Perşembe

 

Din âlimi, hakikî şeyh, kâmil mürşid, mücâhid fî sebilillah. Bunlar yaptıkları hizmetlerin mükâfatını, ücretini Allah’tan isterler. Bazılarının memuriyetleri dolayısıyla maaşları vardır ama o gelir ancak geçimlerine kâfi gelir (veya gelmez).

Böyle kişiler zengin olmak, büyük servetler elde etmek, mal mülk sahibi olmak için ilmi, tasavvufu, dini, cihadı, mukaddesatı asla âlet etmezler.

Onlar, yaratıklardan dünyaya ait mânevî menfaatler de istemez. Riyaset, şöhret, alkış, halkın rağbeti… Hiçbir şey istemezler.

Onların işleri, ticaretleri, hesapları Allah iledir.

İmamı Nevevî, medrese talebesiyken günde bir kere yemek yiyebilirmiş. Hayırseverler medreseye yemek gönderirlermiş, o bunlardan yararlanmazmış.

Mevlânâ’nın halifesi Hüsameddin Çelebi hazretleri, şeyhlik yaparken dergâha gittiğinde yanında bir ibrik ile abdest suyunu da getirirmiş. Oradaki vakıf suyu kullanmamak için.

Hazret-i Ömer geceleri mum ışığında devlet işlerini görürmüş. Devlet işlerini bitirince mumu söndürür, şahsına ait ışığı yakarmış.

Ehlullah bırakın haram ve şüpheli dünyalıkları, zarurî ihtiyaçları dışında helâl şeylere de tâlib olmazlardı.

Onlar öyle bir Peygamber’in varis, vekil ve halifeleriydiler ki, o yüce zat vefat ettiğinde zırhı birkaç ölçek buğday (bir rivayette arpa) mukabilinde Medineli bir Yahudi’de rehin bulunuyordu. Ev halkına bir lokma ekmek temini için bu yola başvurmuştu. İsteseydi… Lâkin asla istememiştir.

İslâm büyükleri dokuz lokmadan fazla yemezlerdi. Genellikle günde bir kere yemek yerlerdi. Mevlânâ Celâlüddin Rûmî kaddesallahu sırrehussami hazretleri on lokma yemek yediği vakit hastalanır, büyük zahmetler çekerek yediğini çıkartırdı.

Bediüzzaman hazretleri külde pişmiş bir ekmeği günlerce yerdi. Şeyh Adanalı Sami Efendi ömrünün son yıllarında günde bir ceviz büyüklüğünde gıda alırdı.

Ehlullah süslü meskenlere, lüks mefruşata (döşeme, mobilya), pahalı ve gösterişli dabbelere (binit), üzeri bin çeşit lezzetli yemekle dolu sofralara asla itibar etmemişlerdir.

Para onların en sevmediği şeydi.

Dünyanın çok alçak bir kahpe olduğunu bilirler ve ondan uzak dururlardı.

Belh sultanı iken tacını tahtını bırakıp da derviş olan İbrahim Edhem hazretleri soğuk gecelerde hamam külhanlarında kül, kömür, toz toprak içinde yatar, kuru ekmekle karnını doyururdu.

İmamı Gazalî hazretleri Bağdat’taki Nizamiye medresesindeki parlak hocalığı bırakmış, Şam’a giderek Emeviyye camiinin bir minaresindeki küçük bir hücrede inzivaya çekilmişti. Geceleri el ayak çekildikten sonra abdest şadırvanlarını temizlerdi. Nefsini kırmak için.

Evliyaullah’tan Sultan Birinci Ahmed Han hazretleri genç yaşında vefat ettiği vakit na’ş-ı şerifini yıkamak için soymuşlar. Bir de bakmışlar ki, ten gömleği yerine sert ince deriden bir iç çamaşırı giymiş. Ta ki geceleri yatakta rahatsız olsun, fazla uyuyamasın, kalkıp ibadet edebilsin, zikr ü tesbihatla meşgul olabilsin diye. Bunu gören, padişahın şeyhi Aziz Mahmud Hüdaî hazretleri ağlamış, “Oğlum Ahmed, sen bizi geçmişsin de haberimiz yokmuş…” demiş.

