Çeşitli Konular
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Ocak 2019
Cuma
“Korkutucu Deprem” başlıklı yazımın devamında ayrı konulu başka bir yazı vardı. Başlığı “Şeyhler” idi. Başlıksız basılmış, özür beyan ederim.
Berber Mehmet beyin dükkânında saç traşı oluyorum. Geçen gün lisede, 14 yaşındaki arkadaşı tarafından kalbine saplanan bir kama ile öldürülen 16 yaşındaki genç, Mehmet beyin hac arkadaşı bir ailenin çocuğu imiş. “Melek gibi insanlardı, çocuğa da aileye de yazık oldu…” dedi. Hanımı ile birlikte ziyaretine gitmiş, birlikte ağlaşmışlar. Liselerdeki cinayetlere milletçe ağlamalıyız. Soruyorum: Böyle cinayetler niçin İmam-Hatip okullarında, Müslümanların açtıkları özel liselerde olmuyor?
Bir lise müdürü anlatıyor: 16 yaşındaki bir kız öğrenci saçlarını kırmızıya boyatmış, makyaj yapmış okula öyle gelmiş. Müdür kızın annesini görüşmek için çağırmış. Bir öğrenciye böyle saç boyası, makyaj yakışmaz demiş. Anne öfkelenmiş, “Müdür bey, benim kızım okuluna sadece okumaya gelmiyor, aynı zamanda şimdiden bir koca adayı bulmak istiyor, saçına boyasına karışmayın!..” demiş.
Marmara Üniversitesi’nde bir profesör derste, Sultanahmet’te pek kötü ve merhametsiz şekilde budanan, iki güzel dalı kesilen çınar ağacı hakkında konuşmuş, böyle kötü bir budama yapanları takbih etmiş (kötülemiş). Sayın profesörü tebrik ediyorum.
Kesin karar aldım: Bir cami kapısında, “Ayakkabını ille de pis ve iğrenç bir naylon poşete koyacaksın” diye baskı yapılırsa camiye girmeyeceğim, geri döneceğim. Cami kapılarındaki naylon poşetler kirlidir, mikropludur, çirkindir, ayıptır. Diyanet’in bu konuda cami personelini uyarması gerekir. Rezaleti düşünebiliyor musunuz? Camiye gireceğiniz sırada, bahçedeki helâ bekçisi size baskı yapıyor, “Pabucunu pis ve mikroplu torbaya koymadan içeriye girip namaz kılamazsın!” diyor. Bu ne büyük bir densizlik ve terbiyesizliktir.
Geçen gün çok yoruldum, akşam eve dönerken tanıdığım bir halıcıya uğrayıp kendime bir hediye aldım. Eskiden kalma el dokuması kalın nefis bir kumaş. Seccade olarak kullanacağım. Kumaşın kenarları kıvrılmıştı, onları gerdirecekler, yıkatıp verecekler. Otuz lira ödedim. İnsan arada bir kendisine hediye almalı. Faydalı, sanatlı, kalıcı bir hediye.
İslâmî bir cemaatte büyük yolsuzluklar olmuş, birileri hesaplarda tahrifat yapıp epey mal götürmüş. Duyunca çok üzüldüm. Maalesef mal, para, servet olan her yerde yamukluk da oluyor. En iyisi dinî cemaatlerin doğrudan doğruya para işleriyle uğraşmamaları, para ile yapılacak hizmet ve faaliyetleri zengin mürid ve muhiblere havale etmeleridir.
Sadece kendi müridlerinin büyük bildiği zat gerçek din büyüğü değildir. Gerçek din büyüğü o kişidir ki, ona bağlı ve müntesib olmayanlar da kendisini sever, kendisine hürmet ederler. Hattâ gerçek din büyüğünü, gayr-i müslimler de takdir eder ve zatına saygı beslerler. Hz.Mevlânâ böyleydi.
Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa “İbrahimî dinler” demek İslâm inancına aykırıdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de “İbrahim Yahudi ve Nasranî değildi, o hanif ve müslimdi” mealinde bir ayet vardır. “Üç ibrahimî din…” edebiyatı yapanlar dikkatli olsunlar, Kur’ân’a aykırı bir inanç dolayısıyla küfre düşebilirler. (Kâfir olurlar demedim, küfre düşebilirler dedim…)
İslâm’da bir hiyerarşi vardır: En yüce değer Allah inancıdır, O’na kulluk ve itaat etmektir. İkinci olarak Peygamber gelir. O’na uymak, O’na itaat etmek, O’nun getirdiği dini, kitabı, şeriatı kabul etmek, O’nun emirlerini yerine getirmek, O’nun yasaklarından kaçınmak. Üçüncü sırada Ashab-ı Kiram bulunur. Onlar bizim için doğru yolu gösteren yıldızlar gibidir. Hepsini sevmemiz, saymamız, Allah onlardan razı olsun dememiz gerekir. Aralarında ictihad farklılıkları da olsa hiçbirini dışlamayız. Dördüncü sırada Tâbiîn bulunur. Sonra Sâlih Selefler, müctehid imamlar, her asırda gelmiş geçmiş gerçek ulema, gerçek meşayih, müceddidler… İmdi, bu hiyerarşiyi bırakıp da kendi din-başlarını en yukarıya koyanlar, onları erbab haline getirenler, Allah’a ve Peygamber’e saldırılınca ses çıkartmayıp da kendi hocaları tenkit edilince küplere binenler, elbette Müslümandır ama dengesiz Müslümandır.
