İmana, İslâma, Kur’ân’a, Şeriata, Sünnete ve Ümmete hasbeten lillah hizmet eden ulema ve evliyaullaha dil uzatanlar görüyoruz. Hiçbir Müslüman yalanlara, iftiralara, karalamalara kanmamalıdır. Bu gibi zevat muazzez ve mübarek kimselerdir. Onları sevmekte bereket, yümn, hayır vardır; onlara buğz ve düşmanlık etmekte şeâmet…

Bediüzzaman hazretlerine düşmanlık edenler görülüyor. Bu zat, şu Müslüman milletin velinimetidir. çok sıkıntı çekmiş, sürüm sürüm süründürülmüş, en korkunç haksızlıklara ve teaddilere maruz kalmış, yine de hizmetinden vaz geçmemiştir. Onu Kürtçülükle itham edenler Allah’tan korksunlar. O, Kürtlere hizmet etmiştir. O, kendisi Kürt olduğu halde Kürtçülük yapmamıştır. İmanımıza, dinimize Kur’ânımıza, mukaddesatımıza yaptığı hizmetler dolayısıyla biz Türkiyeliler kendisine minnettarız, müteşekkiriz. Ölümünden sonra da zulme uğradı. Mezarı bile belli değil. Urfa’da kabrini açtılar, naşını bir tabuta, tabutu bir uçağa koydular ve gizlice bir yere gömdüler. Ben bu satırları bir Nurcu olarak yazmıyorum, bir mü’min, bir Müslüman olarak yazıyorum. Allah ona rahmet eylesin.

Şeyhülislâm Mustafa Sabri efendi hazretleri de ölünceye kadar iman, İslâm, Şeriat ve Sünnet için çalışmış bir büyüğümüzüdür. Bin sıkıntı içinde gurbetlerde yaşamış ve ölmüştür. Bu zat da tenkit edilmemeli, kötülenmemelidir. Düzceli Zahid el-Kevserî hazretleri de son devrin büyüklerindendir. O da, hasbeten lillah din, iman, Kitab ve Sünnet için çalışmış, talebe yetiştirmiş, kitap telif etmiştir. o da Mısır’da garib bir şekilde vefat etmiştir.

Gazeteci ve yazar ve fikir adamı olarak da bu dine, bu mukaddesata hizmetleri geçen şahsiyetlerimiz vardır.

Üstad Necip Fazıl

bunlardan biridir. Fikirleri ve İslâm’ı müdafaaları dolayısıyla kaç kere tutuklanmış, zindana atılmış, mahkemelerde sürünmüştür. Bütün zorluklara ve baskılara rağmen en ufak bir taviz vermemiştir. Bu gibi mücahid zatları özel hayatlarına ait birtakım şahsi kusurları yüzünden tenkit etmek,

(hele ölümlerinden sonra)

çok ayıptır. Onların muhasebecisi ve savcısı biz değiliz. Biz, Müslüman olarak yaptıkları hizmetleri takdir eder, kendilerine Allah’tan rahmet dileriz. Dini bir dergide Necip Fazıl’ın Şeyh Abdülhakim Arvasî hazretleriyle tanışıp

“yeniden doğmadan”

yazmış olduğu birkaç yazıdan dolayı tenkit edildiğini gördüm. Ne büyük bir insafsızlıktır bu. O yazıları kendisi, hal-i hayatında inkâr etmiştir. Bir kimseyi, hidayetinden önceki hatalarından dolayı muaheze etmek doğru mudur?

Evet din âlimi olsun, tasavvuf müntesibi olsun, gazeteci, muharrir, fikir adamı olsun, maarifçi olsun geçmiş büyüklerimizi rahmetle analım. Ölümlerinden sonra onları kötülemeyelim, dışlamayalım. Bu gibi kimselerin bazısı, birbirleriyle tartışmış olabilirler. Artık o tartışma dosyaları da kapanmıştır, bunları kurcalamak doğru değildir.

Biz Müslümanlar bugünlere kolay kolay gelmedik… 1960’lı yıllarda gazetelerde bir haber çıkmıştı. Bir Nurcu Müslüman mahkeme tarafından beraat ettiriliyor ve suç unsuru diye alınmış Risale-i Nur kitaplarının kendisine iade edilmesine karar veriliyor. Kitapları almaya gidiyor ve dehşetli bir yumrukla yere yığılıp şehid oluyor. Bu hadise Müslümanların çektikleri acıların en küçüklerindendir.

