Salı

 

Merhum Turgut Özal, Ceza Kanunu’ndaki 141 ve 163’üncü maddeleri kaldırdıktan, birtakım önemli reformlar başardıktan sonra Diyanet, din-devlet ilişkileri meselesini de halletmek; bu konuda millî kimliğimize, demokrasiye, insan haklarına uygun bir sistem getirmek için faaliyet ve teşebbüse girişmiş, bir takım uzmanlara bu konuda raporlar ısmarlamıştı. Ne yazık ki, ömrü vefa etmedi.

Din-devlet çekişmesi, Türkiye’nin gelişmesini, kalkınmasını, huzurunu önleyen bir pürüzdür. Aslında buna din-devlet çekişmesi demek doğru olmaz. Din ile devletin arasında bir çekişme yok. Çekişen yönetimdir, bir zihniyettir, bazı gizli güç ve lobilerdir.

Dünyanın bütün medenî, demokrat, insan haklarına bağlı ülkelerinde başörtülü Müslüman öğrencilerin tahsil hakları engellenmiyor, çiğnenmiyor. Bırakınız üniversitelere, ilkokullara bile dindar aileler çocuklarını başörtülü olarak gönderebiliyor. Çünkü din hürriyetinin, laikliğin gereği budur.

Bizde lâiklik lâiklik diye feryat ediliyor. Türkiye’de gerçek manasıyla lâiklik yoktur. Lâiklik Fransa’da vardır.

Ülkemize gerçek lâiklik gelince ve halkımıza din, inanç, inandığı gibi yaşayabilmek hürriyetleri tanınınca ne din-devlet sürtüşmesi ve gerginliği kalacak, ne de başörtüsü diye problem olacaktır.

Anayasa’da, kanunlarda bir değişiklik olmadı. Özal zamanında üniversitelerde başörtüsü ile okumak serbestti. Bazı engellemeler olsa bile onlar geçici ve ârızî idi. Sonra 28 Şubat postmodern darbesi oldu ve birden bire bir baskı başladı. O tarihten bu yana binlerce genç kızımız yüksek tahsillerini bırakmak zorunda kaldı. Bu bir insan hakları ihlâli değil midir?

Anayasa, kanunlar, devlet böyle istiyormuş… Hayır, bin kere hayır! Böyle olmasını isteyenler birtakım şahıslar, zümreler, zihniyetlerdir. Devleti bu gibi haksızlıklardan tenzih ederim.

Diyanet’in, devlete bağlı bir genel müdürlük şeklinde idare edilmesi lâikliğe kesinlikle aykırıdır. Gerçek lâiklik olması için, dinin devlet kontrolunun ve baskısının dışında ve üzerinde olması gerekir öncelikle.

Vaktiyle Sovyetler Birliği’nde de sözde bir din hürriyeti ve sözde bir lâiklik vardı. Anayasa’da din hürriyeti yazılıydı. Yazılıydı ama gerçekte yoktu. Gerçek lâikliğin olması için mutlaka ve mutlaka geniş bir din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti de bulunması gerekir. Din hürriyeti ve lâiklik bir madalyonun iki yüzü gibidir. Din hürriyetinin olmadığı yerde lâiklik de yok demektir.

Efendim ezanlar okunuyormuş, camiler açıkmış, isteyen gidip ibadet edebiliyormuş, dolayısıyla geniş bir din hürriyeti varmış… Böyle izahlara karnımız toktur. Din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyetinin olması için birtakım esaslı ve temel şartlar gerekir. Birkaçını sayayım:

1. Hıristiyanların bağımsız patrikleri, Musevîlerin hahambaşıları, Masonların Üstad-ı Azamları, Bahaîlerin kendi reisleri olduğu gibi Müslümanların da devletten tamamen ayrı, bağımsız, üslûbuna göre seçilmiş bir dinî-ruhanî başkanı olması gerekir.

