Demokrasi Anlayışları
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 04 Şubat 2019
Demokrasi konusunda tam bir çıkmaz içindeler. Hem demokrasi istiyorlar, hem de tam bir demokrasi olduğu taktirde çoğunluğun İslâm’ı seçeceğinden korkuyorlar ve böyle bir şeye kesinlikle izin vermeyeceklerini söylüyorlar.
Demokrasi ne demektir? Halkın istediğinin olması demektir. Nitekim Büyük Millet Meclisi’nin duvarında
diye yazılıdır.
Demokrasiye, halkın iradesine birtakım sınırlar, kayıtlar, şartlar koyabilmek için demokrasiyle İslâm’ı birbirine tamamen zıt, birbiriyle asla bağdaşmaz olarak görüyor ve gösteriyorlar. İngiltere demokrasinin beşiğidir, orada din ve devlet ayrımı yoktur. Devletin ve ülkenin hükümdarı, aynı zamanda resmî ve millî
nin de başıdır. Orada din ve devlet beraberliği demokrasiye aykırı olmuyor…
İslâm ile demokrasi bağdaşmaz mı? Demokrasiyi bir din gibi görür ve algılarsanız bağdaşmaz ama demokrasiyi bir idare şekli, bir teknik, bir sistem olarak görür ve kabul ederseniz pekâlâ bağdaşır.
Ünlü Fransız oryantalisti Louis Gardet İslâmî sistemi şöyle tarif ediyor: “İslâm laik ve eşitçi bir teokrasidir.” Hem laik, hem teokrasi… Bizimkilerin dar havsalaları bunu anlayabilir mi?
Aslında bizdeki prensibi şöyle yazmak gerekir: “Hakimiyet birtakım kayıtlar, şartlar, sınırlarla halka aittir.”
Milli kimliğinin dominant ve ana unsuru İslâm olan, varoluşunu İslâm’a borçlu bulunan bir halka, “Hakimiyet senindir, ne istiyorsan isteyebilirsin. Lakin dikkat et İslâm’ı isteyemezsin…” denilmektedir. Doğrusu pek garip bir demokrasi anlayışı.
Sabataycılar ülkede bir hakimiyet ve saltanat kurmak için istedikleri gibi çalışabilirler, kimse onları engellemez, tenkit etmez, yaptıklarının cumhuriyet için tehdit ve tehlike oluşturduğunu söylemez…
Masonlar devleti, ülkeyi, halkı, cumhuriyeti kendi masonik prensiplerinin mecrasına sokmak isterler; bunun için her şeyi yaparlar. Onların bu istekleri ve icraatları da tenkit konusu olmaz, kimse onları engellemeye çalışmaz.
Pozitivistler ve akılcılar Türkiye’ye kendi ideolojilerinin, doktrinlerinin, inançlarının damgasını vurmak isterler. Hürriyet ve demokrasi var, öyle olmasını istiyorlarsa tabii ki, serbestçe isteyecekler ve bu yolda çalışacaklardır.
Velhasıl ne kadar ideoloji, doktrin, din, sistem, felsefe mevcutsa bunlara bağlı olanlar, temel insan hakları ilkelerinin himayesinde rahat rahat çalışabilirler. Ancak -ne demekse- dinciler, İslâmcılar, dindarlar demokrasiden, insan haklarından ötekiler kadar yararlanamazlar, çünkü onlar büyük bir tehlike ve tehdit oluşturmaktadırlar.
Bir kadın vatandaş dâvacı, dâvalı, sanık, tanık olarak mahkemede siyah, beyaz, gri, açık veya koyu mavi, kahverengi, puvantiye, bordo, bej renkli elbise, tayyör, manto ile bulunabilir. Fakaaat, başı bağlı olarak Yargıtay dairelerinden birinde arz-ı endam ederse, mahkemenin disiplinini bozduğu için dışarı atılır. Hani anayasamızda eşitlik prensibi vardı? Niçin başı açıklarla başı örtülüler eşit muamele görmüyor?
Sabataycılar, Rotaryenler, Lionsçular, Masonlar, Ateistler, Katolik ve Protestan misyonerleri, şu veya bu dinin veya tarikatın mensupları kolejler, üniversiteler açabilirler ve gençliği okutabilirler. Ancak Müslümanların bu sahada faaliyet göstermesi uygun değildir; eğitim hizmetleri vermeye kalkarlarsa şimşekleri üzerlerine çekerler ve yıldırımlarla çarpılıp kavrulurlar.
Müslümanlar büsbütün dışlanmamışlardır. Köyde, varoş mahallelerinde, gecekondularda, Bataklık Tarla veya Dikenli Bayır semtlerinde yaşayan fakir, çaresiz, önemsiz, tesirsiz kadınlarımız, bacılarımız başlarını örterlerse bunun büyük bir sakıncası yoktur; lakin üniversiteli kızlar, avukat veya doktor hanımlar, yüksek tahsilliler tesettür kıyafetine bürünürlerse ibreler kırmızıya gelir, alarm zilleri çalar…
Müslümanın bakkallık, işportacılık, küçük esnaflık, dükkancılık, işçilik, tesisatçılık yapması toleransla karşılanır, bunların tehlikesi yoktur. Fakat dindar Müslümanlar büyük fabrikalar, dev holdingler, güçlü ticaret, sanayi ve iktisadi firmaları kurarsa çizmeden yukarıya çıkmış olurlar,
damgasını yerler.
Bizde de Hindistan’da olduğu gibi bir kast sistemi vardır. Kelle sayısı bakımından çoğunluk ve ağırlık paryalardadır ama onların borusu ötmez, ülke Brahmanlar tarafından idare edilir.
Müslüman halka yüzde yüz hürriyet, demokrasi, serbestlik verilirse ülke fanatizmin, aşırı dinî akımların, İslâmî terörün pençesine düşer diyorlar. Ülkemizde bazı küçük dinî cemaatler, aşırılığa, şiddete meyyal olsalar bile, Müslümanların çoğunluğu son derece toleranslı, ılımlı, anlayışlı ve insaflıdır. Bendeniz sokaklarda, meydanlarda sık sık başı açık kızlarla, tesettürlü kızların birlikte gayet rahat ve samimi bir şekilde beraber gezdiklerini, konuştuklarını, arkadaşlık ettiklerini görüyorum.
Ramazanın son günlerinde Batı Karadeniz şehirlerimizden birinde bir insanlık faciası yaşandı. Anneler Derneği ismini taşıyan bir kuruluş fakir halka erzak torbaları dağıtıyormuş, çarşaflı bir hanım gelmiş, dernekçi bayanlar, “Bu devirde, bu ne biçim kıyafettir? Çarşafını çıkarmadıkça sana yardım yok!..” demişler ve zavallı fakir kadıncağızı kovmuşlar. Hakarete uğradığına mı yansın, yardım alamadığına mı üzülsün?
Soruyorum: Fanatizmin, hoşgörüsüzlüğün, insafsızlığın, vicdansızlığın bu derecesi nerede görülmüştür? Hayır, asıl fanatikler dindarlar değil, böyleleridir.
Ülkemizde demokrasi adına, laiklik adına, çağdaşlık adına, uygarlık adına ne saçmalıklar yapılıyor? Bu saçmalıklar, bu fanatizmler, bu aşırılıklar nice dinden kopmuş aydınımızı bile artık isyan ettiriyor.
Türkiye’nin sosyal barışa, toplumsal uzlaşmaya ihtiyacı var. Bunun önündeki en büyük engel de; demokrasiyi, laikliği, çağdaşlığı din gibi anlayan ve algılayan jakoben fanatiklerdir. 01 Aralık 2003