Coğrafyasını Satan Toplum
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
PerşembeAlmanya’nın Aşağı-Saksonya eyaleti başşehri Hannover’de beş seneye yakın bir müddet yaşadım. Oraya yerleştiğimde nüfusu 500 bindi, yıllar sonra ayrıldığımda yine 500 bin… Alman idaresi, Alman sistemi şehirlerin büyümesine hele aşırı büyümesine karşı tedbirler almıştı. O ülkede nüfus, şehirler ve bölgeler arasında dengeli bir şekilde dağılmıştı. Bu dengenin bozulmasına izin vermiyorlar, imkân tanımıyorlardı.
Bizde son elli yıl içinde ülkemiz, nüfus dağılımı bakımından tepetaklak olmuştur. Şu yetmiş milyonluk memleketin nüfusunun üçte biri İstanbul’a ve civarına göç etmiştir. Ankara, İzmir, Adana gibi diğer büyükşehirler de aşırı derecede göç almış, kaldıramayacakları kadar nüfusa sahip olmuş ve ortaya vahim problemler çıkmıştır.
Son elli yıl içinde Türkiye’nin bir Japonya, bir Güney Kore, bir Taiwan, bir Singapur gibi kalkınamamasının, ilerleyememesinin, zenginleşememesinin ana sebeplerinden biri de, başta İstanbul olmak üzere bazı şehirlerin aşırı büyümesi ve şişmesi olmuştur. Bu büyüme ve şişme beraberinde arsa ve arazi fiyatlarının fırlamasına, mesken sıkıntısına halkın parasını ve kazancını ev edinmeye veya kiraya akıtmasına yol açmıştır.
Son elli sene içinde Türkiyelilerin meskene verdikleri para, yekün olarak trilyonlarca doları bulmaktadır. Bu para ülkenin sermayesiydi. Sermaye sanayiye, ticarete, verimli sahalara yatırılmamış, meskene yatırılmıştır. Bugünkü iflasımızın ana sebeplerinden biri ve belki en önemlisi budur.
Türkiye coğrafyasını, kendi topraklarını, kendisini satarak bu hale gelmiştir.
1940’da küçük bir çocuk iken İstanbul’a geldiğimde bu şehrin nüfusu 750 bin civarındaydı. Bugün ise (resmî rakamlara kulak asmayınız) onbeş milyonu geçmiştir. Bu şehrin coğrafî durumu, suyu, havası, kapasitesi bu kadar fazla nüfusu barındırmaya müsait miydi? Şu anda yetmiş milyon toplam nüfusa sahip olan bir ülkede bir tek şehrin bu kadar nüfusa sahip olması doğru mudur? İdareciler, ilgililer, sorumlular bu soruları düşünmediler bile.
İstanbul sanki sahipsizdi. Küçük ve azgın bir azınlık toprak, arazi, bina, mesken furyası ile gölgesinde yağma yapmak istiyordu. Ahlâksız idareciler ve bürokratlar; ahlâksız ve vicdansız politikacılar; ahlâksız ve rezil iş adamları kolay, spekülatif kazançlar elde etmek için sanki kudurmuşlar, akıllarını yitirmişlerdi.
İstanbul’a yakın tarihimizde bir sürü “Nazım Plan” yapılmış, hepsinin de canına okunmuştur.
1950 ile 60 arasında devrin başbakanı, şehircilikten hiç anlamadığı halde İstanbul’un imar işinin başına geçmişti ve tarihî mekanları bir emriyle silip süpürüyordu. Eski tarihî yapılar, camiler, medreseler, türbeler, küçük kabristanlar buldozerlerle yok ediliyordu. Hazret, bazı sabahları kargalar bilmem nelerini yemeden yıkım yerlerine gidiyor, eline bir taş alıyor, bütün gücüyle fırlatıyor, “İşte buraya kadar yıkın…” diyordu.
İstanbul’un imarı önce sur içindeki tarihî bölgenin, Karaköy, Salıpazarı, Beşiktaş civarının tahrip edilmesiyle başladı. Sonra Boğaziçine sıçradı. Şu anda İstanbul, yakın tarihimizdeki bu tahribatın, bu betonlaştırma ve yapılaştırma seferberliğinin acı neticesi olarak karşımızda bir medeniyet ve bayındırlık fâciası olarak durmaktadır.
Şu boğaz sırtlarına bakınız. Tepeler, vâdiler, yamaçlar çirkin evlerle, çirkin mahallelerle doldurulmuştur. Anadoluhisarı’nın arkasında Göksu deresinin iç taraflarındaki mahalle denizden ne kadar çirkin görünüyor. Buraya mahalle yapılmaması gerekirdi ama bu işte milyonlarca dolar kazanç, rant ve avanta olduğu için izin verilmiştir.
Çamlıca’nın alt taraflarına, etrafına bakınız. Ne kötü, ne çirkin, ne iğrenç bir yapılaşma göreceksiniz.