Tarihin uzak devirlerinde yaşamış ulema, müfessirîn, muhaddisîn, fukaha, meşayih, hazeratı Allah’ın dinine hizmet, Ümmet-i Muhammed’e faydalı olmak için yazdıkları eserlerden telif ücreti almazlardı. Meselâ Bursalı İsmail Hakkı hazretleri muazzam eseri Ruhü’l-Beyan tefsiri için maddî bir ücret almamıştır. Onların ticaretleri Allah ileydi.

Büyük fakih İmam-ı Serahsî hazretleri bulunduğu ülkenin zalim rejimini tenkit ettiği ve uyardığı için zindana atılmıştı. Hapsedildiği yer yerin dibindeydi. Talebeleri yukarıdaki pencereden muhtasar bir fıkıh kitabının metnini okurlar, o aşağıdan şerhini söyler, talebeler yazardı. Böylece çok muteber, çok faydalı bir fıkıh külliyatı meydana getirilmiştir.

Velhasıl İslâm tarihinde Allah’a dönük ne kadar âlim, zâhid, âbid, fakih, mutasavvıf, mücahid zat görüldüyse bunların hepsi de sırtlarını dünyaya sırt çevirmişlerdi.

Dünya bir oyalanma, aldanma yeridir. Sebatı yoktur.

İlim, irfan, feraset sahibi hiçbir Müslüman ehl-i dünya olmaz. Gençlik, güzellik, iktidar, şöhret mal mülk, çoluk çocuk, insana gurur veren dayalı döşeli meskenler, lüks otomobiller, fâhir libaslar… Bütün bunlar fanîdir.

Müslüman asla hedonist (zevk ve haz felsefesine bağlı) olamaz. Para, Müslümanın dini ve imanı durumuna gelirse o kişinin Müslümanlığı devam eder mi?

Nefs-i emmâresine tapan kişi muvahhid midir, müşrik mi?

Riyaset, alkış, itibar, tantana hastası kişiler nasıl İslâm büyüğü olabilirler?

Müslümanların içinde de elbette tâcirler, zenginler, mallı mülklü kişiler olacaktır. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Ancak Müslümanların başını çeken, Ümmet’e yol gösteren, makam-ı riyasette bulunan zümre dünyaya ve dünya zenginliklerine yönelik olursa vah o Müslümanlara, eyvah o Ümmet’e!..

Şu halimize bakınız. Çabalayıp duruyoruz, lâkin içine düşmüş olduğumuz bataklıktan bir türlü çıkıp da sahil-i selâmeti bulamıyoruz. Niçin? Çünkü kılavuzlarımız bu işi beceremiyor.

Müslümanlara kılavuz durumunda öyle kocaman, ünlü, kodaman adamlar var ki, mübarekler banker gibidir. Para saymaktan zikr u tesbihata vakit bulamıyorlar. Onlar Kitabullah’ın, Resûl’ün, Sâlih Seleflerin yolundan, metodundan, zihniyetinden ne kadar uzaklar.

Ver ver ver, daha ver, fazla ver, çok ver… deyip duruyorlar. Bu adamlar Maliye Bakanı olsalar devletin bütçesini düzeltirlerdi. Behey adamlar! Siz İslâm büyüğü, din rehberi misiniz yoksa bankacı, finansçı, tahsildar mı? İslâmî hizmet alanından parayı kaldırmak lazım. Müslümanlar zekât, fitre, sadaka vererek malî hizmetler etsinler. Lâkin din baronlarının, paracı kılavuzların pençelerinden kurtulsunlar. Hiçbir din âlimi, şeyh, mücahid, Müslümanlardan para toplayarak Karun gibi zengin olmasın. 21 Temmuz 2000