Pazartesi

Sebilürreşad mecmuası sahibi merhum Eşref Edib beyden dinlemiştim. Ankara’da Trabzon meb’usu (milletvekili) ve İslâm kahramanı Ali Şükrü Bey hâince ve kahbece şehid edildiği zaman bütün Müslümanlar derin bir kedere ve ye’se düşmüşler. O sırada Hindistan Müslümanlarından bir zat Türkiye’de bulunuyormuş. Eşref Edib beye demiş ki: Bu gibi felâket ve musibetler kütlelerin uyanması, harekete geçmesi için bir vesiledir. Bunlardan yararlanmak gerekir.

O günden beri bir sürü felaket, bela, musibet içinde yaşıyoruz. Kendi ülkemizde sömürge yerlisi, ikinci sınıf vatandaş, zenci muamelesi görüyoruz. Temel hak ve hürriyetlerimiz çiğneniyor, hakarete uğruyoruz, haklarımız gasbediliyor. Lakin bir türlü ibret almıyoruz, intibaha gelmiyoruz, daha azimli, daha ısrarlı olmaya çalışmıyoruz.

Üzerimize ölü toprağı mı serpilmiştir?

Geçen gün lokantada yemek yerken televizyonda gördüm, Malatya’da üniversite kapısı önünde silahlı askerler, polisler başörtülü kızların içeriye girmesini engelliyordu. Polisler tesettürlü öğrencileri itiyor, kakıyor, sürükleyerek uzlaştırmak istiyordu. Ya Rabbi, bir İslâm memleketinde bu ne korkunç bir manzaraydı.

On milyonlarca Müslüman bunları biliyor, görüyor, televizyonlardan seyrediyor ve kılları bile kıpırdamıyor. Bu cebanetin (alçaklığın) sebebi nedir?

Kendi sahte şeyhlerine ve uyduruk hocalarına dil uzatıldı mı küplere binen, havalara çıkan, ateş püsküren sapık ve dengesiz cemaatçiler, başörtülü Müslüman kızlara yapılan zulümler karşısında niçin bir inilti bile çıkartmıyor?

Üniversite kapılarında zulme uğrayan, itilen kakılan, yerlerde sürüklenen kızları müdafaa etmesi gereken sahte mücahidler, sahte kurtarıcılar şimdi hangi deliklerde keyflerine bakıyorlar?

Bazı Müslümanlar o hale gelmiştir ki, camiler kapatılsa, “Ne beis var, biz de evlerimizde namaz kılarız” diyerek ses çıkartmayacaklar. Zaten camiler açık da sanki onlar namaza, cemaate geliyorlar mı?

Müslüman kesimde öyle hinoğlu hinler var ki, avanta, menfaat, götürme, hortumlama, talan mevzuubahs olunca sırtlanlar gibi seğirtirler. Başörtülü kızları hakkıyla müdafaa etmeye gelince “Aman ses çıkartmayalım ki, fitne çıkmasın” derler. Alçaklar!

Müslüman kesimdeki yetersizlik, ehliyetsizlik, plan ve programsızlık, ilimsizlik ve irfansızlık, ahlâk ve fazilet yoksulluğu, sanatsızlık ve estetiksizlik dehşet verici boyutlara ulaşmıştır.

Birtakım yiyici, devşirici, hortumlayıcı, şarlatan, demagog, arivist, din rantçısı, yalancı, emanet hâini, vaadini çiğneyen herifler yüzünden sürünüp duruyoruz.

İhlasla, istikametle, gereği gibi; Kur’ana, Sünnet’e, Şeriat’a, akla, hikmete, ahlâka uygun şekilde çalışanlara bir şey dediğim yoktur. Onların ellerinden ve eteklerinden öperim. Ancak bunlar dışında bazı alçaklar var ki, onlar İslâm dâvasını, Muhammed ümmetini satmışlardır. Bu bozuk düzenin kirli rantları, pis kemikleri karşılığında satmışlardır.

İslâm’ı âlet ederek, Müslümanları aldatarak trilyonları götürdüler. Zehir olsun, zıkkım olsun, ateş olsun onlara bu haram paralar ve servetler.

