Cumartesi

 

Dostlarımdan İlhan bey,

“Avrupalılar, Türkiye’yi parçaladıktan, Kürtleri ayırdıktan sonra bizi ancak üye olarak kabul edecekler.”

mealinde bir söz sarfetti. Akla yakın bir ihtimal… Küçültülmüş yeni Türkiye kimlerin kontrolünde olacaktır? Tabii ki, Pembelerin…

İslâmcı kesimde dönen bazı dolaplar hakkında öyle (istihbarî ve zannî) bilgilere sahibim ki, bunları yazmaya kalksam benim işimi kısa zamanda bitirmek isteyeceklerdir. Zaten elimde müsbit (isbat edici) kesin bilgiler yoktur. En iyisi susmak. İleride (Dünya batmazsa) tarih bir gün yazar…

Kosovalı Feim (Fehim) dört yıl Bursa İlahiyat Fakültesinde okudu. Son derece maddi sıkıntı çekti. Hiçbir yerden burs alamadı. Bendeniz sağdan soldan biraz harçlık temin ettim. Öylece tahsilini bitirdi. Onbinlerce öğrenciye burs dağıtıyoruz… Bazı açıkgöz İslâmcı öğrenciler beş-altı yerden birden burs alıyor… Beride gayet fakir ve muhtaç Kosovalı genç bir kardeşimize bir tek burs verilmiyor… Zaten bizim hangi işimiz doğru ve âdildir.

Büyük zelzelenin 6’ncı yıldönümü anılmış. Yakınlarını kaybedenler hüzünlenmiş, bazısı gözyaşı dökmüş. O zelzele şimdi tarihte kaldı. İstanbul kendi zelzelesini bekliyor. Altı seneden beri geliyorum diyen bu âfete karşı ne gibi tedbirler alındı? Ülkemizin dev şehrindeki binlerce okul, hastahane, resmî daire, adliye binası çürük. Uzmanların raporlarına göre bunlar büyük bir sarsıntıda çökecekler. Bu çürük binaları sağlamlaştırmak için çalışmalar yapıldı mı? Hayır hayır, hiçbir ciddî tedbir alınmadı. Çalışma yapılmadı. Sadece dört beş sene önce yüzbinlerce ceset torbası satın alındı. Onlar da artık çürümüştür. Peki, bundan sonra tedbir alınır mı? Alınmaz alınmaz…

Geçen hafta cumartesi günü Eyüp Sultan’a gittim. Sokaklar, meydanlar doluydu. Göbeği görünen açık kadınlar, en cırtlak pembeleri giymiş sözde tesettürlü kadınlar… Onbinlerce kişi içinde temiz, ciddî, rabıtalı, yaşına ve fiziğine uygun şekilde giyinmiş bir tek kadın ve erkek görmedim. Tek istisna çarşaflı hanımlardı. Siyah çarşaflara bürünmüşler, vücutlarını ve dişiliklerini teşhir etmiyorlardı. Kitap, tesbih, misvak ve saire satan barakalardan birinden, bir tanıdık selâm verdi. Ayak üstü konuştuk.

“Biraz da sanat boyutu olan birkaç el yapımı ürün koysanız raflarınıza…”

dedim. Kiralar çok yüksekmiş, belediye küçük bir barakadan ayda iki milyar alıyormuş. Sabahın altısından gecenin birine kadar kira parasını çıkartmak için çırpınıyoruz…” cevabını verdi. Zaten kaliteli, sanatlı bir şey koysalar, ucuz da olsa satılmaz. Zevklerimiz, estetik kültürümüz dibe vurmuş… Mezarlıktaki yoldan yürüyerek Piyer Loti tepesine çıktım. Çay bahçesi lebaleb doluydu, oturacak yer yoktu. Açık saçık kadınlar kızlar, pembeli tesettürlüler, ha ha ha, hi hi hi… Saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapıp, üzerine pembe veya alaca bulaca bir eşarp örten hanımlara hem kızıyorum, hem acıyorum. Peygamber böyleleri için “Onlar Cennet’in kokusunu alamayacaklar…” buyuruyor. Bu memlekette hoca kalmadı mı, halka niçin nasihat etmiyorlar? Örtüneceklerse Müslüman gibi örtünsünler. Akşam namazını Eyüp Camii’nde kıldık, cami doluydu. Sevinilecek bir şey. Ancak oradaki cemaatin kılık kıyafeti de düzgün değildi. Çoğunu, o kıyafetle sokakta görseler, Müslüman ve musalli demezler…Eyüp polis karakolunun önünden geçerken, kapısının üzerindeki nefis Osmanlıca kitabeyi zevkle seyrettim, biraz olsun üzüntülerim hafifledi. Yakın tarihimizdeki azgınlar güruhu nasıl olmuş da bu kitabeyi kazıtmamış…

