Cuma

 

Libération Gazetesi’nde (30 Haziran 2005), Rusya Federasyonu’na bağlı Dağıstan Cumhuriyetiyle ilgili önemli bir yazı okudum. Dağıstan bize hem coğrafi bakımdan, hem de din ve kültür noktasından çok yakın kardeş bir ülkedir. Lakin ne yazık ki, bizim medyamız oraya muhabir göndererek haber toplamıyor. Haydi, bu işi Pembe medya yapmıyor, peki Müslüman medya niçin yapmıyor?

Dağıstan etnik çeşitlilik itibarıyla belki de dünyanın en karışık ülkesidir, orada 2,5 milyon kişi yaşamaktadır; resmî olarak 102 ayrı “etnik köken” mevcuttur ve bunların çoğunun kendi lisanları vardır. Belli başlı üç milliyet Avarlar, Darginler ve Lezgilerdir. Bunların lisanları Kafkasya lisanıdır, birbirleriyle benzerlikleri ve paralellikleri bulunur. Diğer diller Türk veya Fars kökenlidir. Dağıstan’da ayrı lisanlara sahip komşu köylüler bile anlaşabilmek için Rusça kullanmaktadır. Osmanlı Devleti zamanında Türkçenin müşterek lisan olması için çalışılmış, daha sonra onun yerini Rusça almış, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Arapçanın ortak dil olması için bazı çalışmalar yapılmış, gayretler gösterilmiştir.

Niçin Türkçe değil de Arapça? Bunun sorumlusu ve suçlusu biziz, çünkü Türkiye’de Türkçenin canına okuduk. Ayrıca islâmî bakımdan olumsuz manzaralar sergilediğimiz için Dağıstanlılar bizden ümidi kesmiş bulunuyorlar. Dağıstan, 1859’da Rus Çarlığının hâkimiyetine girmiştir. Ruslar orada farklılıkları, çeşitliliği, başkalıkları olumsuz mânada teşvik ederek koruyarak, “böl, parçala ve hükmet” prensibi gereğince emperyalist ve sömürgeci bir siyaset takip etmişlerdir. Dağıstan’da İslâmiyet çok kuvvetlidir, Stalin zamanında bile Ruslar, halkı dize getirememişlerdir.
Şeyh Şâmil’in şerefli cihadı, İslâm tarihinin parlak sahifelerinden birini teşkil eder. O büyük zât, Nakşî şeyhi idi, Hâlid-i Bağdadî Hazretleri’nden hilâfet ve icâzet almıştır.
Nakşîliği askerî bir disiplin haline getirmiş ve uzun yıllar Ruslarla, şanla şerefle mücadele etmiştir. Sonunda mağlup düşmüş, esir olmuştur ama onun yenilgisi bile başlı başına bir zaferdir, bir efsanedir. İslâm dünyasının böyle şahsiyetlere bugün çok ihtiyacı var.

Bizdeki Pembeler Nakşîlikten nefret ederler. Çünkü Nakşîliğin birtakım özellikleri vardır:

1. Dinsizlerin, münafıkların, Pembelerin, çift kimliklilerin Nakşî tarikatının içine girmeleri, sızmaları çok zordur, hatta imkânsızdır.

2. Nakşîler, dinî konularda en ufak bir tâviz (ödün) bile vermezler. Dini, yüzde yüz saf olarak muhafaza etmek isterler.

3. Nakşîler, itikad meseleleri konusunda çok dikkatlidirler, Ehl-i Sünnet ve Cemaat çizgisinden zerrece inhiraf etmezler.

4. Nakşîler, yüzde yüz, kesin olarak, mutlak bir şekilde Şeriata bağlıdırlar.

Diğer İslâm tarikatları da hürmete layıktır, onlara da büyük saygımız, bağlılığımız vardır. Lakin yakın tarihimizde Masonlar, Pembeler, İki Dinliler, İslâm’ı içinden yıkmak isteyenler birtakım tarikatlara sızmışlar ve tahribat yapmışlardır. Meselâ Mevlevîliğe sızmışlardır, Bektaşîliğe sızmışlardır.
Selânik Mevlevîhanesinde bir ara, bir Sabataycı şeyh
olabilmiştir
. Mevlevîliği tenzih ediyorum, lakin acı bir gerçeği de gözler önüne seriyorum.

