Pazar

 

Sonradan 28 yaşında olduğunu öğrendiğim bir zat ziyaretime gelmek istiyor,

“Durumum müsait değil…”

diyorum, ısrar ediyor. Bir randevu veriyorum, geliyor, görüşüyoruz. Bir iki dakika konuştuktan sonra cep telefonu çalıyor (benimki değil), çıkartıyor ve konuşuyor. Falan filan milan… Konuşması bitiyor, sırıtarak

“Kusura bakmayın”

diyor; birkaç dakika daha konuşuyoruz, misafirin telefonu tekrar çalıyor, tekrar açıp konuşuyor. Bu durum üç kere tekerrür ediyor. Giderken genç ziyaretçim,

“Sormayı unuttum, şimdi bir yerde yazı yazıyor musunuz?”

diyor…

Kibar ve görgülü bir insan çok yakın dostlarının yanında cep telefonu ile konuşabilir ama kendisinden kırk küsur yaş daha büyük olan ve ilk defa görüştüğü bir kimsenin yanında böyle bir laubalilik yapmaz.

Yeni bir vezice:
Cep telefonunu nasıl kullandığını göreyim, senin ne mal olduğunu söylerim.

İçmeye ayranı olmayan birtakım züğürtlerin en pahalısından cep telefonu aldıklarını görüyoruz. Cep telefonu bir ihtiyaç olmaktan çıkmış, bir “statü” olmuştur. Milyonlarca vatandaşımız telefon manyağı haline gelmiştir.

Son Cuma’yı Fatih’te Kadınlar Pazarı’ndaki bir camide kıldım. Hoca hutbe okurken yanımdaki vatandaş cep telefonunu çıkardı, mesajları okudu, cihazı karıştırdı. Ne ayıp! Buna ibadeti hafife almak denir. Peki, halkımızı bu konularda kimler uyaracaktır? Okul uyarmıyor, aile uyarmıyor, cami uyarmıyor… Kim uyaracak?

Camilerin kapıları ve içleri bir sürü

“Lütfen cep telefonunuzu kapatınız”

levhalarıyla doldu, yine de açık unutanlar var. Gafletten ve dalgınlıktan mı, yoksa kasıtlı mı? Öyleleri var ki, bir saat içinde cep telefonu ile konuşmasa neredeyse komaya girecek. Böyleleri fenâ fi’l-telefon makamına ermişler, belâlarını bulmuşlardır.

Kırk kadar üniversite öğrencisinin bulunduğu bir topluluğa sohbet için davet ediliyorum. Gençler… Memleketin istikbali… İzin alıyorum ve birkaç öğrenciyi imtihan ediyorum. Bir delikanlı coğrafya imtihanında Belçika’nın başkentini bilemiyor.

Birini tarihten imtihan ediyorum. İkinci Viyana bozgununun Kanunî zamanında olduğunu söylüyor.

“Türklerin en büyük klâsik şairi kimdir?”

diyorum. Fuzulî’dir diyen çıkmıyor.

“Fuzulî’den bir mısra veya beyit okuyacak biri var mı?”

diye soruyorum. İki kişi çıkıyor, aruza dikkat etmeksizin nesir okur gibi iki beyit okuyorlar. Bravo! Kırk üniversite öğrencisi içinde iki kişi Fuzulî’den birer beyit okuyabildi. Kaç kişi beş vakit namaz kılıyor?” diye soruyorum. Sekiz kişi parmak kaldırıyor.

Sohbette konuştuklarım pek iç açıcı şeyler değil. Birkaç konu başlığı vereyim:

-Para konusunda gençlerimizi iyi yetiştirmek gerekiyor. Para, zamanımızda en büyük değer olmuştur. Para putlaştırılmıştır. Gençliği bu sapıklıktan kurtarmak için rehabilitasyon tedavisi gerekir.