Sevgili din kardeşim! Şu gerçeği unutma: Sofrada doyduktan sonra yediğin her lokma, aç Müslümanların ve aç vatandaşların hakkını yemek olur. Nasıl ki, bir sofrada beş kişi bulunsa ve ortada beş kişiye yetecek yemek olsa, oradaki iki kişi hakkından fazla yerlerse diğer üçü doymaz, aç kalırsa; bir memleket de çok büyük bir sofra gibidir.Halkın bir kısmı, gerekenden fazla yerse, diğerleri aç kalır. “Komşusu aç gecelerken, kendisi tok yatan bizden değildir” hadîsini de hiç aklımızdan çıkartmayalım. Doyduktan sonra yemek, gerekenden fazla yemek dinen bir bid’attir. İşimize gelmediği için bu bid’ati görmezlikten gelmeyelim.
Kaç sene geçti bilmiyorum, son on sene içindeydi sanırım, zaman zaman gittiğim bir camiye yeni bir imam tayin edilmişti. Tanıştıktan sonra, ona boş zamanlarında millî bir sanat ile meşgul olmasını tavsiye etmiştim ve eğer isterse bir ebrû hocası ile tanıştırıp ders almasını sağlayacağımı söylemiştim. Aklı yattı, razı oldu. Ebru hocasına götürdüm, ücretsiz ders verdi ve imam sanatkâr oldu. Geçenlerde duydum, Kültür Bakanlığı’nın bir ödülünü o kazanmış. Memnun oldum, iftihar ettim. Bütün din görevlilerine millî sanatlardan birini öğrenmelerini, ürün vermelerini ve ek gelir temin etmelerini tavsiye ederim. Ek gelir o kadar önemli değildir. Asıl önemli olan sanat öğrenmek, haklı bir prestij kazanmaktır.
Eski klâsik şiirimizde hikmetli mısralar, beyitler, kıt’alar vardır. Yakın zamana kadar muharrirler, gazeteciler, tahsilli politikacılar, aydınlar bunların bir miktarını ezberlemiş olurlar ve zamanı gelince söylerler veya yazarlardı. Sonra eğitim ve kültür yozlaşması oldu ve yeni okumuş nesiller bu kültürden mahrum kaldı.
İhtilâfatı ile uğraşmakta dehrin zevk yok
Zevk anın mirsad-i ibretten temaşasındadır.
Âbisten-i safa vü kederdir leyâl hep
Gün doğmadan meşîme-i şebten neler doğar.
Artık okumuş kimselerin sohbetlerinde, kültürlü gazetecilerin köşe yazılarında şöyle beyitler, hikmetli mısralar, kıt’alar zikr edilmiyor. Pek basit, pek “arı ve duru”, pek “öztürkçe”, pek renksiz, tek kelimeyle boyutsuz bir Türkçe ile konuşuluyor ve yazılıyor. Ne yazık!
Bağlı bulunduğunuz Hazret-i Muhterem’in söylediği her sözün, verdiği her hükmün kesinlikle doğru olduğunu, binaenaleyh tartışmaya açık olmadığını, mutlaka kabul edilmesi gerektiğine inanıyorsunuz ve bütün tenkitleri ceffelkalem reddediyorsunuz. Cemaatinizin dışındaki Müslümanlar, sizin Hazret-i Muhterem hakkındaki inancınıza katılmıyorlar, onlar onun hatâ etmez, yanlış yapmaz olduğu inancını benimsemiyorlar. Öyleyse size düşen, onun (bizce kabul edilemez) fikir, görüş ve hükümlerinin doğru olduğunu dinî gerekçelerle isbat etmektir. Bu isbatın külfeti tabiî ki, size düşer. Meselâ Yahudilerin ve Hıristiyanların ehl-i necat oldukları, Cennete girecekleri iddiası… Bu iddianın doğruluğunu Kur’ân’la, Sünnetle, İslâm mantığı ile isbat etmeye çalışınız, bize delillerinizi söyleyiniz. Sanırım bu isbata gücünüz yetmeyecektir.Çünkü, böyle bir iddia, düşünce ve görüş İslâm’a taban tabana zıttır. Buna inanmak dolaylı olarak dinî inkâr mânâsına gelmez mi? Hürmetlerimle… 08 Nisan 2006