse ne derdi?

– Hamam anası gibi çıplak çıplak kadınlar.

– Başları açık Avrupai kıyafetli erkekler, (İslâm ve Osmanlı âdetinde erkeklerin başlarının sarık, kavuk, fes, külâh gibi serpuşlarla mutlaka örtülü olması gerekir.)

– Tek tük tesettürlü kadınlar var ama onlar azınlıkta kalıyor. Bir de

“gökkuşağı tesettürlüler”

var. Başları örtülü ama tesettürleri islâmî ve şer’î tesettüre hiç mi hiç benzemiyor.

– Her tarafta Latin/Frenk yazıları…

– Ezanlar okunuyor, camiler açık, lâkin günlük namaz vakitlerinde halkın ancak yüzde beşi-onu namaza gidiyor.

Bunları görünce üç yüz sene önceki Müslüman “Amanın İstanbul’a bir şeyler olmuş…” demez mi?

Bazen kendimi çok büyük, çok muazzam, çok engin bir bimarhanede zannediyorum. Ya Rabbi aklımı koru!.. 13 Ağustos 2007