Biz tekrar Dağıstan konusuna dönelim. Şu anda orada güven ve huzur yokmuş, ülke cadı kazanı gibi kaynıyormuş. Geçen sene en az 32 polis öldürülmüş, 2005’te bu tarihe kadar 26 polis. Ayrıca onlarca bakan, yüksek bürokrat, milletvekili, savcı yardımcısı… cinayete kurban gitmişler.

Putin rejimi ve Putinciler, bu cinayetleri “Vehhabîlerin” üzerine atıyorlarmış.

Vehhabî derken kimleri kastediyorlarmış,

bütün İslâmcıları, militan Müslümanları.

Dağıstan’da iktisadî durgunluk, işsizlik had safhadaymış, yüz veya iki yüz rubleye

(üç veya altı euro)

günlük işler yapmaya hazır binlerce insan varmış.

Birtakım

“özel işler”

için ücretler daha yüksekmiş. Mesela

bin ruble karşılığında

(otuz euro)

bir adamı kurşunlayacak birisini bulabilirmişsiniz.

Öldürülecek kişi bir bakan yahut yüksek bürokrat olursa tarife yükseliyormuş…

Libération Gazetesi’nin yazdığına göre, Dağıstan’da her şeyin bir fiyatı varmış

, bir bakanlık sandalyesi

1 milyon dolarmış

. Tabii bu büyük parayı veren koltuğa oturduktan sonra masrafını fazlasıyla geri almaya çalışıyormuş.

Dağıstanlı bir gazeteci oğlunu Mahaçkale Üniversitesi’ne kaydettirmek istemiş,

Üniversitenin sorumluları tanıdığıymış, lakin ne Rusça, ne Avarca, ne de Dargin lisanıyla anlaşmak mümkün olmamış…

Sadece “rakamlarla” konuşmuşlar. Teknik Üniversiteye oğlunun kaydını yapmak için iki bin dolar bahşiş talep etmişler, Tıp Fakültesi için ücret on iki bin dolarmış.

Fransız gazeteci,

Abdullah

isimli sakallı bir

mücâhid-vâiz ile konuşmuş.

Bu zat ona, şimdiye kadar

Dağıstan polisi ve Kadirof’un Çeçen milisleri tarafından elli iki defa tutuklandığını söylemiş.

Tutukluları ilk

önce bir güzel dövüyorlarmış

, Abdullah’ın sakalına polisin biri öyle şiddetle asılmış ki, bir tutam kıl elinde kalmış… Mücâhid-vâiz sözlerine şöyle devam etmiş:

“Dayak ve işkenceye uğradığım vakit, Allah’ıma sığınıyorum, O beni koruyor. Gözaltında bulunduğum zamanlarda elimden geldiği kadar polislere vaaz ve nasihat ediyorum. Çok defa tahliyemden sonra onlarla dost ve arkadaş oluyoruz.”

Sovyetler zamanında ziraat mühendisliği yapan

Abdullah

(51 yaşında),

90’lı yılların başında Arap dünyasından, bilhassa

Ürdün ve Suriye’den gelen Müslüman davetçilerin ve hocaların telkinatıyla İslâm’ı keşfetmiş.

Onlardan nasıl dâvet yapacağını, nasıl tebliğ edeceğini öğrenmiş. Zira

“Yüksek bir bürokratla, bir şoföre yahut bir ev kadınına aynı şekilde dâvet ve tebliğ yapılamaz”

diyor. 1999’a kadar bu Arap vaizleriyle birlikte Dağıstan’ı dolaşmış, yapılan nasihatler sonucu olarak

Mahaçkale’ye yakın iki köyde Şeriat ilan edilmiş.

1999’da Çeçen İslâmcılarının Dağıstan’daki silahlı hareketleri yüzünden hükümet kuvvetleri, bu iki köyü tekrar ele geçirmişler.

Yıllardan beri Kafkasya’nın patlamaya hazır bir barut fıçısı olduğunu yazıyorum.