-“Müslümana her şeyin en iyisi layıktır” düsturunun aleyhinde bulundum. Dindaşlarımızın ve bilhassa gençliğin “Müslüman her şeyin en iyisini yapar” ilkesini esas almaları gerektiğini söyledim.

-Doktor, mühendis, işletmeci, iktisatçı veya iletişimci olmak önemli değildir, asıl mesele

adam olmaktır

dedim.

Beni davet eden vakıf her ay üç yüz küsur öğrenciye 80’er milyon lira burs veriyormuş, başka bir hususa karışmıyormuş…

Hepsi yüksek tahsilli ve başarılı kariyer yapmış on kişilik bir grup bir ziyafet sofrasında toplanmış bulunuyoruz. Konuşulanlara dikkat ediyorum:

-Meslekî konular…

-Cezayir’de benzinin çok ucuz olduğu, bir deponun bizim paramızla on liraya doldurulduğu.

-Cep telefonuna sahip olma limitinin on yaşına kadar indiği.

Hep böyle şeyler konuşuluyor. Edebiyata, tarihe, sanata, mimarlığa, şehirciliğe, tasavvufa, fikir hayatına dair hiç söz edilmiyor. Acaba ben mi yanılıyorum, yoksa gerçekten bir eksiklik var mı?

Şehzâdebaşı’ndan Aksaray’a doğru inerken

“Yeşil Malatya İzol Bazaar”

(Atatürk Bulvarı No: 166) mağazasına uğruyorum. Köyden, bahçeden gelme tabiî ve ekolojik gıda maddeleri satan bir yer burası. Bir paket kil alıyorum. Kil bir nevi toprak. Son derece faydalı ve şifalı bir madde. Eskiden insanlar, başlarını ve vücutlarını kil ile yıkarlarmış. Avrupa’da kilin şifa ve tedavi maksadıyla kullanılmasına dair binlerce kitap ve makale yayınlanmıştır.

Yarım bardak suya bir çay kaşığı kil konuluyor, karıştırılıyor ve içiliyor. Bin derde şifa. Ancak şifa diye devamlı kullanmamak gerekir. Senede bir kere için yeter.

Şeyh Sadi Gülistan’da veya Bostan’da (hangisinde okuduğumu unuttum) şöyle yazıyor: Bir gün, yıkanırken kullandığım kil son derece güzel kokuyordu. Ona, bu kokunun sebebini sordum, “Bir müddet gül ile arkadaşlık etmiştim” cevabını verdi.

Kilden başka, hoşaf yapmak üzere köyde hazırlanmış meyve kuruları aldım. Bir topak Malatya peyniri, bir şişe kayısı yağı. Evet onun da yağı çıkartılıyor. Ne işe yarıyor? Kozmetik sanayiinde kullanılıyormuş. Sen nasıl kullanacaksın? Bir işe yarar elbet.

Hindistanlı Rahmetullah efendi hazretlerinin

“İzharü’l-Hak”

adlı kitabının Türkçe tercümesi iki cilt halinde Faran Yayıncılık tarafından basılmış bulunuyor. Bu kitapta Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki ihtilâflı meseleler tartışılıyor. Rahmetullah efendi, 19’uncu asrın ikinci yarısında Hindistan’da

Protestan rahip Pfander

ile açık bir oturumda bu meseleleri tartışmış ve bilahare, Mekkeli büyük âlim

Ahmed Zeynî Dahlan’ın

tavsiyesi ile konuyu kitaplaştırmıştır. Kitap Osmanlıcaya çevrilmiştir ama bugün Osmanlıca okuyan ve okuduğunu anlayan kaç kişi kaldı? Osmanlıca tercümesi sadeleştirilerek 1960’larda basılmıştı. Onun da nüshaları bulunmuyor. Faran Yayıncılığı tebrik ediyorum. Kitabı almak isteyenler şu telefondan bilgi alabilirler:

0212 – 522 47 18

Diyanet İşleri Başkanlığı da bu kitabı tercüme ettiriyordu. O baskıyı da bekliyoruz. Bu gibi kitaplar, gemi iyice azıya alan agresif misyonerlere karşı etkili bir müdafaa silâhı mahiyetindedir.

