Bu asrın ilk yarısında İngilizlerin, üzerinde güneşin batmadığı bir imparatorlukları vardı. Şimdi onun yerinde yeller esiyor. Kendi anavatanlarında bile İskoçya ve Galler ülkeleri ayrılmak istiyor. İngiliz imparatorluğu bir varmış bir yokmuş oldu. Sovyetler Birliği denilen neo-colonyalist sistem de çöktü, Çökecek devlet miydi o? Ordusuyla, silahlarıyla, maddî gücüyle dünyayı titretiyordu.

Yıkıldı gitti. Şimdi, onun bir kısmı üzerinde devam eden Rusya Federasyonu’nun çökmesinden bahsediliyor. Sovyetler Birliği ile birlikte Marksizm ve Leninizm de hâkimiyetini yitirdi. Şimdi hâlâ marksist ve leninist var ama, onlar bir anti-din bağlısı olarak varlıklarını sürdürüyor. İran’da Şahlık rejimi ne kadar güçlü görünüyordu. Şah ordusuyla, polisiyle, istihbaratıyla ülkeyi demir pençe ile idare etmekteydi. Sonra bu yapı çatırdamaya başladı ve akıl almaz bir şekilde çöktü. Şah, uçağa binip yurt dışına çıkmasaydı parçalanırdı.

Babası için yaptırtmış olduğu ihtişamlı anıt mezarın, yeni rejim tarafından umumî helâ haline dönüştürülmüş olduğunu gazetelerde okumuştum. Yugoslavya da dağıldı, yerinde birkaç müstakil devlet kuruldu. Ülkeler, halklar, devletler devam ediyor, lakin rejimler değişip duruyor. İspanya krallıktı, cumhuriyet oldu, iç savaş çıktı, Franco rejimi kuruldu, ondan sonra yine krallık oldu. Fransa’da Cumhuriyet’ler birbirini takip edip duruyor. Şimdiki “Beşinci Cumhuriyet”. Japonya’da hükümdarlık sistemi, dünyanın en eski ve köklü krallığıdır. Rejimin adı imparatorluk ama onda da değişim olup duruyor. 1945’teki yenilgiden sonra demokrasiye geçtiler. Velhasıl dünyada eskiyen rejimlerin yerine yenileri kuruluyor.

Devletler duruyor, düzenler ve sistemler değişiyor. Türkiye’de birtakım kişiler devlet ile rejimi özdeşleştirmişler ve kesinlikle değişim istemiyorlar. Bu adamlar tarih okumadılar mı? Bu adamlar yaşadığımız çağdaki inkılaplara, değişikliklere, yıkımlara ve yeniden kuruluşlara dikkat etmiyorlar mı? Yeniden yapılanma ve köklü bir değişim kaçınılmazdır. Direnişler boşunadır. Türkiye’yi seviyorsanız, korumak istiyorsanız; ülkeden, halktan ve devletten yana iseniz değişimi isteyeceksiniz, önünü kapatmayacaksınız. Kendi beşerî ve cüz’î iradeleriyle değişimi gerçekleştirmeyenler, Küllî bir İrade’nin sillesiyle bu değişime mâruz kalır. Ey akıl sahipleri! Tarihten, dünyadan ibret alınız.

Hüsn-i Hat Sanatı

İşadamı bir dostum hatırlı müşterilerinden Musevî dinine mensup bir kimseye, üzerinde “Hoş gör” yazılı, etrafı ebruyla süslenmiş, güzel çerçeveli bir hüsn-i hat levhası hediye etmiş. O zat Osmanlıcayı okuyamadığı için, “Bunun üzerinde ne yazıyor?” diye sormuş. Hoş gör yazıyor denilince memnun olmuş, “Bunu evimin bir köşesine asacağım, çok güzel bir sanat eseri” demiş. İslâmî hüsn-i hat sanatı, sadece Müslümanları ilgilendiren bir sanat değildir. O evrenseldir. Hangi kültüre, hangi dine, hangi kimliğe mensup olursa olsun zevki, inceliği, anlayışı olan kimse bu sanata hayran kalır. Yazıları okuyabilmek de şart değildir, bu millî-dinî sanatımızı takdir için. Herkes Japoncayı okumasını bilmiyor ama Japon kaligrafini beğenerek alıyor, duvarına asıyor. Hüsn-i hat sanatımızı en fazla koruması, devamı için çalışması, teşvik etmesi, ev ve işyerlerini süslemek için kullanması gereken câmia Müslüman kesimdir. Ne yazık ki, bugünkü kırsal kesim kafalı Müslümanlar genellikle bu sanatı dışlamışlardır.

