Çekler, Bonolar, Borçlar
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Mart 2019
Bonolar, çekler, senetler velhâsıl borçlar ödenmezse ticaret hayatında güven kalmaz, işlerin tadı bozulur, bu duruma düşen bir ülke batmaya, çökmeye başlar. Müslüman iş adamları, tacirler, şirket yöneticileri ticaret hayatında başarılı olmak istiyorlarsa borçlarını vaktinde ödemelidir.
Adamın biri itiraz ediyor: “İktisadî buhran var, bizi aşan sıkıntılar içindeyiz, bizi aşan sebepler yüzünden borçlarımızı ödeyemiyoruz.” Peki be adam, borcunu ödemiyorsun ama tantanalı bir hayat sürmeye devam ediyorsun. Saray gibi bir ev, şahane yazlık, lüks limuzin araba. Karın, çocukların, kendin su gibi para harcıyorsunuz. Maşaallah iştahın yerinde, lüks lokantaya gittiğin vakit en ağır kebapları bir buçuk porsiyon ısmarlıyorsun. Kaymaksız tatlı yediğin görülmemiş. Semiz bir sığıra dönmüşsün… Bunca borç içinde bu ne perhiz, bu ne lahana!
Namuslu ve şerefli iş adamı, dürüst tâcir icabında bir mülkünü satar yine borcunu öder.
Elbette sıkıntılar olabilir. İslâm hukuku “Bir iş darlaşınca genişletilir” kuralı mucibince borcunu ödemekte zorlanan kimselere mehil verilmesini tavsiye etmektedir. Ancak samimî olmak gerekir. Yüklü borcunu ödemeyen biri, çok kötü duruma düşen alacaklısına sırıtarak: “Allah bana, ben sana…” demiş. Bunca malı mülkü var. Lüks otomobili var, bol para harcıyor ve borç ödemeye gelince böyle konuşuyor. Tacir mi gangster midir bu kişi?
Müslümanlar iş, üretim, sanayi, iktisat, ticaret, ziraat işlerinde başarılı olmak istiyorlarsa eski lonca sistemindeki, fütüvvet ahlakındaki, ahîlikteki ahlak kurallarına dönmeye mecburdur.
Bundan kırk elli sene önce bir bononun protesto olması bir tâcir için büyük bir felaketti. Siciline yazılır, adı kötüye çıkar, hakkındaki güven sarsılırdı. Şimdi kimsenin taktığı yok. Bonolarını protesto ettirtmek, çekleri karşılıksız çıkmak spor gibi bir şey oldu.
Güney Kore’nin büyük iş adamları mükemmel otomobiller, üstün elektronik eşya, bin türlü sanayi ürünü yaparak dünyaya ihraç ediyor ve ülkelerine büyük döviz kazandırıyor. Bizim en büyük iş adamlarımız ise yabancılarla ortak olarak reçelli yoğurt, boyalı gazoz, şişe suyu işi yaparak iç piyasayı tokatlamakla meşgul. Bu memleket batmaz mı?
İlerici, laik, çağdaş, yabancılaşmış büyük iş adamlarımız ne kadar hatâlı ve eksik ise, Müslüman iş adamları onlardan daha eksiktir. İslâmî kesimde denizdeki kum gibi para var, sermaye var. Bunun bir kısmı ile niçin yüzde yüz millî-yerli bir otomobil sanayii kurmuyorlar? Niçin mükemmel, estetik, tekniği çok yüksek otomobiller yapıp da, başta ABD olmak üzere bütün zengin ülkelere yüz binlerce ihraç edemiyorlar. Rejim başörtüsüne izin vermiyor, otomobil yapmaya da izin yok mu?
Bir grup hayırsever İstanbul’un çok merkezî ve önemli bir yerinde yüz milyarlar sarfederek büyük bir cami yaptırdılar. Yaptırdılar ama mimarlık ve sanat açısından ortaya felaket bir bina çıktı. Kubbesi, minareleri, şerefeleri, süsleri birbiriyle orantılı ve alakalı değil. Üstü kaval altı şişhane. Mimarlar, sanat uzmanları, azıcık zevki olanlar görünce “Eyvah!” diye bağırıyor.
