Cezaevi Rezaletleri
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 10 Mart 2019
Yazılarımdan dolayı üç hapis cezası almıştım ve Yargıtay da bu cezaları tasdik etmişti. 1984’te Bayrampaşa cezaevine tıkıldım. Bir müddet sonra taşradaki başka bir cezaevine nakledilecektim. Dilekçe verdim; gazeteci olduğumu, yaşlılığımı, sağlığımın müsait olmadığını belirterek naklimin, masrafları tamamen tarafımdan karşılanmak üzere özel bir vasıta (bir otomobille, yanımda iki jandarma olduğu halde) ile olmasını istedim. Bu benim kanunî hakkımdı, birçok mahkum böyle naklediliyordu. İsteğimi kabul etmediler. Bir Eylül sabahı erkenden uyandırıldım, sevk yerine götürüldüm. Ceplerimdeki her şeyi boşalttılar, bir çöp bırakmadılar. Ellerimi bir zincir ile bileklerimden bağladılar, bir kilit astılar, anahtarını, gittiğimiz yerde açılmak üzre bir zarfa koydular, üzerine iki resmî mühür bastılar ve beni yirmi beş mahkum ile birlikte, madenî büyük bir tabuta benzeyen bir mahkum arabasına koydular. İçeride yirmi beş kişi vardı; hepimizi büyük bir sevk zinciri ile birbirimize müteselsilen bağladılar. Önde ve arkada polis eskort arabaları olmak üzere cehennemî bir hızla hareket başlatı. İstanbul sınırlarına geldik, eskortlar değişti, Kocaeli polisi nöbeti devr aldı. Benim sevkim Gerede’ye çıkmıştı, oraya kadar ellerimiz çözülmedi. Bir lokma ekmek yiyemedik, bir yudum su içemedik. Bazı ilaçları kullanıyordum, tabiî ki, onları da yutamadım. Bu şartlar altında tuvalet ihtiyacını da görmek imkansızdı.
Hapishane arabası akşama doğru Gerede’ye vardı, orada zincirlerimiz çözüldü.
Düşününüz, Türkiye’nin sözde medenî, sözde ilerici, sözde çağdaş sistemi, benim gibi yazılarından mahkum olmuş bir gazeteciye bu muameleyi reva görüyordu. Tehlikeli bir cani değildim, kaçacak halim de yoktu. Niçin yanımda iki kolluk vazifelisi olduğu halde bir otomobille sevkime izin vermemişlerdi?
Mahkumiyetime sebep olan yazılardan birinde, “Bu hükümet hergün yüce divanlık birkaç suç işliyor” demiştim. Bu cümle suç sayılmıştı. Halbuki ben o yazıyı yazdıktan sonra o mâlum ve mâhut hükümetin iki bakanı yüce divana verilmiş ve hapis cezasına çarptırılmışlardı.
Epey sıkıntılar çektim, Gerede’den Şile cezaevine tekrar sevkedildim ve hayli zaman geçtikten sonra bir cumhuriyet bayramı günü ceza müddetim doldu, salıverildim.
Bu eski hatıraları niçin mi yazdım? 9 Kasım 2000 tarihli Hürriyet’te ünlü ve kabadayı bir vatandaşın, içinde bulunduğu cezaevi müdürünü döğdüğü, sonra ora savcısının başına sandalye attığı, ortalığı birbirine kattığı, hapishanede isyan çıkarttığı, birkaç mahkumu pencereden atıp öldürdüğü yolunda bir haber okudum da eski hatıralarım canlandı.
Rejimin gücü, bakan protesto eden onbeş yaşındaki kıza yetiyor. Zavallı çocuğu tam kırk küsur gün içeride tuttular.
Birçok hapishaneler devlet içinde devlet haline gelmiştir. PKK militanlarının ve teröristlerinin kapatıldığı bir cezaevi bir ara gerilla okulu, devrim üniversitesi gibi çalışmış diye rivayetler duyuyoruz.
Hapishanelere telsiz telefonlar, cep telefonları, tabancalar sokuluyor.
