Cumartesi

“Kaldırımın kenarında siyah elbiseli, düşünceli, zayıf ve solgun, ceketinin düğmeleri boynuna kadar ilikli bir adam duruyor. Hafif bir rüzgâr kır kahvelerinin ağaçlarının üzerlerinden esiyor. Huteldorf kulesinin çanları saat sekizi vuruyor. Viyana’nın dumanları, sisleri uzaklara doğru yükseliyor. Kasavetli bir bina cephesinin önünde bir polis memuru volta atıyor.

Erkenci işçilerle dolu ve sosyalist gazeteler gibi bayraklı bir tramvay geliyor durağa. Duruyor. Hayallerinden sıyrılan siyahlı adam ilerliyor, biniyor, bir işçi ile küçük bir memur arasındaki boş yere oturuyor. Volta atan polis memuru uzaklaşıyor ve kayboluyor. Tramvay hareket ediyor. Avusturya Şansölyesi (Başbakanı) Monsenyör Seipel, Ballplatz’daki makamına doğru yola çıkmış bulunuyor.

Sabah saat beşte kalkmış, Katolik âyinini (messe) okumuştur. Bir manastırın hücresi olan odasını terk edinceye kadar rahiplik vazifeleri üzerinde tefekkür etmiştir. Şimdi başbakanın çalışma günü başlamaktadır.

Bu esnada, Linzerstrasse boyunca tramvay şehre doğru yol almaktadır. Sabah aydınlığında kasavetli görünen geniş, ağaçlıklı caddenin sonunda tramvay durmuş ve yüksek rütbeli rahip inmiştir. Sarayın girişindeki meydana ciddî adımlarla girmiştir. Orada akşama kadar bu soluk çehre markütörili ve köşeleri bronzlu masaların üzerine eğilecektir….. Sonra, geldiği gibi, dindar banliyödeki odasına, akaju mobilyalarına, dizlerini büküp ibadet ettiği dua sandalyasına, siyah haçına dönecektir.”

Dictateurs d’aujord’hui, par Henri Bédaud,

Paris, Flammarion, 1933. Sayfa: 55–6.

Evet 1922-24 ve 1926-29 yılları arasında Avusturya cumhuriyetinin başbakanlığını yapmış olan Katolik din adamı Monsenyör Ignaz Spiegel, sabahları şehrin kıyısındaki bir manastırdaki odasından, Viyana’nın merkezindeki başbakanlığa böyle gidip gelirmiş. Yanında koruyucusu ve gorilleri olmaksızın, tek başına, bir tramvay arabasının tahta koltuğunda, bir işçi ile küçük bir memur arasında oturarak.

Katolik ilahiyatı profesörü unvanına sahip bulunan Speigel 1924’te Javorek tarafından vurulduğu zaman, yaralı olarak yerde yatarken, elindeki tabancasından dumanlar çıkan caniyi tutmuş olan kimselere, “Aman ona kötülük etmeyiniz!…” demişti. (Aynı kitabın 60’ıncı sayfası.)

Evet bir zamanlar Avusturya başvekili olmuş bulunan ve Katolik kilisesinin yüksek rütbeli rahiplerinden biri olan bu zat, hakikî Hıristiyan ahlâkını, ülkesini idare ederken de uygulamasını bilmiştir. Zaten bu ahlâk hakikî Hıristiyan ahlâkı değildir. Evrensel ve ilahî ahlâktır. Bunun en büyük örnekleri İslâm tarihinde görülmektedir. Hazret-i Ömer halifelik yaparken yamalı elbise giyermiş. Ekmeğini, tuz ve sirkeyi katık ederek yermiş. “Hem tuz, hem sirke…” diye tenkide bile uğramıştır.

