Pazar

 

Türkiye’nin büyük, köklü, esaslı değişikliklere ihtiyacı var. Lakin birtakım güçler, egemen azınlıklar buna asla müsaade etmezler. Hangi güçlerdir bunlar?

Birincisi: Kara para gücüdür. Kara para babalarının kırk elli milyar dolar civarında servetleri bulunuyor. Her şeyin paraya endeksli olduğu, tek değerin para olduğu bir ortamda söz bu babalarındır.

İkincisi: Statükocu resmî ideoloji bağlılarıdır. Bunlar kendilerini Atatürkçü, Kemalist olarak gösterirler. Kesinlikle değildirler. Bir düzen kurmuşlardır, tezgahları çalışmaktadır; ülkenin balını kaymağını onlar yemektedir. İcabında uyuşturucu maddeyi helikopterlerle taşımaktadırlar. Kesinlikle değişime meğişime izin vermezler. Atatürkçülük elden gidiyor diye feryadı basar, tehditler savurur ve ağırlıklarını koyarlar.

Üçüncüsü: Bazı dış güçlerdir. Türkiye’de büyük değişiklikler olur; gerçek demokrasi, hukukun üstünlüğü sistemi, insan haklarına saygı ve riayet hâkim olursa ülke İslâm’a kayabilir, eski Osmanlı zihniyeti hortlar, Türkler başımıza belâ kesilir diye düşünen bu güçler de ağırlıklarını kullanarak radikal değişimi önlemek için çalışıyor. Müslümanların yetersizliği, islâmî hareketin din sömürücüsü küçük adamlar tarafından kirletilmiş olması, bozuk düzenin birinci alternatifini ortadan kaldırmış bulunuyor.

Rejimler, düzenler, sistemler eskimeye mahkûmdur. Devlet ile rejimi özdeşleştirmek büyük hatâdır. Devlet yerinde kalacaktır, fakat gerekiyorsa düzen ve sistem değiştirilecektir. Zaten bu, olagelen bir şeydir. Değişime karşı çıkmak devletin, ülkenin, milletin felaketine yol açmak demektir.

Demokrasi, hukuk, insan hakları gelirse Müslümanların önü açılırmış. Açılsın, ne zararı var? Bu memlekette Farmason, Sabataist, ateist, marksist hür oluyor da, çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar niçin olmasın? Kaldı ki, Müslümanlar bugünkü kırsal kesim ve gecekondu zihniyetini bırakmazlarsa, seçimlerde yüzde seksen oy alsalar bile iktidar olamazlar. Bu işler sadece kemmiyetle, kelle sayısı ile, oy çokluğuyla halledilecek işler değildir. Önce keyfiyet gerekir. Bu ülkede 26 bin Musevî vatandaş var. Ağırlıkları, nüfuzları, tesirleri, güçleri 26 milyon Müslümandan daha fazla. Büyük medyanın yüzde kırkı Sabataycı bir vatandaşın elinde. Bazı Müslüman demagoglar ve arivistler “Bu ülkenin yüzde doksan dokuzu Müslümandır” diye kuru sıkı nutuklar atıyorlar. Kuru kalabalığın ne kıymeti var? Nüfusun yüzde 99’u Müslüman da peki Barolar Birliği niçin Müslümanların elinde ve kontrolunda değil? Mimarlar Odası, Mühendisler Birliği niçin Müslümanların elinde değil?

1985’ten 1996’ya kadar ülkemizde büyük bir serbestlik ve hürriyet havası esti. Müslüman kesimin başını çekenler o yılların imkanlarından, fırsatlarından gereği gibi ve azamî şekilde istifade edemediler. Nice fırsatı kaçırdılar. Ne bir bilgi bankası kurdular, ne stratejik araştırmalar yapacak bir enstitü tesis ettiler, ne de birinci ligte yayın yapacak medya organlarına sahip oldular. Lafonten’in “Ağustos Böceği ile Karınca” hikayesindeki böcek gibi gaflet içinde, gel keyfim gel, oh kekâh, kışı ve fırtınaları düşünmeden boş işlerle, olmayacak dualara âmin demekle vakit kaybettiler. Ben bundan yıllarca önce, “Bu yazdan, bu güzel havalardan sonra sonbahar gelir, kış gelir, tedbir alınız, gaflet etmeyiniz” meâlinde kaç uyarı fıkrası yazmıştım. Dinleyen mi çıktı? Din istismarcısı, mukaddesat rantı yiyen, düzenin haram kemiklerine tâlip olan haşaratın gözleri menfaatten başka bir şey görmüyordu. Düzen bozuktu ama kemikleri yağlı ve lezzetliydi. Amerika kötüydü ama yeşil dolarlar ne iyiydi…

Son büyük zelzele Türkiye’ye bir ihtardı, bir uyarıydı. Bundan ibret alınmadı. Gerek laikler, gerekse İslâmcılar eski gaflet ve yanlışlarında devam ediyorlar.

Türkiye’nin politikacıları, idarecileri, aydınları, sorumluları kendi iradelerini kullanarak değişimleri gerçekleştirmezlerse, vertical bir irade devreye girecek ve çok korkunç ve dehşetli hâdiseler olacaktır.

Bir Menkabe

Bâyezidi Bistamî hazretleri (Allah onun sırrını takdis etsin) olgunluk yolunun başlarında iken bir gece yaptığı ibadetlerden, zikr u tesbihattan zevk almadığını görmüş ve hizmetine bakan Ebû Musa’ya:

– Evi bir araştır, yiyecekten, içecekten ne var?.. demiş. Ebû Musa evi dolaşmış, bir miktar üzüm bulmuş ve şeyhe bunu söylemiş. Bunun üzerine Bâyezidi Bistamî şu emri vermiş:

– O üzümleri hemen birine ver, evimizden uzaklaştır. Hânemiz bakkal dükkanına dönmüş de haberimiz yok… (Ebu’l-Fadl Muhammed bin Ali es-Sehlegî, Menâkıb Bistamî, Kahire 1949, s. 91)

İşte büyük tasavvuf erbabı böyledir. Onlar Yaratan’a tam bir tevekkül ile teslim olmuşlardır. Rızık hususunda hiçbir endişeleri yoktur. Zamanımızda öyle sahte tasavvufçular vardır ki, biriktirdikleri mal ve servet, değil kendilerine, bundan sonra gelecek yedi kuşak torunlarına yeter de artar. Lakin onlar yine doymazlar, yine biriktirir dururlar, ta kabirleri boylayıncaya kadar.

Bir İslâm memleketinde Şeriat uleması ve Tarikat erbabı bozulursa o ülkenin selâmet bulması mümkün olmaz. Çünkü ulema ve meşayih Ümmet-i Muhammed’in rehberleridir. Halkı Kur’an ve Sünnet ve Hikmet yoluna onlar dâvet eder.

Saray gibi kâşânelerde oturan, en lüks ve en gösterişli binitlerle gezip kurum satan, Nemrud ve Firavun gibi zengin sofralarda tıkınan, o sofralarda oturduğu kadar helalarda ıkınan, gureba ve zuafa-i Müslimîne tepeden bakan, küçük dağları ben yarattım sanan, kendisi dine uymayıp da dini kendisine uydurmaya çalışan, peşine düşen Müslümanları kaz gibi yolup inek gibi sağan adamların tasavvuf erbabı, şeyh, mürşid olması mümkün müdür? 20 Eylül 1999