2. Bu başkana bağlı bağımsız ve hür bir din teşkilatı olması gerekir.

3. Din okullarının, din üniversitelerinin bağımsız ve hür İslâm teşkilâtına bağlı olması, devletin bunlara karışmaması gerekir.

4. Müslümanların, Fransa’da olduğu gibi özel ve bağımsız okullar ve üniversiteler açabilmeleri gerekir.

5. Bağımsız ve hür İslâm teşkilâtının kendi bütçesi olması, Müslüman halktan (Bütün medenî ülkelerde olduğu gibi) bağış, din vergisi toplayabilme hakkı olması gerekir. İslâm Vakıflarının bu teşkilâta bağlanması gerekir.

6. Mason, Rotary, Lions dernekleri kurmak serbest de, niçin din derneği kurmak yasak? Ülkemizde faaliyet gösteren misyonerlerin kendi ülkelerinde güçlü ve zengin dernekleri var. Biz Türkiye Müslümanları niçin misyonerlerle ve dinsizlikle mücadele edebilmek için islâmî tebliğ, tebşir (müjdeleme) dernekleri, islâmî sosyal yardım dernekleri kuramıyoruz? Bunlara da izin verilmesi gerekir.

7. Müslümanları engelleyen ve köstekleyen bütün antidemokratik, insan haklarına muhalif kanunların kaldırılması gerekir.

Efendim Müslümanlar serbest bırakılır, demokratik haklara kavuşturulursa bundan Farmasonluk, Sabataycılık, dinsiz ideolojiler, birtakım egemen lobiler ve azınlıklar büyük zarar göreceklerdir. Dolayısıyla kaldırılamaz. Böyle bir şeyi hangi cür’et ve cesaretle yazıyorsun?.. denilirse takke düşmüş kel görülmüş olur.

Biz dindar Müslümanlar, kendi ülkemiz, kendi vatanımız olan Türkiye’de güven içinde, korkusuz bir hayat sürmek istiyoruz. Bizim temel hak, hürriyet ve haysiyetlerimiz hiçbir bahane ile baskı altına alınamaz, kısıtlanamaz.

İslâm dininin, dindarlığın devletimize hiçbir zararı yoktur. Aksine büyük faydası ve yardımı vardır.

Gerçek dindar, olgun Müslüman devlet malını yemez, eğrilik yapmaz, haram kazanç ve servet elde etmez. Böyle yapanlar gerçek ve samimi Müslüman değil, din sömürücüsü aşağılık adamlar ve zümrelerdir.

Gerçek Müslüman devletin, milletin, vatanın selameti, huzuru, ilerlemesi, güçlenmesi için çalışır.

Şu anda Müslümanları, islâmî hareketi manipüle etmek için sinsice harıl harıl çalışılıyor. Bu işler için binlerce ajan provokatör, binlerce casus, binlerce eleman kullanılıyor, her yıl katrilyonlarca para harcanıyor. Bunlara son verilmelidir.

Bu memleketi bugünkü perişan hale samimî, gerçek dindarlar getirmemiştir. Türkiye’yi tehdit eden asıl büyük tehlikeler başkadır.

Amerika’da sonsuz bir din hürriyeti var da, o hürriyet Amerikan devletini tehdit mi ediyor? İngiltere’de geniş bir din hürriyeti var da, o hürriyet İngiliz devleti için bir sakınca mıdır?

Türkiye selâmet bulmak istiyorsa birtakım tarihî ârızalara son vermek zorundadır. Bunların başında da din-yönetim, din-siyaset, din-sistem zıtlığı ve çekişmesi gelmektedir. Bu çekişme ve zıddiyet kaldırılmalıdır. Atatürk’ün yasaklatmış olduğu Masonluk nasıl serbest bırakıldıysa Müslümanlık da (gerçek mânâsıyla) serbest bırakılmalıdır. Başka çıkış ve kurtuluş yolu yoktur. İnşaalah bu gerçeği, ülke büsbütün batmadan idrak edip anlarlar. 07 Ağustos 2002