Cumartesi

Din ile parayı, din ile şahsî menfaati, din ile şahsî nüfûzu kesinlikle birbirlerinden ayırmak gerekir. Son çeyrek asırda din, para, menfaat, nüfuz içiçe olmuştur ve bunun cezasını şimdi Müslümanlar acı bir şekilde çekmektedir.

Bediüzzaman ve son devirde yaşamış gerçek ulemâ ve meşâyih din ile parayı, menfaati, nüfuzu birbirlerinden kesin olarak ayırmışlar ve İslâm’a muhlisen lillah hizmet etmişlerdi.

Dinî hizmetler ve faaliyetler parasız görülebilir mi? Bir kısım dinî hizmetler vardır ki, onlar parasız, menfaatsiz, ücretsiz pekâlâ yapılabilir. Bediüzzaman nasıl yaptıysa, öyle yapılabilir. Bazı hizmetler vardır ki, onların parasız yapılması mümkün değildir. Meselâ islâmî bir medya kurmak, bilgi bankası tesis etmek gibi.

Parasız yapılabilecek bütün hizmet ve faaliyetler parasız yapılmalıdır. Birtakım din baronlarının, mukaddesat sömürücülerinin, bezirgân ruhlu adamların saf, câhil, çabuk inanan milyonlarca Müslümanı hizmet ediyoruz, faaliyet yapıyoruz, islâmî bir sistem kuracağız, Asr-ı Saâdet’i geri getireceğiz gibi vaadlerle dolandırmaları, onlardan yekûn olarak milyarlarca dolar toplamaları mutlaka önlenmelidir.

Gazete, televizyon, bilgi bankası, öğrenci yurdu gibi parayla yapılabilecek hizmet ve faaliyetlerde; hesabı kitabı belli olmayan para toplamalar, bağış almalar, dindar kadınların mücevherlerini istemeler gibi metodlar bırakılmalı, bu gibi işler normal iktisadî, ticarî, yasal metodlarla gerçekleştirilmelidir.

Paranın olduğu yerde kirlenme olur. Herkes yapmaz ama bir kısım düşük karakterli, ahlâksız, yetersiz adamlar hizmet için toplanan paraları zimmetlerine geçirebilirler.

İslâm’a hizmet etmenin, islâmî bir basın kurmanın, islâmî televizyonlar tesis etmenin kuralları vardır. Bu gibi hizmetlerin yürütülmesi esnasında Şeriat hükümlerine, islâmî ahlâk kaidelerine, riayet edilmelidir.

Beride bir açıkgöz çıkacak, dindar ve saf kadınların mücevherlerini toplayarak bazı müesseseler kuracak ve sonra bunlarda İslâm’a, ahlâka, sağduyuya, hikmete aykırı bir sürü yamukluk ve rezalet irtikab edecek. Ümmet-i Muhammed böyle çirkinliklere ve sapıklıklara âlet olmamalıdır.

Başka bir grup düşük ahlâklı adam, “Biz İslâm’a hizmet edeceğiz, bu paraları ileride dinimiz için kullanacağız” diyerek milyarlarca dolar götürmüştür. Haram parayla İslâm’a hizmet edilir mi? Helâ süpürgesiyle cami süpürülür mü? Peki, bu paralarla İslâm’a hizmet edeceksiniz de, ülkenin en kıymetli yerlerinde mallar, mülkler, köşkler, mâlikâneler, villalar ne oluyor?

Saf, câhil, temiz, çabuk inanan ve kanan Müslüman halka birtakım acı gerçekler, perdelerin arkasındaki çirkin tablolar anlatılmalıdır.

İslâm dini bazı sahtekâr, soytarı, ahlâksız, rezil, düşük, bayağı, dini imanı para olan, benliğine tapan, şahsî menfaati ve nüfuzu için her haltı yiyen, sürüngen, solucan adamların ve grupların kâr âleti, menfaat vasıtası yapılmamalıdır.