Bir röportajda, bu caminin mimarisini tenkit ettiğim için hayırseverler çok kızmışlar, röportajı yapan gazeteciyi ve bendenizi mahkemeye vermeyi düşünmüşler. Ah bir verseler. Verseler de, onlara hakim huzurunda birkaç çift laf edebilsem.
Cami yapılmasına hangi Müslüman karşı çıkar. Elbette yapılmalıdır. Ancak güzel olmalıdır. 500 milyar lirayı harcayıp da çirkin, nisbetsiz, üslupsuz, karmakarışık bir bina yapmak ayıptır, suçtur, günahtır.
“Efendi! Sen ne karışıyorsun? Teşebbüse geçen biziz, para veren ve toplayan da biziz. Paşa canımız nasıl isterse öyle yaptırırız. Madem ki, cami yaptırma derneği bizim elimizdedir, hiç kimseye danışmayız, kimseden fikir almayız, uzmanlara sormayız. Mühür kimdeyse Süleyman odur…” havaları içindeler.
Çirkin bir camiye harcanan para ile çok güzel bir cami de yaptırılabilir. Yeter ki, cami mimarisinden anlayan, engin sanat kültürü olan büyük bir mimara proje çizdirilsin. Müslüman kesimde böyle mimarlar vardır.
Yaptırılan o çirkin cami binasına kaç yüz milyar harcandı bilmiyorum ama para boşa gitti. Binanın yıktırılması ve yerine güzel bir cami yaptırılması gerekir. Bunca emeğe, yardım parasına yazık.
Cahillik ve benlik insana neler yaptırtmıyor. Dernek bizde, para bizde, bize kim karışabilir, biz ne dersek, nasıl istersek öyle olacaktır demenin sonuişte böyle bir rezillik ve rüsvaylıktır.
Taksim’e de çirkin bir cami yaptırtmayı düşünüyorlardı. Alt kat otopark, orta kat otomobil yedek parça çarşısı, üst kat cami. Sefertası gibi bir yapı istiyorlardı. Mimarî üslupmuş, sanat boyutuymuş, zevkmiş, estetikmiş, bunları düşünen var mı?
Cami inşaatları dışındaki işlerimiz de böyledir. Varlıklı bir grup bir vakıf kurar, idareyi ellerine alır ve kültürleri, ufukları yetmediği için hiçbir şey yapamaz.
Biz bu memlekette İslâmî bir nizam istiyoruz diyorlar. Bugünkü kafa, zihniyet, kültür ve birikim ile mi?
Kişilerin, zümrelerin âyinesi lafları değil işleridir. Müslüman bir grup bir yere cami yaptırır, gören herkes hayran kalır. İslâm düşmanları bile, “Fevkalade güzel ve sanatlı bir yapı oldu. Bu Müslümanların üstünlüğünü kabul ediyoruz” derlerse geçer not alabiliriz.
Medya işlerimizde bu gibi gerilikler, rezillikler görülüyor. Trilyonlar harcanıyor ve gazetenin başına mutemed bir adam geçiriliyor. Peki bu adam gazetecilikten anlamıyorsa ne olacak?
İslâm’ın temel emirlerinden biri emanetlerin ehline verilmesidir. Bilhassa dinî hizmet ve faaliyetlerde bu kurala riayet edilmelidir.
Büyük bir caminin imamlığı boşalıyor. Oraya geçmek için bir sürü kulis yapılıyor. Ehliyete falan bakıldığı yok. En sonunda işe, vazifeye ehil olmayan biri tayin ediliyor. Bu bir hıyanettir. Her şeyin ilacı ve tedavisi var da ahmaklığın ve beyinsizliğin yok! 24 Temmuz 2000