Doktor dostlarımdan biri taşradan izinli olarak geldi. Onu, Cerrahpaşa’da Adlî Tıbbın karşısındaki “Gaziantepli Mehmet Usta”nın lahmacun salonuna götürdüm. İstanbul’da beş bin lahmacun lokantası varsa, bunların sadece beşinde hakikî lahmacun yiyebilirsiniz. Gaziantepli Mehmet Usta’nın lokantası bunlardan biridir. Nefis birer çorba içtik, üzerine gerçekten nefis ikişer sarımsaklı lahmacun yedik. Yanında ayran. Ortaya büyük bir salata müesseseden. Hepsi yirmi milyon lira tuttu. Yemeğimizi bitirdik, çayımızı içtik. Akşam ezanı okunmaya başladı. O civardaki camilerden birine gittik.İmam efendinin kıraati hiç düzgün değildi. Üzüntüden o nefis lahmacunlar midemize oturdu…

Lahmancun ziyafetinden sonra akşam çayı içmek üzere bir yer aramaya başladık. Acaba nereye gitsek? Unkapanı’ndan Ayvansaray’a doğru giderken Ayakapı civarında üzeri tuğralı, kitabeli tarihî bir bina gördük. Kapısına renkli küçük zarif lambalar asmışlar. Onu görünce geri döndük, çaylarımızı orada içtik. Bu, bina 19’uncu asırda Yeniçeri karakolu olarak yapılmış. Güzelce tamir etmişler, zevkli bir şekilde döşemişler. Çay ve kahve kömür ateşinde yapılıyor. Açılalı on-onbeş gün olmuş. İstanbul’da tarihî suriçi bölgesinde bu gibi nezih, zevkli, güzel mekanların açılmasını hep temenni eder dururum. Bahsettiğim yere, şair “Nev’î”nin ismini vermişler. Vaktiniz ve isteğiniz olursa bir gün gider, bir çay içer ve görürsünüz. (Adres: Cibali’den sonra Ayakapı’da Abdülezel Paşa Cad. No: 264. Tel: 0212/531 86 02)

Bu yazıyı yazarken (19 Ağustos Cuma 2005) telefon çaldı, dostlarımdan biri,

“Gördünüz mü? Bugünkü Hürriyet’te Ahmet Hakan, hakkınızda bir yazı yazmış”

diye haber verdi. Gazete alıp okumuyorum, internetim de haftalardan beri bozuk, nereden haberim olacak. Zaten hakkımdaki yazılara pek önem vermem. Ciddî, olumlu bir tenkit olursa onu okumak gerekir. Birisi sizi haklı olarak uyarmış, bir yanlışınızı göstermiş. Onu okumak, kendini düzeltmek gerekir. Yazana da teşekkür edilmelidir. Edepli bir tenkit, fakat isabetli ve doğru değil. Ona da cevap verilir ve yine teşekkür edilir.

Lakin bazı yazılar pek zırva.

Geçen sene Ilıcakların Tercümanı’nda aleyhimde bir yazı yayınlandı. İlk paragrafı şöyleydi (Hafızamdan yazıyorum):

“Şevket Eygi evinde kediler, fareler, karıncalar ve akreplerle oturuyor…”

Gazeteci dediğin mantık bilecek.

Kedi olan evde fare barınır mı?..