Şimdiye kadar dindar halktan milyarlarca dolar toplandı. Bu paralarla muazzam hizmetler yapılmış, yolun büyük kısmının alınmış olması gerekirdi. Halbuki her geçen gün biraz daha kötüye gidiyoruz. Hâlâ üstün bir medyamız yok. Her gün darbe üstüne darbe yiyoruz. Birtakım sefiller, Müslümanların acılarını, başlarına gelen felâketleri bile paraya tahvil etmektedir.

Din sömürücüleri, mukaddesat bezirgânları islâmî hareketi kirletmişlerdir.

Para kirletir. Paranın olduğu yerde pislik de olur. Nerede para var, oraya tezek böcekleri üşüşür.

Parasız yapılabilecek dinî hizmet ve faaliyetler para pisliğinden arındırılmalı; gerçekleşmeleri için mutlaka para gereken hizmet ve faaliyetlere ise düzen, kontrol, plan ve program getirilmelidir.

Ben Müslüman kitlelerin bir gün uyanacaklarını ve din adına toplanan paraların hesabını soracaklarını ümit ediyorum.

İki Selefî

Fransa’da yaşayan ve İstanbul’u gezmeye gelmiş iki Cezayirli Müslüman genç ile bir yerde tanıştım, sohbet ettim. Üsluplarına baktım, “Siz Selefî misiniz?” diye sordum. “Evet öyleyiz” dediler. Tasavvufa ve sufilere iyi gözle bakmıyorlardı. Allah’ın semada oturduğunu iddia ediyorlardı. İmam (önder) olarak İbn Teymiye’yi kabul ediyorlardı. Çok sert konuşuyorlardı. Kendilerini hakikî Müslüman kabul ediyor, “Öteki Müslümanları” az veya çok bozuk olarak görüyorlardı. Yanımızda Müslümanlığı kabul etmiş iki Fransız vardı. Onlar daha geniş, daha uzlaşıcı, daha evrensel bir İslâm anlayışı sergiliyorlardı.

Beyrut’ta oturduğum yıllarda sokaklarda bazı satıcılar tekerlekli arabalarla karpuz satıyor, bazıları da beş, on, yirmi ciltlik tefsirler, hadîs külliyatları, din kitapları satışı yapıyorlardı. Arap dünyasında din konusunda söz ayağa düşmüştür. Selefîlik, Vehhabilik, mezhepsizlik, tasavvuf düşmanlığı, islâmî aktivizm, önüne gelenin Kitab ve Sünnet’ten ahkâm çıkartması, neo-haricilik, Allah’ı gökte oturtmak, O’na el, ayak, yüz izafe etmek gibi yanlış doktrinler ve akideler hayli yaygın hale gelmişti. Müslümanlar bir sürü fırkaya ayrılmışlar, birbirleriyle tartışıyor, çekişiyor, tefrika ve tezebzübe sebebiyet veriyorlardı. Bu yüzden de Ümmet birliği bozulmuş, Ehl-i İslâm şevket, kudret ve devletini yitirmiş, zillet ve esarete düçar olmuştu.

Cezayirli gençlere, “Selefîliği hak biliyorsanız o yolda devam edin. Lâkin sakın Müslümanlığı kendi tekelinize almaya kalkışmayın. İslâm’da çeşitlilik vardır. “Öteki Müslümanlar” da Müslümandır, sizin din kardeşlerinizdir. Ezan okununca herkes camiye gitsin. Oradaki cemaatin safları arasında Selefî, Vehhabî, mezhebli, mezhebsiz, sûfî, tasavvuf düşmanı… velhasıl her meşreb ve mezhebten insan bulunsun. Allah’a birlikte ibadet etsinler, namazdan sonra birbirlerine tebessüm edip hal hatır sorsunlar…” meâlinde bir konuşma yaptım. 08 Ağustos 1999