Çok üzgünüm, çok öfkeliyim, büyük infial içindeyim. Ağır mı yazıyorum? Hayır, çok hafif yazıyorum. Sabrediyorum, bekliyorum.

Kahbe Dünya

Bu dünya kötülüklerle, zulümlerle, acılarla, vefasızlıklarla, hıyanetlerle, kalleşliklerle doludur. İnce ve zarif insan bunlar içinde yaşamanın hüznüne ve kederine sahip olmalıdır. Bu yalan ve fanî dünyaya kesinlikle güvenilemez. Belâlarla, tuzaklarla, kahbeliklerle doludur hep.

İnsanlar dünyayı cennet haline getirmeye çalışıyor. Dünya başkadır, Cennet başka. Bu dünya hiçbir zaman Cennet olamaz. Başkalarına karışmam ama bir Müslüman dünyayı cennet haline getirmeye çalışırsa ona acırım, öfkelenirim, ahmaksın derim.

Okumuş, yüksek tahsil yapmış, makam ve mevki sahibi olmuş, temsilci durumuna gelmiş Müslümanlarda incelik, zarafet, kibarlık, tefekkür, hikmet olması gerekir. Böyle Müslümanların hedonist bir hayat felsefesine sahip olmaları çok büyük bir felakettir. Hem kendileri, hem de temsil ettikleri büyük Müslüman kütle için.

Behey adamlar! İşiniz gücünüz para kazanmak, servet biriktirmek, zenginleşmek; çok ve iyi yemek; pahalı elbiselere bürünmek, lüks ve gösterişli binitlerde caka satmak. Minarelerinizin kılıflarını da önceden hazırlamışsınız: “Biz bu paraları İslâm’a hizmet etmek için topluyoruz” diyorsunuz. Bu yalana kim inanır? Şu hayatınıza, şu gidişatınıza, şu debdebeli ve nümayişli tüketimlerinize bakınız. Siz bu kafa ile İslâm’a nasıl hizmet edebilirsiniz?

Tarih boyunca gelip geçmiş eski Müslümanların zarafetine, inceliğine, hisliliğine bakıyorum; onlar ne kadar hassas insanlarmış. Şiirlerde güllerin renkleri ve kokuları, bülbüllerin gönülleri heyecana verici terennümleri dile getiriliyor. Eski Müslümanların mimarisi ne kadar ince ve estetik. Eski evler, eski bahçeler, eski hayat tarzı, eski eşyalar, ah eski insanlar, eski Müslümanlar… Ruh o eski zamanlarda varmış. Nezaket, zarafet, nezahet, mürüvvet, kerem, ihsan, sadakat, vefa, insanlık…

Ayak takımına bir şey demiyorum. İslâm, elbette ayak takımının da dinidir. Lakin İslâm bir ayak takımı dini değildir.

Şu kodaman ve kocaman adamlara bakınız. Kendileri ve etrafı zatlarını ne kadar yüksek ve ulvî görüyor. Gurur, kibir, enaniyet, gösteriş, nefs-perestlik, küçük dağları ben yarattım havaları, nümayiş, ten-perestlik, lüks ve konfora düşkünlük, caka satmak; gurultular, böğürtüler, homurtular; ben ben ben zikirleri, tûl-i emeller, hubb-i riyasetler, ün ve alkış mübtelalığı… Öff! Bunlar ne biçim Müslüman?

Şu herife bakınız. Kazandığı bunca servet yetmiyormuş gibi şimdi de banka çalıştırarak biraz daha dinar ve dirhem toplamaya çalışıyor. Banka nasıl bir kâr-hânedir? Kur’an, Sünnet, Şeriat, fıkıh buna cevaz verir mi? Ey nâbekâr, bunun fetvasını iblisten mi aldın?

Muhyiddin Arabî, Celalüddin Rumî, İmamı Rabbanî, Abdülkadir Geylanî, Hacı Bayram Velî, Hacı Bektaş Velî, Ahmed er-Rufaî, Hasan eş-Şazelî, Aziz Mahmud Hudaî, Şah Bahaüddin Naşkibend ve benzeri büyükleri arıyorum. Onların yolundan gidenler nerededir? Adreslerini bilen var mı? 04 Mayıs 1999