Bir evde karınca olması tabiîdir. Akreplere gelince, milyonda bir eksantrikler dışında kimse bu soğuk hayvanlarla birlikte yaşayamaz. Adamı sokarlar. Bendeniz akrepleri sevmem, zaten sevilecek halleri yoktur. Ama onları öldürmem, kimseye zarar veremeyecekleri bir yere atarım…

Ilıcakların Tercüman’ı, aleyhimde böyle bir yazı yayınlamakla kötü bir gazetecilik örneği vermiş oldu.

Beğenmediğin bir fikrim, görüşüm, tutumum varsa, ciddî ve seviyeli şekilde ortaya koyarsın. Evinde kediler, fareler, karıncalar ve akreplerle oturuyor… paragrafıyla başlayan bir yazıya ciddî ve seviyeli demek mümkün mü?

Kaç kere yazdım,

“Antikacı, eskici, sahhaf dükkanı olmayan bir şehre şehir denmez”

diye. Bazen Anadolu’da birkaç yüz bin nüfuslu bir şehre gidiyorum. Üniversite var, bir sürü okul var, binlerce bürokrat ve okumuş var; lakin sahhaf dükkanı, antikacı, geleneksel sanat ürünleri satan bir yer yok; zaten aslında orada sanat manat da yok. Böyle yerlere şehir denmez, onlar büyük köyler veya mezraalardır. Bazıları lüks ve yüksek meskenleri, lüks otomobilleri, lüks cep telefonlarını, lüks lokantaları medeniyet sanıyor. Hayır hayır!.. Vaktiyle 2. dünya savaşından sonra bazı Arap ülkeleri petrol zengini olmuşlar. Bedeviler Cadillac otomobillerde gezmeye, lüks villalarda yaşamaya başlamışlardı. Cadillac arabayla, lüks villayla medenî mi olmuşlardı? Dünya’nın en hantal bürokrasisine sahip olan devletimiz kültür mültür işleri yapamaz. Bari belediyeler, vakıflar, sivil kuruluşlar bu hizmetlere el atsalar. Her büyük ve orta şehrimizde en az on-onbeş geleneksel sanat eseri üretilmelidir. Bakır atölyeleri açılmalı, döğme bakırdan güzel, sanatkârane eşya yapılmalıdır. Bu devirde döğme bakır olur muymuş?.. Musibet Döğme dondurmayı yemesini biliyorsun da, döğme bakırın kıymetini niçin anlamıyorsun?

Bizim halkımızda akıl olsaydı, o güzelim eski bakır eşyaları hurdacıya verip de yerlerine melamin, alüminyum, plastik, cam ıvır zıvırlar almazdı. Türkiye’ye her yıl milyonlarca turist geliyor. Bunların bir kısmı kaliteli, kültürlü turistlerdir. Ülkemizden hediyelik, hatıra, sanat eşyası almak istiyorlar. Doğru dürüst birşey bulamıyorlar. Halı ve kilim pahalı, ağır, külfetli eşyadır. Seyahat çantasına koyacak bakır, ağaç, çömlek, ucuza alınabilecek geleneksel sanat eşyaları lazımdır. Ben gittiğim her yabancı ülkeden böyle şeyler satın alıyorum. En son Gürcistan’dan üzeri sırlı, nakışlı bir toprak kâse almıştım. Onu da emanet ettiğim zat yolculuk esnasında kırmış!..

Bu memleketin hali ne olacak? Cep telefonu dükkanlarının önleri ana baba günü. Parası olan en pahalısını alıyor, parası olmayan ağzının iki yanından sular akıtarak seyrediyor. Taşra’dan İstanbul’a iş için gelmiş, iş bulamamış, perişan vaziyette bir vatandaş bir milyar liraya cep telefonu almış.

“Borç içindesin, niçin böyle pahalı bir telefon aldın?..”

diyenlere, gözlerinden kin, öfke ve intikam kıvılcımları saçarak

“Ben insan değil miyim?”

cevabını vermiş. Cevap:

“Elbette sen insan değilsin, insan olsaydın, aç ve perişan gezerken, evde anan ve karın ekmek parası beklerken, çocukların açlıktan ölürken bir milyar liraya telefon almazdın!”

21 Ağustos 2005