ÇEŞİTLİLİK
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 29 Ekim 1991
İslâm ümmeti, çeşitlilik içinde bir vahdet (birlik) teşkil eder. Çeşitlilik çok önemli bir kavram ve realitedir. Sağlıklı bir toplumda çeşitliliğin, farklılığın büyük yapıcı rolü vardır. Çeşitlilik ne demektir? Frenkler buna «diversite, pluralite» diyorlar, din dilinde «ihtilâf» şeklinde geçiyor. Ancak bu ihtilâf kelimesi, Türkçe’de çok dar ve menfi (olumsuz) bir mânâda kullanılıyor. Arapça’da ise ihtilâf, çeşitlilik anlamına gelir. Aynı kökten gelen muhtelif kelimesinde olduğu gibi. Muhtelif eşya denildiği zaman, çeşit çeşit eşya anlaşılması gibi…
Hadîs-i şerifte: «Ümmetimin ihtilâfı geniş bir rahmettir», buyurulmaktadır.
Buradaki ihtilâf, müsbet, yapıcı, bütüne zarar vermeyen çeşitlilik mânâsınadır.
Buraya kadar verdiğimiz izahattan anlaşılacağı üzere çeşitlilik ikiye ayrılır (a) Rahmanî, müsbet, yararlı çeşitlilik, (b) Şeytanî, menfi, zararlı çeşitlilik. Şimdi bunıara bazı örnekler verelim:
Rahmani çeşitlilikler:
Şeytanî çeşitliliğe, farklılığa örnekler:
A- Ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadının dışında olan bütün çeşitlilikler zararlıdır.
B Yine Şeriat sınırlarını zorlayan, dışına çıkan, Şeriat’a ters düşen her çeşitlilik sapıklıktır.
C- Fırka ve cemaat taassubu: Böyleleri, ümmet içindeki Rahmanî çeşitliliği kabul etmez, «ya benden olacaksın, yahut seni reddederim» der. Arabistan’daki Necdî taifesi, İbn Teymiyye’nin mutaassıp taraftarları gibi dar kafalılar, kendileri gibi inanıp düşünmeyen Müslümanları tekfir ederler, şirkle suçlarlar.
Ç— Ümmet şuuru yerine grup ve cemaat taassubuna kapılanlar, ümmet içindeki çeşitliliği kabul etmezler. Böyleleri, bütünü parça içine sokmağa uğraşan ahmaklardır.
Bir başka incelik daha vardır. Yüce dinimizin hükümleri iki ana gruba ayrılır. Müttefakun aleyh olanlar ile muhtelefün fih olanlar. Müttefakun aleyh demek, üzerinde oybirliği olan hüküm demektir. Mesela beş vakit namazın farz oluşu, Ramazan orucunun, zekâtın yine birer farz oluşu gibi… Bunların farzıyetinde çeşitli görüşler olamaz. Muhtelefün fih ise üzerinde ihtilâf edilen teferruata (ayrıntıya, uygulamaya) ait hükümlerdir ki, bunlar hakkında kesin naslar yoktur. Mesela kan Hanefîlerde abdesti bozduğu halde Şafiîlerde bozmaması gibi. Vitir namazının Hanefîlikte vâcip, Şafiîlikte sünnet olması gibi. Tarikatlerdeki zikir ve merasimlerde de buna benzer, ayrıntıya dair ihtilâf-çeşitlilik vardır. Bazıları hafî (gizli, içten) zikri esas alır, bazılarında ise cehrî-sesli zikir vardır. Bazıları sema eder, bazıları sema etmez. Ama herbirinin dayandığı bir fetva, ruhsat, görüş vardır. Bu yüzdendir ki, tasavvuf büyükleri, kendi tarikatlerinde olmayan ve kendilerinin yapmadıkları bazı şeyler için “in kâr nekûnem inkâr ne kunem” (ben bu işi yapmam ama inkâr da etmem) buyurmuşlardır.
Bir Hanefinin, kan çıktığı halde abdestini tazelemeyen Şafiî’yi tenkid edip ver yansın etmesi ne kadar yersiz olursa, tarikat mensuplarının da ihtilâftı (muhtelefun fih) olan konularda birbirlerini suçlayıp sapıklıkla itham etmeleri o kadar yersiz ve insafsız bir hareket olur.
«Müslümanların büyük kısmı sapıttı, bir biz kaldık» sözü, Ümmet-i Muhammed içindeki Rahmanî çeşitliliği kabul etmeyen çok dar ve mutaassıp bir zihniyeti aksettirmektedir. Hayır efendim! Ehl-i sünnet itikadı ve Şeriat hudutları içinde bulunmak şartıyla bütün mezhebler, tarikatler, meşrebler, «yoğurt yiyişler» haktır, doğrudur. Sessizce vakar içinde zikreden Nakşî de hak yoldadır, cehrî zikir esnasında cezbeye gelip şiş saplayarak bürhan gösteren Rufai de haklıdır.
