Çatalzeytin’den
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 10 Mart 2019
Pazartesi saat 10’a doğru otomobille yola çıktık. Dr. Sefa Saygılı, Dr. Ahmet Alpay, Dr. Ali Akben ve eğitimci yazar Vehbi Vakkasoğlu beylerle birlikte, İnebolu Çatalzeytin taraflarındaki köyünde yeni bir dergah yaptırmış olan Ebu’z-ziyâfe Şevket beye gidiyoruz. Uzun zamandan beri ısrarla gelmemizi istiyordu, kısmet bugüne imiş. Otomobil otoyolda yıldırım gibi gidiyor.
1952’de İstanbul’dan Ankara’ya, Siyasal Bilgiler Fakültesinde okumak için ilk defa gidişimi hatırlıyorum. O zaman sahilden yol yoktu. Kadıköy rıhtımında yolcu toplayan külüstür bir otobüse binmiştim. Ücret sadece beş liraydı. Otobüs önce Kısıklı’ya çıkmış, oradan, o tarihte bomboş bir arazi olan Ümraniye taraflarından geçmiş, dağların arasındaki yolları takip ederek İzmit’e ulaşmıştı. Ankara’ya 12 saatte varmıştık. Öğle yemeğini Bolu dağında bir lokantada yedik. Bolu civarında Hayreddin Tokadî hazretlerinin dergâhında namaz kıldık, orada yatanlara Fatihalar okuduk. Ne güzel tesadüf, Dr. Emin Acar bey de oradaymış. Acele edip yola devam etmemiz ne mümkün. Ulu ağaçların altında oturup sohbet ettik. Bolu’dan Dr. Şener Yücetürk ve Musa beyleri de çağırdık, geldiler. Safranbolu’ya uğradık. Oradan Kastamonu’ya geçtik. Şeyh Şabanı Veli hazretlerinin türbesini ziyaret ettik, dergahında namaz kıldık. Sonra Şevket beyin köyüne doğru yola koyulduk. Bir müddet sonra güneş battı, ortalık kapkaranlık oldu. Yollar da virajlı ve dar.
Gece 10 sularında Ebu’z-ziyâfe’nin müceddeden inşa ettirdiği köşke veya dergaha vâsıl olduk. Hazret, mutadı üzere bize mükellef bir sofra hazırlatmış. Yedik, çaylar içtik, sohbetler ettik. Şevket beyin köyü Bozkurt ilçesine pek uzak değil. Dört-beş bin nüfuslu bu şirin şehrin on dört seneden beri belediye başkanlığını muvaffakıyetle ifa eden aziz dostumuz Engin Canbaz bey ertesi günü bizi öğle yemeğine dâvet etti ve sonra etrafı gezdirdi. Dağların tepelerine tırmandık, bir köyün kartal yuvasını andıran kahvesinde fındık yedik, çay içtik. Ayaklarımızın altında vadiler dağlar, tepeler, dereler Bozkurt ve Abana şehirleri ve onların ötesinde de Karadeniz vardı.
Türkiye çok güzel, çok büyük, çok mübarek bir memleket. Fakat biz Türkiyeliler onun kadr ü kıymetini bilemiyoruz.Ülke kötü idare ediliyor. Anadolu boşalıyor, İstanbul’a korkunç bir göç var. Gezdiğimiz bölgede tarlalar ekilmez olmuş. İklimi yağmurlu olduğu için de, orman arasındaki ve kenarındaki terk edilmiş tarlalar birkaç sene içinde hüda-i nâbit ağaçlarla doluyormuş. Hattâ orman idaresi, üzerinde ağaçlar biten bu tarlalara sahip çıkıyormuş. Bundan otuz yıl önce 300 nüfusa sahip bir köyde şimdi sadece iki âile kalmış. Birçok köyler emekliler köyü haline dönüşmüş. Oralara mensup kimseler yaz aylarında geliyor, kış aylarında yine İstanbul’a dönüyormuş. Çocukluğumda Karadeniz’in bu bölgesi insan doluydu. Tarlalar ekilir biçilir, hayvancılık yapılırdı. Her köy evinde el dokuması kumaş üretilirdi.
Bizim köyde keten ekilir, onun liflerinden iplik yapılır ve nefis keten kumaşlar dokunurdu. Şimdi o tezgahlar yok. Kastamonu Valiliği geleneksel el sanatı dokumacılığını ihya için kurslar açmış, tezgahlar temin etmiş, bu işi yeniden canlandırmış. Günümüzde, bir sanayi devi olan Japonya bile geleneksel sanatlarını, bu arada el tezgahı dokumacılığını muhafaza ediyor da, biz bu sanatımızı niçin körlettik? Böyle tezgahlarda dokunan kumaşların ihraç imkânı var, yapanları pekâlâ geçindirecek bir iş kaynağıdır. Belediye Başkanı Engin bey Bozkurt’u gezdirirken bir kenarda, su ile çalışan eski tip bir değirmen gördük. Bir müddet öncesine kadar terk edilmiş ve harap vaziyette duran bu değirmeni Engin bey restore ettirmiş, çalışır hale getirmiş, şimdi gece gündüz içinde un öğütülüyormuş. Oradan da birkaç kilo, kepeği elenmemiş tabiî buğday unu aldım.
