Çarşamba

 

Yazılacak çok konu var. Bu sıralarda başımı kaşıyacak vaktim yok. Aslında yıllardan beri, bir nevî inzivaya çekilmiş durumdayım. Yine de telâşeden, koşuşturmadan, vakit ziyaından kurtulamıyorum.

Batı gazetelerinden bazı haberler ayırdım, bunların her biri hakkında müstakil bir yazı yazmam gerekiyor.

Birincisi: Güney Kore’de, başşehir Seul ile Pusan arasında hızlı tren seferleri başlamış. Mesafe 400 kilometre. Henüz hattın tamamında hızlı tren sistemi kurulmamış, şu anda iki saat kırk dakikada ulaşım sağlanıyormuş. Hızlı hat tamamlanınca bu müddet iki saate inecekmiş. Bu haber, biz Türkiyeliler için çok önemlidir. Bu memleketi idare edenlerin yüzlerinin kızarması gerekir. “Çağ atladık, çağ atladık…” edebiyatı yapıyorlar. Sonra, Ankara’yla İstanbul arasındaki 450 kilometrelik mesafeyi trenlerimiz, bazısı altı saatte, bazısı sekiz saatte kat ediyor.

Bizim Güney Korelilerden eksik neyimiz var? Onlar yapabiliyor da biz yapamıyoruz? Türkiye son elli yılda, otobüs taşımacılığına milyarlarca dolar harcamış ve büyük ziyan etmiştir, birkaç firmanın menfaati için. Ülkenin, halkın, devletin, tek kelimeyle Türkiye’nin menfaati, şehirlerarası yolcu ve yük nakliyatında trenin tercih edilmesiydi. Ama tercih etmediler…

İkincisi: Amerika’da üç zenci, 18’inci asırda Afrika’dan köle olarak getirilen atalarının haklarını aramak üzere mahkemeye müracaat etmiş.
Batı dünyası, zenci-köle ticaretiyle büyük bir zulüm, soykırım yapmıştır. Bunun hesabının sorulması gerekir.
Bakalım Amerikan mahkemesi üç zencinin dâvâ dilekçesini kabul edecek mi?

Üçüncüsü: Amerika’da bir okul, on bir yaşında Müslüman bir kızı başı örtülü olduğu için okuldan atmış. ABD Adalet Bakanlığı, mahkemeye müracaat etmiş. “Okulların elbette kıyafetle ilgili düzenlemeleri ve talimatları olacaktır, ancak bunlarla hiçbir zaman öğrencilerin din hürriyetleri, inançları çiğnenemez. Okulun davranışı Amerikan anayasasına aykırıdır…” demişler.

Türkiye’de de, garip gelişmeler oluyor. Büyük medya, mutlaka yapılması gereken konularda muhalefet hizmet ve vazifesini yapmıyor. Perdeler ve paravanlar ardında birtakım anlaşmalar yapıldığı, bazılarına menfaatler sağlandığı anlaşılıyor. Muhalefeti sadece siyasî partiler yapmaz. Bu hizmet ve vazife gerçek, haysiyetli aydınların borcudur, sonra medyanın. Söylemeye hacet yok ki, muhalefetin olumlu ve faydalı olması gerekir. Muhalefetin olmadığı yerde kokuşma korkunç boyutlara ulaşır, muhalefetsiz demokrasi olmaz.

Başka önemli bir konuya daha temas etmek istiyorum. Agresif misyonerler işi gittikçe azıtıyorlar. Elime kırk altı sayfalık, iyi kağıda basılmış “Neden Hıristiyan Oldum” başlıklı bir broşür geçti, yazarı “Mustafa Efe” adında bir vatandaş. Broşürün konusu: Teslis inancı hak ve doğruymuş, bu yüzden Müslümanlığı bırakmış, üçleme dinine geçmiş! Kitapçık,İslâm dinine ve Müslümanlara bir meydan okuma mahiyetinde.