Akıllı, medenî, kültürlü, hukuklu, ilimli, vicdanlı, mantıklı toplumlar ve ülkeler sanayi ile, ticaret ile, üretim ile, ihracat ile zengin olmuşlardır. Biz bunları beceremedik, onların yerine faiz, rant, arsa ve mesken spekülasyonu, hayalî ihracat, rüşvet, alevere dalavere ile zenginleşmek istedik. Küçük ve azgın bir azınlık zenginleşti ama ülke de battı.
Çocukluğumda, ülkede bugünkü gibi karayolları bulunamadığından sahil şehirlerinden ve bölgelerinden İstanbul’a, bacalarından karadumanlar saçan yolcu vapurlarıyla gelinirdi. Karadeniz’den gelen vapurlardan İstanbul’u seyr etmek ne kadar güzeldi. Sadece Boğaziçi değil, Beşiktaş, Cihangir, Üsküdar, Suriçi tarihî bölge de ağaçlarla, yeşilliklerle, eski evlerle doluydu. O zamanlar İstanbul bir yeşil şehirdi. Bir de, aradan elli yıl geçtikten sonra aynı bölgelere bakıyoruz ve karşımızda bir ucube, bir beton kent görüyoruz.
Bütün medenî ülkelerde insanlar yeşillikler içinde yaşar. Büyük küçük bütün Alman şehirlerinde parklar, korular, ormanlar, bahçeler, sun’î (yapay) göller bulunmaktadır. Orada yeni yapılan meskenlerin yüzde doksan altısı bahçeli küçük evlerdir.
Biz ise betona, yüksek binaya, apartmana o derecede meftun ve âşık olmuşuz ki, eline para ve imkan geçen köylülerimiz bile kırsal kesimde beş katlı betonarma binalar yaptırmaya başladılar. Arzu edenlere gösterebilirim.
İstanbul’un hiç olmazsa, eski Bizans surları içindeki tarihî bölgenin korunması gerekirdi. Koruma ne demektir? Bunun ilmi vardır, kültürü vardır, uzmanlığı vardır. Şehircilik, tarihî mekanları ve bölgeleri koruma doktorluk, hukuk, işletmecilik gibi bir ihtisas dalıdır. 1950’lerde bizde bu koruma şuuru, idraki, ihtisası yoktu ve bu yokluk bize nice tarihî mekanımızı ve millî kimlik servetimizi kaybettirdi.
Benim çocukluğumda İstanbul halkının büyük bir kısmı eski tarihî ahşap evlerde otururdu. Şimdi hiçbir varlıklı aile eski tarihî bir evde oturmak istemiyor. Peki bu konuda zengin, medenî, ilerlemiş, akıllı ve sanat zevkine sahip toplumlar ne yapıyor? Gidiniz Almanya’ya, Avusturya’ya bakınız. Oralarda eski tarihî evlerin içi güzelce restore edilir, gereken bütün konfor yerleştirilir, dışları da aslına uygun olarak tamir edilir, boyanır ve içlerinde Alman aileler oturur.
Bir dekorasyon dergisinde okumuştum. İstanbul’un Beylerbeyi semtinde orta halli bir aile ahşap üç katlı bir eski zaman evinde oturuyormuş, başka örnek kalmamış. Diğer eski evler ya harap vaziyette yıkılmayı, yakılmayı (yanmayı değil) bekliyor. Yahut da sefalete düşmüş bazı fakir aileleri, bekarları geçici olarak barındırıyor.
Namuslu, şerefli, ehliyetli, dürüst politikacıları, belediyecileri, bürokratları tenzih ederim ama böyle olmayanlara da lanet okumaktan kendimi alamıyorum. Çünkü İstanbul’u onlar mahv etmiş, bitirmiş ve batırmıştır. Bir toplum tarihî devamlılık şuurunu yitirir, millî kimlik ve kültürden mahrum kalır; para onun için en temel değer haline gelir ise sonunda böyle faciaların meydana gelmesi önlenemez.
Biz kendi coğrafyamızı, kendi arsa ve arazilerimizi spekülatif yollarla değerlendirip paraya çevireceğimiz yerde Japonlar ve Güney Koreliler gibi sanayi, üretim, ticaret, ihracat işlerine ağırlık verseydik bugünkü acınacak durumda olmayacaktık.
İstanbul düzelir mi, büyük tahribat tâmir edilebilir mi? Elbette mümkündür. Lakin bu işin olması için öncelikle insanlarımızın; hem idarecilerin, hem idare edilenlerin, politikacıların, belediyecelerin, bürokratların; vasıflı, kültürlü, ahlâklı, faziletli, vicdanlı Türkiyeliler olması gerekir. İşte bu çok zordur. Batmışsın bir bataklığa, çıkmak o kadar kolay değil. 03 Ekim 2003