Şimdi bazı çok bilmişler, “Bu devirde suyla dönen eski zaman usûlü değirmen olur mu? Buna ne lüzum var?” diyeceklerdir. Pekâla olur. 1997 kışında iki günlüğüne Paris’e gitmiştim. Kaldığım otelin yanında ekmek satan bir dükkan vardı. Vitrinde teşhir edilen esmer ekmeklerden birinin yanında “suyla çalışan köy değirmeninde öğütülmüş undan, geleneksel köy fırınında pişirilmek suretiyle yapılmıştır” diye yazılıydı. Canım çektiği için bu ekmeklerden bir tane alıp İstanbul’a getirmiştim. Fransa’da olan, birtakım insanlara iş temin edip para kazandıran bir şey Türkiye’de niçin olmasın? Bu civarı gezerken salı günü dört vakit namazını camilerde kıldık. Bir köy camiinde hayli cemaat vardı.
Bu bölgedeki Müslümanlar namaza daha fazla önem veriyor ve cemaate katılıyor. İstanbul maalesef namaz ve cemaat bakımından esef verici bir gaflet ve hıyanet içinde. Namaz kılanlar var ama sayıları yeterli değil. Türkiye’nin taşra şehirleri, bu ülkenin kimliğine, tarihine, devamlılığına, kültürüne, kişiliğine bağlı inançlı münevverlerden hizmet bekliyor. Ülkemiz halkına önderlik ve rehberlik yapılabilse bugünkü kötülüklerden bir çoğu ortadan kaldırılabilir, bir yeniden yapılanma, topyekûn islah hareketi başlatılabilir. Ne yazık ki, Müslüman kesimin ileri gelenleri halk eğitimi konusunda çok gayretsizdir.
Türkiyenin küçük bir parçasında şöyle bir pilot bölge denemesi yapılsa diye hayal ediyorum. Meselâ yirmi kilometre karelik bir bölüme çok çalışkan, çok hırslı bir insan unsuru iskân edilecek ve bu kişiler orada ziraat, hayvancılık, arıcılık, geleneksel el sanatları, çiçekçilik, şifalı bitkiler, reçelcilik ve marmelatçılık, mantarcılık gibi birtakım faaliyetler yapacaklar; ürettikleri malları satacaklar. Devlet ve birtakım sivil kuruluşlar onların yolunu aydınlatacak, ihtiyaçları olan kredileri faizsiz olarak (dolarla)verecek, ilmî ve teknik açıdan onlara ışık tutacaklar. Böyle bir pilot bölge denemesi başarılı olsa kimbilir ne kadar büyük bir yankı meydana getirir. Tayvan, Singapur, Güney Kore gibi ülkeler de, bizim gibi doğu ve Asya ülkeleri. Onlar şu son otuz yıl içinde akıllara hayret veren başarılara imzalarını attılar.
Biz Türkiyeliler ise bir sürü rezalet ve olumsuzluk içinde sürünüp duruyoruz. Türkiye gerçekten çok kötü idare ediliyor. Bizim halkımız bu kadar kabiliyetsiz ve verimsiz değildir. Ne çare ki, birtakım dış güçler, egemen azınlıklar ve hâin işbirlikçiler Türkiye’nin büyük ve güçlü bir ülke olmaması, halkının mutlu ve müreffeh bir hayat sürmemesi için ellerinden gelen düşmanlığı yapıyorlar. Bu satırları Bozkurt’ta yazıp faksladım. İnşaallah yarın İstanbul’a geri döneceğiz. Gözlerim her yerde geleneksel el sanatı ürünleri arıyor. Kastamonu’dan el tezgâhında dokunmuş iki masa örtüsü aldım. Yol kenarındaki bir benzinci ve dinlenme yerinde Eskişehir’de topraktan yapılmış, üzeri nakışlı ve sırlı bir demlikle bir şekerlik buldum. Abana’dan da, geleneksel usulde dokunmuş bir yatak çarşafı. Bu bölgenin sarımsakları da meşhur, bir pazar yerinden geçerken, kabukları mor-kırmızı renkli sarımsaklardan bir kilo alarak çantama attım. Şevket beyin yemekleri tansiyonumu yükseltmiş olabilir. Aklı olan herkese tavsiye ederim, sarımsak tüketsin. Çiğ olarak yemek zor geliyorsa yemeklere koyarak yesin. Sarımsak başlı başına bir eczahânedir.
04 Eylül 1998 Cuma