Defalarca yazdım, tekrar edeyim: Suna Kıraç hanımefendi gibi “Ben Atatürk geleneğine bağlı modern bir Türk kadınıyım” diyen bir aydın kişimiz Koç Holding binasındaki odasının bir duvarını on küsur hüsn-i hat levhası ile süsleyebiliyor da, bizim Müslüman iş adamlarımız ve zenginlerimiz evlerini ve bürolarını maalesef böyle sanat ve dekorasyon eserleriyle tezyin etmesini bilemiyorlar. Zaman zaman önemli firmaların büyük sanat eserleri müzayedeleri yapılıyor. Satılacak eşyanın kuşe kağıdına dört renkli lüks katalogları bastırılıp dağıtılıyor.

Böyle müzayedelerde bir tek dindar zengin bulamazsınız. Gelenler hep çağdaş, sosyetik, ehl-i dünya insanlardır. Onlar icabında bir hilye-i şerif levhasına birkaç milyar verirler de, bizim dindar kodamanlar yetmiş beş milyon verip bir orijinal yazı alamazlar. Halbuki başka şeylere çuvalla para vermektedirler. Evleri, yazlıkları, otomobilleri, elektronik eşyaları en lüksünden ve pahalısındandır. Zaman zaman büyük ve ihtişamlı ziyafetler de verirler. Hüsn-i hat’a gelince, ona sanattan anlayan bir Yahudi vatandaş kadar değer vermezler, ilgi göstermezler. Bu yaz Kastamonu taraflarına bizim Ebü’z-ziyâfe Şevket beyi ziyarete gitmiştim. Bolu dağında bir lokantanın önünde Bolu’da gömlek fabrikaları bulunan iki zatla tanıştım.

“Sizin yazılarınızdan ilham alarak hüsn-i hat levhaları edindik, bir koleksiyonumuz oldu, gelip görün” demişlerdi. Demek ki, propagandası yapılır, telkinat ve teşvikatta bulunulursa Müslüman kesim de bu gibi şeyleri merak edebilir, onları alıp meskenlerini ve işyerlerini süsleyebilir. Lakin bizim hocalarımız, büyüklerimiz, çobanlarımız bunlarla pek ilgilenmez. Üç beş hoca, “Malî durumu müsait olan her kardeşimiz evini ve işyerini hüsn-i hat levhaları ile süslesin” dese iş bitecek. Fakat bunu diyen yok. Müslümanların bütün paraları, yardımları, hattâ zekâtları ve kurbanları bile muayyen kanallara sevkediliyor. Hüsn-i hat’a, İslâm sanat ve kültürüne para ve ilgi yok. Diyanet Başkanlığı da hüsn-i hat sanatımıza karşı büyük bir ihmal ve ilgisizlik ile mâlüldür. Diyanet’in bu sanatı teşvik etmesi, kurslar açması ve açtırması, her sene yarışmalar yaptırması gerekir.

Bu seneye ait (1998) Diyanet takviminin kartonlarından biri üzerine, hat sanatına aykırı, çok yetersiz bir yazı basılmıştı. Görünce beynimden vuruldum. Diyanet böyle bir yazıyı nasıl olur da levhalaştırabilirdi? Yazık ki, bu gibi sanat ve kültür konularına önem verilmiyor. Suna Kıraç kadar olamıyorlar. Vah vah! Eski hocalar ve şeyhler bu gibi sanat eserlerine büyük önem verirler ve teşvik ederlerdi. Merhum ve mağfur Mehmet Zâhid efendi âhir ömründe hat dersleri almaya başlamıştı. Odasının duvarları hatlarla doluydu. Eski imamlardan Necmeddin Okyay hoca çağımızın büyük hat üstadlarındandı. Şimdiki durum ise… Bundan birkaç yıl önce, zaman zaman namaz kılmaya gittiğim camiin mihrabının sağ tarafında güzel bir hüsn-i hat levhası vardı. Bir gün baktım ki, levhanın yerinde yeller esiyor. Duvardaki badanada çerçevenin izi kalmıştı sadece. İmam efendiye “Buradaki levha ne oldu?” diye sorduğumda şaşırmış, “Burada levha mı vardı? Ben onu hatırlamıyorum” cevabını vermişti!.. Efsûs ki, efsûs!.. 26 Kasım 1998 Perşembe