Telefonla görüşüp kararlaştırıyoruz. Filan gün saat on sekizde otomobille gelip beni alacaklar, bir yerdeki toplantıya katılacağız. Sıkı sıkı tenbih ediyorum,

“Lütfen tam vaktinde geliniz, ne erken, ne geç… Çok rica ediyorum…”

Peki diyorlar. Sonra bakıyorsunuz, ya yarım saat erken gelmişler, yahut yirmi dakika geç… Vakte riayetsizlik bizde olağandır.

– Niçin geciktiniz?

– Mâlum trafik…

Yahu biz İstanbul’da oturan bir insan için trafik mâzeret olmaz ki. Şehri biliyor, ona göre tedbir almış olması gerekir.

Bazıları da beni titizlikle itham ediyor. Titizlik falan değil, çok normaldir. Randevulara vaktinde gelinmesi ne titizliktir, ne de bir fazilet. Gayet tabiî bir şeydir. Ne acayip bir ülkede yaşıyoruz.

Adam hırsızlık yapmıyor, rüşvet yemiyor ve faziletli (erdemli) oluyor. Hırsızlık yapmamak, rüşvet almamak, haram yememek fazilet değildir, normal bir insanda tabiî olarak bulunması gereken bir haldir. Fazileti ne kadar ucuzlattık.

Plansızlık, programsızlık, derbederlik, laubalilik iliklerimize kadar işlemiş.

Çocuklarını iyi yetiştirdiğini sanan bir ana-baba gece saat onbuçukta yatıyorlar. İki küçük çocuk ayakta tepinip koşuşturuyor.

– Çocukların gece erken yatmaları gerekir. Onları niçin sizden önce uyumaya alıştırmıyorsunuz?

– Lâf dinletemiyoruz…

Dünyanın bütün medenî ülkelerinde küçük çocuklar çok erken yatar. Orada analar babalar lâf dinletebiliyor da biz niçin dinletemiyoruz. Bozukluk çocuklarda mı, bizde mi?

Tabiî ki, bizde. Çocukların gece geç vakitlere kadar uyanık kaldıkları, gürültü patırtı ettikleri bir evin aile hayatı bozuk ve disiplinsiz demektir.

Çocuklarımızı beşikten itibaren yalanla, aldatma ile büyütüyoruz. Küçük çocuğu olanlar kendilerini bir gün sınasınlar, bakalım yirmi dört saatte kaç kere yalan söylediler, kaç kere aldattılar yavrularını.

Bir çocuğa ilk esas ve temel terbiye doğumundan üç yaşına kadar olan müddet zarfında verilir. Biz bu yaşlardaki çocuklarımıza ahlak ve karakter terbiyesi verebiliyor muyuz?

Çocuklarını, Türkiyeliler kadar sorumsuzca, şuursuzca harcayan bir toplum görmedim.

“Tuncer büyüyünce iyi bir diplomaya sahip olsun, iyi bir işi olsun, çok kazansın, lüks yaşasın…”

Çoğumuz çocuklarımız için böyle düşünüyor. “Oğlum iyi bir insan, iyi bir Müslüman, iyi bir vatandaş olsun…” diyenimiz var mı?

Ünlü bir gazetecinin, zinanın suç sayılmaması ve ceza görmemesi konusunda yazdığı yazıda “Biz hayvanlar kadar hür olamayacak mıyız?” diye feryat ettiği bir ülkede yaşıyoruz.

Bu memlekette, hayatı bin yıl boyunca din kuralları ve ilkeleri tanzim etmiştir. Din zayıflayınca, yerine başka bir şey konulmadığı ve konulamayacağı için her şey dağıldı, çözüldü, çürüdü.

İç ve dış düşmanlarımız bizi daha fazla soyabilmek, ülkeyi daha fazla sömürebilmek için halkı uyuttular, afyonladılar, sersemlettiler. Tepkisiz bir toplum haline geldik. O kadar anlayışsız ve basiretsiz olduk ki, en basit ve temel gerçekleri bile kavrayamıyoruz, algılayamıyoruz.

Amerika’da son on yıl içinde sigara tüketimi yarıya düştü. Bizde ise ikiye katlandı. Niçin? Biz akıllı bir toplum olsaydık böyle mi olurdu?

250 milyar dolar borca battık, bunların faizini bile zor ödeyen, milyonlarca işsizi olan, geniş topraklarında ekmeklik buğdayını bile üretemeyen, bütün çivileri çıkmış şu ülkede; lüks, pahalı, israflı, gösterişli otomobilden geçilmiyor. Neden? Çok akıllı olduğumuzdan mı, beyinsizliğimizden mi?

Her yeri beton (fakat çoğu çürük) okul binaları ile doldurduk. Yüzbinlerce eğitimcimiz var. On milyondan fazla çocuk okutuyoruz. Lakin bu okullarda onlara ne doğru dürüst bilgi ve kültür verebiliyoruz, ne de adam akıllı bir ahlak ve karakter terbiyesi. Liselerimiz bir işe yaramadığı için, üniversite imtihanlarını kazanabilmek için gençlerimiz çuvalla para vererek özel-paralel eğitim dershanelerine gidiyor. Eğitimimizdeki iflas tablosu bizim akıllı mı, akılsız mı olduğumuzu gösteriyor?

Bir yanda çöplüklerden ekmek toplayan zavallı düşkün vatandaşlar, öbür yanda her yıl milyonlarca kilo ekmeği çöpe atan, ziyan eden şuursuz ve vicdansız varlıklılar.

Bir yanda şehrin en ucuz lokantasında “Kuru fasulye, pilav, cacık”tan ibaret ucuz tabldotu iki milyon liraya yiyemiyenler, öbür tarafta lüks İtalyan lokantasında adam başına 200 milyon lira olan lüks yemek için bir ay önceden yer ayırtanlar.

Bu memleketin en fazla, sofu ve dindar geçinen müslümanlarına şaşmak ve çatmak gerek. Behey adam! Dindar ve sofu isen niçin bu kadar pahalı, lüks, israflı otomobil aldın? Sofu ve dindar isen Ramazan’da niçin beş yıldızlı fısk u fücurlu, içkili otelin restoranında pahalı gösterişli, gururlu, kibirli iftar nümayişleri tertipliyorsun? Sofulukla Nemrud’luk ve Firavun’luk birlikte yürür mü?

Sofu geçinen şu kadınlara bakınız: Saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapmışlar. Pembe, mor, kırmızı, eflatun, cırtlak mavi, acı sarı bakış-çeken elbiselere bürünmüşler, sokaklarda fink atıyorlar. Gerçek dindar olsaydılar, kuş kadar akla mâlik bulunsaydılar böyle mi yaparlardı?

Çok zengin, çok kalantor Hacı beyin oğlu Bağdat caddesinde lüks otomobili ve motorsikleti ile dehşet saçıyor. Şımarık mı şımarık, edebsiz mi edebsiz. Hacı beye yazıklar olsun! Herifin koruluk içinde bir milyon dolarlık on iki odalı köşkü var. Bu köşkte bir kütüphane odası yok. Vah vah…

Kendini dindar sanan bu adamlar hasta mıdır ki, her yemekte fil gibi tıkınıyorlar? Yemekten, içmekten, tıkınmaktan başka bildikleri yok mudur bunların?

Eskiden gerçek ulema ve gerçek şeyhler halka nasihat eder, ahaliyi yetiştirirmiş. Şimdi onlar ya hiç kalmadı, yahut sayıları çok yetersiz. Peki bu çığırından çıkmış toplumu hangi güç çekip çevirecek islah edecek? 01 Ekim 2004