Bu tür yayınlara öncelikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sonra ilâhiyat fakültesi profesörlerinin, din âlimlerinin, Müslüman lider ve önderlerin cevap vermesi gerekir. Maalesef, onlardan bu gibi konularda hiçbir ses çıkmıyor. Haydi diyelim ki, Diyanet’in elleri kolları bağlıdır, ses çıkartamaz. Peki, diğer sorumlulardan niçin bir inilti bile çıkmıyor? Doğrusu korkutucu bir sükût, umursamazlık, aldırmazlık.

Agresif, saldırgan, meydan okuyucu misyonerlere karşı broşür yayınlarına yakında başlayacağım inşaallah… Bir matbaacı ilk dört broşürü, bu bir hayır işidir diyerek bedava basacak. Kağıtçı, kağıt tutarının üçte birini almayacak. Bendeniz de, broşürlerin bir kısmını bedava dağıtacağım, bir kısmını da 100’erlik paketler halinde isteyenlere, dağıtmaları için, maliyet fiyatına vereceğim. Ancak bu işler için, bir sekreter lazım. Onu tutacak maddî imkan yok, kimsenin hatırına birşey gelmesin, para istemiyorum, teklif edilse de, kabul etmem.

Birtakım aç köpeklerin (tekrar ediyorum, aç köpekler) avuçlarını ovuşturduklarına, yağma ve talan planları yaptıklarına dair haberler geliyor. Hangi dine, mezhebe, inanca, felsefeye, ideolojiye, görüşe bağlı olursa olsunlar, bütün namuslu, şerefli, vatansever, haysiyetli, şuurlu vatandaşların yolsuzluklarla, kokuşmayla, talanlarla, hortumculukla, partizanlıkla mücadele etmeleri gerekir. “Bana ne…bana dokunmayan yılan bin yaşasın… başımı belâya mı sokacağım?..” demeye kimsenin hakkı yoktur. Hepimiz böyle dersek, bu vatan toprağı ayaklarımızın altından göçer, gökkubbe başımıza çöker ve milletçe enkazın altında cümbür cemaat kalırız. Hırsızlara, talancılara, aç köpeklere, ihalelere fesat karıştıranlara göz açtırmamalı, fırsat vermemeliyiz.

Doğuda büyük bir ilçenin kaymakamı isyan etmiş. “Onlar Bolu Beyiyse, ben de Köroğlu’yum” demiş, on beş yıllık mesleğinden ayrılmış. Sebep partizanlık, kanunsuzluk. Partizan bir parti başkanı otuz üç bin nüfuslu ilçenin, yirmi iki binini yeşil kartlı yaptırtmış. Bardağı taşıran son hareket, evrakı olmayan bir vatandaşa da yeşil kart verilmesini istemiş. Kaymakam kanunsuzdur, yapamam deyince, ilçenin bu en büyük mülkî amirine, devletin temsilcisine herkesin arasında “şerefsiz” diye bağırmış. Ne günlere kaldık? Bu zihniyet demokrasinin içine de edecektir.

ABD Dışişleri Bakanı, Türkiye’de “Ilımlı bir İslâm cumhuriyeti kurulacağı” mealinde lâflar gevelemiş. Atatürkçüler ateş püskürdüler. Geçenlerde yazmıştım, tekrar ediyorum, İsrail, uluslararası Siyonizm, ABD, Hilâfeti bile ihya etmek istiyor. Tabii kendi menfaatlerine uygun düşecek bir şekilde.

“Birilerine” son seçimlerden üç ay kadar önce, seçim propagandası konusunda bazı tekliflerde bulunmuştum. Görüştüğüm zat, beni dikkatle dinlemiş, ajandasına notlar almıştı. “Maddî, manevî veya siyasî hiçbir menfaat talebim ve emelim yoktur, tekliflerimi size yardım niyetiyle yapıyorum, arzu buyurursanız, uygun görürseniz bu konularda görüşebiliriz…” demiştim. Bendenizi hiç aramadılar, duydum ki, birkaç yüz oy farkıyla kaybetmişler. İşbirliği yapmış olsalardı, -belki de- kazanacaklardı.. 15 Nisan 2004