Hapishanelerde can güvenliği yok. Geceleyin âniden ışıklar sönüyor bir müddet sonra tekrar yanıyor. Bu süre içinde birtakım canhiraş feryatlar, küfürler, homurtular, böğürtüler duyuluyor ve bir de bakıyorsunuz ki, birkaç mahkum veya tutuklu şişlenmiş, yerlerde, yatakların üzerinde debeleniyorlar.
Medya hapishanelerin durumu ile fazla meşgul olmuyor. Öyle birkaç sansasyonel haberle bu mekanların esrarı aydınlanmaz.
Yıllarca önce Nokta dergisi bir yazı yayınlamıştı. Bir sübyan koğuşunda zavallı gariban bir çocuğun ırzına geçilmiş ve zavallı birkaç gün sonra ölmüş…
Bu günkü hukuk, infaz sistemimizle bizi kesinlikle Avrupa Birliği’ne almazlar.
Elbetteki sakin cezaevlerimiz de vardır. Lakin genelde durum çok bozuktur. Kanunlar nizamlar hiçe sayılmaktadır. Âsâyiş kalmamıştır. Yolsuzlukların, yamuklukların bini bir parayadır. Derin devlet büyüklerinin bu işlerle uğraşmaya vakitleri yoktur. Onların en birinci derdi ve meselesi irticadır. Onların nazarında bu ülkeye, bu devlete en zararlı şey İslâm kadın ve kızlarının başörtüleridir.
Derin devlet dedim de hatırıma geldi: Eğitim Bilim dergisinin Kasım 2000 tarihli sayısında Sabataycı Ilgaz Zorlu ile yapılmış bir röportaj çıktı, başlığı “Derin Devlet Biziz” olan bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim. (Tel: 0212/534 38 43 ve 45)
Türkiye hapishaneleri niçin bugünkü hale gelmiştir? Bozulan sadece oraları değildir, bu memlekette her şeyin çivisi çıkmıştır. Bunun ana sebebi de ülkemizdeki sistemin, düzenin artık miadını doldurmuş, bitmiş olmasıdır.
Şimdi derin devletçiler statükoyu muhafaza etmek için bazı Moiz Kohen (Tekin Alp) milliyetçilerini ve Türkçülerini kullanmak istemektedir.
Türkiye’nin büyük değişimlere ihtiyacı vardır. Statükoda ısrar edilirse rejim ile devlet birden batacaktır.
Derin devletçiler, başörtüsü ile uğraştıkları kadar Ermeni meselesi ile de meşgul olsalar ya.
İç ve dış düşmanlarımız Türkiye’nin kuyusunu kazıyor, bizim egemen azınlıklarımız ise nelerle uğraşıyor.
Bakanlık makamına kadar çıkmış bir adam kaç banka batırdı, kaç katrilyon götürdü, onun hakkında hiçbir tahkikat yok.
Türkiye babalar ülkesi oldu. Mafya babası, politika babası, rejim babası… Büyük babalardan birinin akrabaları, canları ciğerleri bin türlü pisliğe bulaşmıştır. Sadece birinin üzerine gidilebildi. Hepsinin birden üzerine gidilmesi gerekmez mi?
Büyük, ünlü, güçlü Sabataycılardan birinin de pislikleri ortaya çıktı. Şimdi ne kadar Sabataycı, çağdaş, ilerici, sözde Atatürkçü varsa o adamı kurtarmak için seferber olmuştur.
Sultan Abdülhamid zamanında hürriyet yoktu ama adalet vardı. Padişah tarafından sürülmek tehlikesine mâruz kalan bazı Jön Türkler, bir çare olarak kendilerini sivil mahkemeler tarafından tutuklatır, cezaevine girerlermiş. O zaman İstanbul’da Hilmi efendi isminde bir cinayet mahkemesi (Ağır ceza) reisi varmış, onun tutukladığı kimseyi sultan bile cezaevinden çıkartıp da süremezmiş.
Adalet mülkün temelidir deyip duruyoruz. Bu söz Hazret-i Ali’nindir. Cezaevleri, infaz sistemi de adaletin önemli bir parçasıdır. Onların bugünkü durumuna bakarak, adalet temellerinin sarsıldığını, dinamitlendiğini söylersek mübalağa etmiş olmayız.