Çocukluğumun İstanbul’u
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
Perşembe
(1) Asıl İstanbul eski Bizans surları içindeki şehirdi. Rahmetli Hamdune teyzem 1940’lı yılların başında Nişantaşı’nda oturuyordu, Galata köprüsünün öbür tarafında bir yere giderken “İstanbul’a gidiyorum…” derdi.
(2) Haliç’in iki sahili denize kadar evlerle, işyerleriyle, hanlarla doluydu. Yollar o kadar dardı ki, karadan Eyüb Sultan’a gitmek imkânsız denecek kadar zordu. Haliç sahillerindeki mahallelere küçük vapurlarla gidilirdi. Galata köprüsünden kalkarlar, Unkapanı köprüsünün altından geçerken bacalarının üst kısmı aşağıya çekilir, sağdaki soldaki iskelelere uğrayarak Eyüb’e varırlardı. Haliç’in sahillerinde ve ortasında bir sürü gemi bulunurdu. Meşhur iki bacalı Gülcemal’i hatırlıyorum. Ayvansaray’da taka yapılan tersaneler vardı.
(3) Tramvay İstanbul’un sembolüydü. Bebek’e, Mecidiyeköy’e, Edirnekapı ve Yedikule’ye; karşıda Kısıklı ve Bostancı’ya kadar tramvay işlerdi.
(4) Boğaziçi’nin iki tarafındaki semtlere vapurlarla gidilirdi. İstanbul o tarihlerde bugünkü gibi taşlaşmamış, betonlaşmamıştı. Boğaz sahilleri ve kıyıları; yalıları, yeşillikleri, koruları, eski ahşap evleri ile seyredenlere bir göz ziyafeti teşkil ederdi.
(5) Kadıköy tarafında Kızıltoprak’tan sonra köşkler, bahçeli evler başlardı. Hali vakti yerinde olanlar yazları buralara taşınırdı. Bağdat caddesi ve civarında bir tek apartman, yüksek beton bina yoktu.
(6) İstanbul 750 bin ile bir milyon nüfusa sahipti. Yüz yirmi bin kadar Rum, seksen bin Ermeni, elli binden fazla Yahudi, Levantenler büyük bir yekûn teşkil ederlerdi. Beyoğlu’nda, Kurtuluş’ta, Fener’de (Haliç), Yenikapı’da, Samatya’da Rumca konuşulurdu.
(7) O zamanlar İstanbul gerçekten bir şehirdi. Sonra köyleşti, bilahare dünyanın en büyük mezrası oldu. Şu anda beton kaplı bir çöldür. Çöllerde vahalar olur, İstanbul’un vahaları var ama onlar şehrin çöl olmadığı mânâsına gelmez.
(8) 1940’lı, 50’li yıllarda İstanbul’da günlük üç Fransızca gazete çıktığını hatırlıyorum. 1929’da günlük Fransızca gazete sayısı beşmiş.
(9) Memurlar, dükkan sahipleri sabahleyin işlerine giderken öğle yemeklerini sefertaslarıyla evden getirirlerdi.
(10) İkinci Dünya Harbi yıllarında (1939-1945) İstanbul camilerinin büyük kısmı, belki beşte dördü kapalı ve haraptı. Düşünebiliyor musunuz, Sultanahmet camii bile ibadete kapatılmış, asker deposu yapılmıştı. Camiler kapatılmış, harap edilmişti ama kiliseler açıktı, onlar Lozan andlaşmasının koruması altındaydı.
(11)1950’ye kadar minarelerde Ezan-ı Muhammedî okumak yasaktı. Tanrı uludur, Tanrı uludur…diye Türkçe Ezan okunurdu. Arapça Ezan okumak büyük suçtu.
(12) İstanbul halkı lahmacun nedir bilmezdi. Lokantalarda genellikle İstanbul, Rumeli yemekleri yapılır satılırdı. Beş altı çeşit çorba bulunurdu. Maddî imkânı olmayanlar bir simit ve bir bardak çayla karınlarını doyurmaya çalışırlardı.
(13) Eskiden İstanbul’da akşam gazeteleri çıkardı. Bunlar gece basılıp sabah erkenden dağıtılmaz, öğleye doğru basılır ve seyyar müvezziler (dağıtıcılar) tarafından sokak ve meydanlarda bağırılarak satılırdı. İsimleri hatırımda kalanlar: Son Saat, Gece Postası, Hergün, Akşam, Zaman…
(14) O zamanlarda sahillerdeki şehirlerden İstanbul’a büyük yolcu vapurları ile gelinirdi. Bunlar ya Sirkeci rıhtımına yahut Tophane’ye yaklaşırlar, yolcu indirirlerdi. Sirkeci otelleri ve lokantalarıyla şimdikinden çok başka bir yerdi.
(15) İkinci Dünya Savaşı yıllarında ülkeyi, bu arada İstanbul’u da bit basmıştı. Okuduğum yatılı okulda duvara kocaman bir afiş yapıştırılmıştı. Bunda büyük ve iğrenç bir bit resmi bulunuyor, bu parazitin tifüs hastalığını taşıdığı ve yaydığı bildiriliyordu. Meşhur popüler romancı İskender Fahrettin Sertelli tifüsten ölmüştü.
(16) Harp yıllarında karaborsa, istifçilik, ihtikâr almış yürümüştü. Birtakım haram yiyici domuz zenginler türemişti.