Aslında ehl-i sünnet inancına bağlı olan, Şeriat hudutları içinde kalan nice hak meşreb mensupları vardır ki, ümmet içindeki çeşitliliği inkâr ettikleri, sadece kendilerini hak bildikleri, diğer hak yolları dışladıkları için, aşırılığa, düşmüş; çeşitliliği kabul etmedikleri için zararlı olmuşlardır.
Zamanımızda bu çeşitlilik kavramı üzerinde ne kadar durulsa azdır.
Tekrar ediyorum: Esasında hak olan bir çeşitlilik, öteki. hak çeşitlilikleri kabul etmemek ve saldırmak suretiyle zararlı olabilir. Buna çok dikkat edelim. Bütün rahmanî çeşitlilikler ümmet birliğini perçinler, zenginlik ve genişlik kazandırır.
Peki aşırılıklardan kurtulmak için ne yapmalıyız? Bence ilk iş, farklı Müslümanları ve mensup oldukları cemaatleri tenkid etmemek, onlarla kardeşlik bağlarını kopartmamaktır. Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselam, yanında bir kaç sahabe ile birlikte bir yerden geçerken, pis kokular saçan bir köpek leşine rastlamışlardı da ashab «Aman ne pis kokuyor, buradan çabuk uzaklaşalım», dediklerinde, insanlığa örnek önder olarak gönderilen Resûl-i Kibriya Efendimiz tebessüm ederek, «Bu köpeğin dişleri ne kadar beyaz!» buyurmuşlardı. Bakınız, Yüce Peygamberimiz, o pis leşte bile, kötülenmeyecek bir şeye dikkati çekmişti. O halde bize ne oluyor ki, ümmet içindeki rahmani çeşitlilikleri tenkid ediyoruz, farklı kardeşlerimizi insafsızça suçluyor ve dışlıyoruz.
İslâm’da nasıl renk, siyah beyaz; ırk, Arap, Acem; ülke, Hindistanlı, Mısırlı ayrımı yasaksa, meşreb, mezheb, cemaat ayrımı da yoktur.
Sünnî olan, namazı kılan, Şeriat’ı nizam olarak kabul eden herkes bizdendir. Muhtelefün fih olan bazı meselelerde bize ters düşse de…
Bende «Makalât-ı Aziziye” adlı Osmanlıca matbu bir kitap var. Sultan Abdülaziz zamanında bir Nakşî şeyhi tarafından te’lif edilmiş. Bu zat, İstanbul câmilerinde «Mesnevi-i Şerif” okuturmuş. Meşrebler arası işbirliğine, tarikatler arası kardeşliğe ne güzel bir nümûne…
İSTİHBARATÇI MEHMED
Mehmed Efendi mahallede bir istihbarat teşkilâtı kurmuştur. Sessiz sedasız, sinsice haber toplar. Elde etmek istediği bilgiyi öyle kabak gibi doğrudan doğruya sorarak öğrenmez: uçan kuştan sır kapar, yarenliklerden, dedikodulardan ahkâm çıkartır. Mehmed Efendi sanki çevresinde bir yeraltı örgütü meydana getirmiştir. Bakkallardan, kahve müdavimlerinden, muhtardan, sokakta rastladığı komşulardan, hattâ seyyar satıcılardan yararlanır istihbarat işinde. Doğrusu yamandır bizim Mehmed Efendi.
Ne mi yapar o?. . Anlatayım: Kışın yaklaştığı şu günlerde odun kömür alacak gücü olmayan iki aileyi tesbit etmiş ve yakacak ihtiyaçlarını kendi kesesinden sağlamıştır. Kocası câhillik edip de hapse düşen Nazife kadının ve biri ortaokulda, ötekisi lisede okuyan iki yavrusunun imdadına da o yetişmiştir. Kadıncağızı teselli ederken, kimse görmeden eline bir zarf sokuşturmuş, kadın zarfı açtığında içinde bir milyon lira bulmuştur. Bu para ile bakkal borçları ödenmiş, çocukların okul ihtiyaçlarının bir kısmı karşılanmış, birazcık da mutfak masrafı kalmıştır Mahalledeki birkaç dul karının, üç beş yetim çocuğun, bir iki fakir ve çaresiz hastanın da elinden tutmuştur bizim Mehmed Efendi.
Dedim ya o yaman bir istihbaratçıdır. İşi gücü dara düşenleri, yoksulluktan kıvrananları, fakr u zarurete duçar olanları arayıp bulmak ve imdatlarına yetişmektir.
Peki kimdir bu Mehmed Efendi? Milyarder midir, banker midir, mahallenin Karun’u mudur? Ne münasebet efendim! Mahmed Efendi ortahalli biridir. Kendi mütavâzı işinden başka, iyi kira getiren bir mülkü vardır. Sade bir hayat sürer ve her ay artırdığı bir milyon lira kadar parayı, çevresindeki ihtiyaç sahiplerine dağıtır.
Istihbaratçılığı da bu iş içindir. Bu haliyle o, başka bir çağın adamıdır. Bu yüzden onu çok seviyor ve takdir ediyorum.
Durumu müsait olanlara sesleniyorum: Siz de çevrenizde İstihbaratçı Mehmed Efendi gibi çalışmayı düşünür müsünüz?
29.10.1991