1950’den sonra 163’üncü madde, Müslümanların tepesinde bir terör giyotini gibi çalıştırılmıştır. Bir evde üç-beş Müslüman toplanıyor, namaz kılıyor, sonra dinî kitaplar okuyor. Birden kapı yumruklanıyor, baskın yapılıyor ve gericiler suç âletleriyle birlikte yakalanıyor. Neymiş o suç aletleri? Dinî risaleler, namaz takkesi, tesbih ve bir de cüppe. Buyurun hapishaneye… Altı ay tutukluluk, sonra ilk celsede beraat. Ne anladım ben bu beraatten. Boşu boşuna pisi pisine altı ay hapis yattılar.

Meşrebleri değişik de olsa ihlâslı hoca ve mürşidlere hepimiz hürmet etmeliyiz. İhlâslı dedim. İhlâslı olmak ne demektir?

1. Din, iman, irşad hizmetlerini ticarete, zenginleşmeye alet etmeyecek. Sadece Allah rızası için yapacak. Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak ücret almayacak.

2. Kitap, Sünnet, Selef-i Sâlihîn yolundan en ufak bir taviz bile vermeyecek.

3. Enâniyet ve nefsaniyet sahibi olmayacak. Âmil ve ahlâklı bir Müslüman olacak.

Bir tek geçerli ve meşru hizmet metodu vardır. O da Resûl-i Kibriya aleyhissalatu vesselam Efendimizin metodudur.

Gerçek bir ihlasla

(Tam bir ihlas demek yanlıştır, zira ihlasın tam olmayanı olmaz),

ücretini sadece Allah’tan bekleyerek çalışmak.

Dinî, imanî, tasavvufî, şer’î hizmetleri bir holding idare eder gibi yürütmeye kalkanlar, para saymaktan tesbih çekmeye vakit bulamayanlar nebevî metodun dışına çıkmışlardır ve onların

“hizmetleri” verimsizdir, bereketsizdir, feyzsizdir.

İmamlık, müezzinlik, vaizlik, müftülük, kadılık, din dersi hocalığı gibi hizmetler karşılığında, geçim için ücret veya maaş alınmasına mütehhirin (sonraki) din ulemâsı fetva ve ruhsat vermiştir. Mütekaddimin uleması (ilk din alimleri) buna da fetva vermemiştir.

İslâm paraya, zenginleşmeye, Müslümanları dolandırmaya alet edilemez. Mukaddesat paraya, menfaate, zenginleşmeye alet edilemez. İslâm ve mukaddesat ticareti haramdır, ateştir, cehenneme götürür. Allah kendisi için çalışıp cehd sarf edenlere büyük mutluluk, ebedi saadet, cennet vaad etmiştir.

Tefsir yazmaya ilmî bakımdan ehliyet ve liyakatleri olmadığı halde voli vurmak, köşeyi dönmek, zengin olmak için kendi heva ve re’yleriyle gayr-i muteber tefsirler yazıp çıkartanlar kendilerini ateşe atmış olurlar. İcazetleri ve ehliyetleri olmadığı halde, saf dindarları aldatarak onlardan para toplamak için yalan yanlış, uyduruk, değersiz, içinde bir sürü yanlış bulunan kitaplar çıkartanlar ne kötü bir yoldadır. Dinî, imanî, şer’î, tasavvufî, ahlâkî hizmetlerde ihlas gitti mi, hizmet mizmet kalmaz. O, hizmet diye parlak reklâmları yapılan şeyler birer kocaman hezimet olur.

Yaratan’ın rızası için yaratıklara hizmet götürenler, o hizmetin ücretini yaratıklardan değil, Yaratan’dan beklerler ve isterler. Efendi!.. Allah, İslâm, İman, Kur’ân, Peygamber diye bağırıyor ve ha babam para topluyorsun. Kuzum sen sarraf mısın?

Resullullah Efendimizle ilgili bir vak’a anlatayım ve yazımı bitireyim:

Hâne-i saadetlerinin önündeki meydanlıkta bir hasırın üzerine zekat ve sadaka olarak getirilmiş hurmaları koymuşlar. Efendimiz bunları fakirlere dağıtacak. Torunu Hazret-i Hasan orada oynuyormuş. Karnı aç, hurmalar dikkatini çekmiş. Uzanmış bir tane almış. Tam ağzına koyacakken Resul-i Kibriya Efendimiz öyle sert bir şekilde bakmış ki, çocuk ağlamaya başlamış, hurma elinden düşmüş.

Bu din öyle bir dindir ki, zekat hurmalardan, Peygamberin torununa bir tanecik bile düşmez. Muhammedî olan doğru olur, dürüst olur, muhlis olur. Cenâb-ı Hak cümlemizi mukaddesat bezirganlığından korusun. 24 Haziran 2006