(17) Yine harp yıllarında ekmek vesika ileydi. Vesikası olmayan, vesikasını kaybeden ekmeksiz kalırdı. Taşradan gelen yolculara karakollar vasıtası ile yolcu vesikası verilirdi. Lokantalarda yemek yiyebilmek için vesika gerekirdi.
(18) İstanbullular genelde terbiyeli idiler. Şehir görgüsü vardı.
(19) Marmara ve Boğaz’da üç yüz çeşit balık yaşardı. Balık pazarlarında mevsimine göre onlarca çeşit balık satılırdı. Galatasaray mektebinde 850 yatılı talebeye arada bir kılıç balığı fişi verilirdi. Beykoz’da nefis kalkan tutulurdu. Marmara’da tadına doyum olmayan mercan balıkları vardı. Beyoğlu’nda Rum büfecilerin vitrinlerinde kayık tabaklar içinde uskumru dolması satılırdı. İstanbul’un çirozu, lakerdası meşhurdu.
(20) İkinci Cihan Harbi yıllarında İstanbul’da sıkıyönetim idaresi vardı, tek parti yönetimi hakimdi. Fikir ve basın hürriyeti çok kısıtlıydı. Millî Şef İsmet Paşa’nın zevcesi Mevhibe hanımın Beyaz Trenle Ankara’dan İstanbul’a gelişini birinci sayfadan değil de, üçüncü sayfada verdiği için Velid Ebüzziya beyin Tasvir gazetesi kapatılmıştı.
(21) İstanbul’da sur içinde sebze bahçeleri, bostanlar vardı. Gözleri bağlı atlar bostan kuyularından su çekerlerdi. Şehrin sebzesinin büyük kısmı buralardan temin edilirdi.
(22) Şehrin çöpleri mavnalara yüklenir, bir romorkör bunları biraz açıktan denize Marmara’ya doğru çeker, çöpler denize boca edilirdi. Bu esnada martılar üşüşür karınlarını doyururlardı.
(23) Marmara sahillerinde eski surlarla deniz birleşirdi, bugünkü yol yoktu. Denize çakılmış kazıklar, çakıllar üzerinde kahveler, meyhaneler bulunurdu. Halk ve bilhassa çocuklar buralarda denize girerlerdi. Bakırköy’de deniz kıyısında bazı evlerden denize olta atılıp balık tutulurdu.
(24) Osmanlı’dan kalma eski rical, nazırlar, sefirler, medrese ve darülfünun müderrisleri, tekke şeyhleri, eski zaman efendileri sağdı. Pek konuşamazlardı ama varlıkları bile bir nimetti.
(25) 40’lı yıllarda yaşı yirmi beşin, otuzun üzerinde olan herkes mektuplarını, notlarını eski yazı denilen yazı ile yazardı.
(26) Şehirde birkaç büyük otel vardı: Beyoğlu’nda Tokatlıyan, Pera Palas, Taksim’de Park Palas, Tarabya’da yazlık Tokatlıyan.
(27) O zamanlar bugünkü televizyonların yerinde sinemalar vardı. Halk sık sık sinemaya giderdi. Mısır’dan alaturka filmler gelir, muhafazakâr zümre onları seyrederdi. Başrollerde Abdülvehhab, Emine Rızık… Bu filimler bol şarkılıydı, Sadettin Kaynak’ın şarkıları okunurdu.
(28) Şehirde âsâyiş vardı. Bir gecebekçisi bütün bir mahallenin inzibatını sabaha kadar sağlardı.
(29) 40’lı yılların en çok satan gazetesi Cumhuriyet’ti, otuz bin satardı. İkinci Dünya Harbi’nin başlarında Hitler Almanya’sını ve Nazi rejimini desteklediği için Millî Şef’in hışmına uğramıştı.
(30) Büyük ticaret Yahudilerin, Rumların, Ermenilerin, Dönmelerin elindeydi. 40’lı yıllara ait telefon rehberlerinin meslek kısmına bakılırsa anlaşılır. Meselâ kürk ticareti ile uğraşanların hemen hepsi gayr-i müslimdi.
(31) Akşam gazetelerinde on kadar tefrika olur, işleri kesat giden, müşterisiz oturan esnaf bu tefrikaları okuyarak akşamı ederdi.
(32) Topkapı’da, Edirnekapı’da surlardan sonra mezarlıklar, bağlar, bahçeler, bostanlar, hatta buğday tarlaları başlardı.
(33) Suriçi İstanbul ahşap evler, köşklerle doluydu. Evlerin küçük bahçeleri vardı. Her yer yeşillikti. Hanımelleri, mor salkımlar, üzüm asmaları; erik, ayva, incir ağaçları, bahçelerde kuyular…
(34) Eski İstanbul’da bugünkü kadar namussuzluk, şerefsizlik, görgüsüzlük, lüks, israf, bedevîlik yoktu.
(35) Şapka kanunu dolayısıyla eski İstanbul erkeklerinin yüzde doksan dokuzu şapka giyerdi. Şapka temizleyen ve ütüleyen mağazalar vardı.
(36) Yazın İstanbul’da belki on çeşit şerbet içilirdi. Üzüm şırası, nar, limon, portakal, elma, şeftali, demirhindi, koruk, kızılcık…
(37) Beyazıt’taki Seraskerlik kapısının üzerindeki nefis hüsn-i hat levhaları mermer plakalarla kapalıydı.
(38) Eski İstanbullular daha görgülü, daha terbiyeli, daha olgun, daha kibar, daha mütevâzı, daha kanaatli, daha vicdanlı, daha şehirli, daha medenî idiler. 26 Eylül 2003