Çeçenistan’daki savaş bütün şiddetiyle, bütün vahşetiyle, bütün dehşetiyle devam etmektedir.

Dağıstan’da da durum son derece bozuktur.

Amerika, Avrupa, Batı Medeniyeti Çeçen halkının ezilmesine, yok edilmesine, orada insan haklarının ve savaş hukukunun ayak altına alınmasına seyirci kalmaktadır.

Çeçenistan’da gerçekten çok büyük bir zulüm vardır.

Savaş zaten çok ağır, çok acı, çok merhametsiz bir olgudur.

Oradaki çatışmalar konvansiyonel savaşların da ötesinde, tam mânasıyla bir vahşet, bir barbarlık, bir yamyamlıktır.

İnsanlık bu faciaya tepkisiz kalabilir, lakin

Allah böyle bir zulme razı olmaz.

Putin rejimi kendisini çok güçlü görüyor; tarihe bakınız, nice güçlü, kudretli, dehşetli imparatorluk, ilâhî sille ile paramparça olmuş, yerin dibine geçmiştir.

Bir ara, Stalin rejimi de çok kuvvetliydi. Sonunda ne oldu?

O süper güç, o dehşetli Sovyetler Birliği, kuruluşunun yetmiş küsuruncu yılında gümbür gümbür yıkıldı, parçalandı.

Aynı akıbet

Rusya Federasyonu’nun da başına

gelebilir.

Ülkemizde Dağıstan kökenli çok vatandaşımız bulunmaktadır.

On dokuzuncu asrın ikinci yarısında Rus zulmünden kaçarak kafilelerle Osmanlı ülkesine gelmişlerdir. Tanıdığım, dost ve arkadaş olduğum

Dağıstanlılar bilhassa Avarlar, son derece dindar ve temiz insanlardır.

Onların, dedelerinin yaşamış olduğu Dağıstan’la ilgilenmeleri gerekir. Öncelikle oradaki durum nedir, ne olup bitmektedir, Müslümanlar ne yapmaktadır gibi soruların cevapları bulunmalıdır. Yıllardan beri Müslümanların büyük ve ciddî bir

“İslâmî Bilgi Bankası”

kurmalarını teklif ederim, maalesef şimdiye kadar böyle bir müessese kurulamadı.

İstanbul’da büyük bir kitapçıya gittiğim ve

“Dağıstan’la ilgili kitaplar istiyorum”

dediğim zaman önüme

en az on çeşit ciddî kitap konulmalıdır.

Yazık ki, bugün bu konuda

tek bir kitap bile yoktur.

Türkiye’den oraya birtakım islâmî cemaatler ve kuruluşlar gittiler.

Camiler, Kur’ân kursları açtılar.

Amerikalıların, Rusların, İsrail’in baskısıyla bunların bir kısmı hudut harici edildi, bir kısmı da düşe kalka hizmete devam ediyor.

Bir zamanlar üç kıt’ada İslâm bayrağını şanla, şerefle dalgalandıran Osmanlıların torunları olarak biz Türkiyelilere büyük vazifeler düşmektedir, bunları maalesef yapamıyoruz.

Ülkemize sığınmış üç, beş bin Çeçen mülteci bin bir baskı, sefalet, ilgisizlik içinde sürünmektedir.

Yetmiş iki milyon nüfusu olan Müslüman bir ülkede

bu mağdur, bu mazlum, bu çaresiz kardeşlerimizin sürünmesi hepimiz için yüz karasıdır.

Allah bizden bunun hesabını sorar. Bunca felâketler gördük, geçirdik, bunca bâdireler atlattık, bunca tecrübe sahibi olduk, hâlâ gereği gibi uyanamadık, toparlanamadık. Ne zaman uyanacağız? Ayaklarımızın altındaki yer göçtüğü, gök kubbe başımıza çöktüğü zaman mı?

(4 Temmuz tarihinde çıkan Çeçen mültecileriyle ilgili yazım üzerine, yardıma hazır olduklarını bildiren birtakım okuyucularımdan mesajlar aldım. Birkaç gün sonra bu konudaki neticeyi bu sütunlarda okuyucularıma arzedeceğim.)

09 Temmuz 2005