İzharü’l-Hakk’ın İngilizce tercümesi yayınlandığı zaman Londra’da çıkan The Times gazetesinin edebiyat ekinde

“İzharü’l-Hak kitabı Batı dünyasında yayılırsa Hıristiyanlığın kökünü kazır”

meâlinde bir yazı çıktığını vaktiyle merhum

Prof. Hamidullah’tan

duymuştum.

19’uncu asırda Hindistanlı bir Müslüman bu kitabı İngilizceye çevirip yayınlamış ama misyonerler nüshalarını toplatmışlar. Yıllarca aramış, bir tane bile bulamamıştım.

İnsanlar, yalan da olsa övgülere bayılırlar. Meselâ 60 yaşındaki bir kadına

“Hanımefendi, çok taze görünüyorsunuz, yaşınız 30’lardadır her halde…”

deseniz, siz onun gözünde dünyanın en iyi insanı olursunuz. Cahil birine

“Değerli fikir adamı”

deseniz o da sevincinden dört köşe olur. Üslûbu çetrefil olan, yazılarında fikir bulunmayan bir muharrire

“Üstad, dünkü makaleniz cidden bir şaheserdi”

derseniz sürurdan mest olur ve boynunuza sarılıp sizi öper.

Buna mukabil, uyarılar ve tenkitler, yüzde yüz doğru olsalar bile kabul görmezler, nefretle karşılanırlar. Bendeniz bir adamın olgunluğunu, övgüleri reddetmesiyle ve yergileri dinlemesiyle ölçerim. Büyük bir zata bağlı olanlar için de şöyle bir ölçü vardır:

Diyelim ki, bir mecliste bir Müslüman sizin şeyhinizi tenkit etti, onun aleyhinde bulundu. Ne yapacaksınız? Şayet olgun iseniz,

“Bu adam nasipsizdir”

der geçersiniz. O Müslümanla alâkanızı, hele kardeşlik bağlarınızı kesmezsiniz. Küplere biner, adamın gırtlağına saldırır, onu kâfir ve düşman ilân ederseniz siz hamın ve kerestenin tekisiniz demektir.

Almanya’dan eğitimci Ali Sandıkçıoğlu dostumuzdan posta ile gönderilmiş iki mektup aldım. Şöyle yazıyor:

“15.11.2005 tarihli yazınızı okudum, çok güzeldi. Mektup kültürümüzün yaşaması için söylediklerinize aynen katılıyorum. “Küçük bir iyilik” yapabilmek için size bu mektubu yazıyorum. Yazılarınızı her gün internetten takip ediyorum. Müslüman zenginler, dinî cemaatler, Diyalogçular, mezhepsizlik cereyanı konularındaki yazılarınızı bazen indiriyor, ya mektupla, ya faksla dostlarıma gönderiyorum.

İkinci mektuptan: “Şeriat, Diyalog, tarikat, şeyhler ile alâkalı yazılarınız takdire şayandır. Keşke bunlar yüzbinlerce adet broşür olarak basılıp dağıtılabilse…” Üç gün süren

“Küçük İyilikler, Küçük Mutluluklar”

başlıklı yazımdaki tekliflerin hayata uygulanmasından dolayı bahtiyarlık duyuyorum. 2000’li yılların insanına uzun mektuplar yazmak zor gelir. Güzel, zarif, sanatlı, estetik tebrik kartları alınız, bunların arkasına birkaç satır gönül alıcı, hatır sorucu cümle yazınız, (Selâmı sakın ihmal etmeyiniz) ve tanıdıklarınıza, akrabalarınıza, dost ve arkadaşlarınıza posta ile gönderiniz. Böyle şeyler muhabbete ve rahmete vesile olur. Az bir külfetle iyi bir iş yapmış olursunuz. 28 Kasım 2005