Bir de zamanımızın bazı cumhurbaşkanlarına bakınız: Geçecekleri yollar insanlara ve otomobillere kapatılıyor. On metrede bir polis memurları diziliyor. Saatler sonra hazretin kafilesi görünüyor. En önde motorsikletli polisler, onların arkasında polis arabaları, ortada cumhurbaşkanının zırhlı, pahalı, su gibi benzin harcayan arabası, onun arkasında yine polis eskort arabaları, en geride nikelajları göz kamaştıran motorsikletlerde polisler. Kafile büyük bir hızla, siren sesleri arasında, toz duman içinde cehennemî bir buhran gibi geçiyor. Eski Firavunlar, şehinşahlar, fağfurlar bu kadar dehşetli ve ihtişamlı seyahat edemezlerdi.

Birkaç gün önceki gazetelerden birinde, yeni cumhurbaşkanımızın Boğaz’daki köşkten gizlice çıkıp şehirde alışveriş ettiği yazılıydı. Bir kitapçıya gitmiş, iki kitap satın almış. Cumhurbaşkanımızın kitap satın aldığını duymak ne büyük saadet. Eskiler için böyle bir şeyi hayal etmek bile mümkün değildi.

Geçen sene bir dergide okudum: İspanya kralı ve kraliçesi, sade vatandaşlar gibi bazı akşamlar tiyatroya, sinemaya gidiyorlarmış. Halk onları arasında görünce önce şaşırıyor ve sonra çok seviniyormuş. Devlet başkanları böyle olmalı.

Bundan önceki cumhurbaşkanlarının tantana, debdebe, şaşaa, ihtişam, velvele, gulgulelerine alışık olan bürokratlar ve koruma vazifelileri yeni cumhurbaşkanını korumak hususunda endişe ediyorlarmış. Hiç etmesinler. Türk halkı, sokaklarda yürüyen, insanların arasına karışan bir devlet başkanını bağrına basacaktır. Halktan kötülük gelmez. Yapmak isteyen de inşaallah fırsat bulamaz. Tabiî, bir miktar tedbir yine alınmalıdır.

Cumhurbaşkanları, başbakanlar, hükümet üyeleri, valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, diğer idareci bürokratlar halktan kopmamalıdır. Hazret-i Ömer, Kûfe’ye vali tâyin ettiği zatın konağına kapı yaptırdığını duyunca son derece üzüntü duymuş ve öfkelenmiş, derhal birini göndererek kapıyı kırdırtmış ve valiyi apar topar Medine’ye getirterek, “Ben seni oraya halkın ihtiyaçlarını görmen, sıkıntıya düşenlere yardım etmen için göndermiştim. Sen nasıl olur da dairene ve ikametgâhına kapı yaparak, halkla kendin arasına bir engel koyarsın?” diyerek azarlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda muayyen günlerde Topkapı Sarayı’ndaki Kubbealtı mevkiinde Sadrazam ve vezirler toplanırlar ve halkın dilek ve şikayetlerini dinlerlerdi. Padişah da yukarıdaki kafesli bir pencerenin ardından bakardı.

Hakikî bir cumhuriyetin başındaki zatın halktan asla kopmaması gerekir. Cumhurbaşkanımız, halkın arasına karışarak, her hangi bir vatandaş gibi dükkanlardan alışveriş yaparak gerçekten çok güzel bir yenilik başlatmıştır. İnşaallah bundan sonra kendisini zaman zaman çarşılarda, pazarlarda, otobüslerde, tramvaylarda, vapurlarda, trenlerde de görürüz. Halkın nasıl yaşadığını, neler çektiğini görsün. Sadece zengin tabakanın yaşadığı semtlerde gezmesi yeterli olmaz. Ortahallilerin, fakirlerin yaşadığı yerlere, varoşlara da gitmelidir.

Onu arada bir bir halk kahvesinde, ortahalli bir lokantada da görebileceğimizi ümit ve temenni etmekteyim.

Bu ülke, bu halk, bu devlet ona emanet edilmiştir. Emanetin hakkını ancak gezerek, karışarak, dolaşarak, yakından görerek verebilir. Kendilerini tebrik ediyor ve başarı diliyorum. 20 Ağustos 2000