Salı

 

Onlar İslâm’ı ve Müslümanları ortadan kaldırmayı düşünmüşlerdi. Hattâ bir aralık bu ülke halkını toptan Protestan yapmayı bile tasarlamışlardı. Böyle bir işi yapamayacaklarını anlayınca var güçleriyle İslâm’ı bozmak, tahrif etmek, Müslümanların kafalarını karıştırıp onları sersemletmek için çalışmaya başladılar. Bu maksatla birtakım yarı-mühtedi ilâhiyatçıları, hoca taslaklarını vazifelendirdiler. Ortaya attıkları fikirler ve tezler şunlardı:

1. Geleneksel Ehl-i Sünnet İslâmlığı bozuktur, Kur’ân’daki İslâmlığa uygun değildir.

2. Dinde reform ve yenilik yapılmalıdır.

3. Peygamber dini tebliğ etmiş ve sonra ölmüştür. Ölümünden sonra işi bitmiştir. Sünnet ve hadîsler din kaynağı değildir.

4. İlmihal Müslümanlığı gerçek Müslümanlık değildir, gerçek Müslümanlık Kur’ân Müslümanlığıdır.

5. Dinî hükümlerin kaynağı geleneksel sünnîlikte olduğu gibi dört değil sadece birdir, o da Kur’ân’dır. Sünnet, icma ve kıyas kaynak olamaz.

6. Büyük müfessirler, Ehl-i Sünnet alimleri Kur’ân’ı tefsir edip yorumlarken yanılmışlardır. En doğru tefsiri reformcular ve yenilikçiler yapar, onlara uyulmalıdır.

7. Tesettür kadınlar için mecburî ve farz değildir.

Ve saire ve saire….

Lâik bir sistemde din ile devlet ayrıdır, birbirlerinin işlerine karışmazlar. Devletimizi bu konuda tenzih etmekle birlikte, şu hususun üzerinde durmayı gerekli görüyoruz: Kendilerini devletle özdeşleştiren bazı komiteler İslâm’ı bozmak,Müslümanları sersemletip şaşırtmak için seferber olmuşlardır.

Bundan birkaç yıl önce büyük gazetelerimizden birinin manşetinde, o günün

cumhurbaşkanının

(S. Demirel) şöyle bir demeci yayınlanmıştı:

“Kur’ân’daki üçyüz küsur hüküm ayetinin yerine bugün pozitif kanunlar yapılmıştır, bu ayetlerin hükmü kalmamıştır…”

Lâik bir Cumhuriyetin başındaki zatın böyle beyanlarda bulunmaya hakkı olabilir mi? Efendi sen din hocası değilsin, müçtehid veya fakih değilsin, böyle boyundan ve cüssenden büyük lâfları nasıl edersin?

Dinde reform ve yenilik yapılmasını isteyen ilâhiyatçıların hepsi bir tarağın dişleri gibi değildir. Bunların tamamı, istisnasız yanılgı içinde olmakla beraber bir kısmı çok vahim, çok büyük yanlışlıklara batmıştır, bir kısmı ise ılımlı reformcudur.

Ancak bütün Müslümanların şu gerçeği bilmeleri ve kabul etmeleri gerekir:

Dinimiz insan icadı bir sistem değildir. Bu dini Yüce Allah, Peygamber vasıtasıyla bize göndermiştir. İslâm dini mükemmel, tamamlanmış en son dindir ve hükümleri Kıyamet’e kadar baki olacaktır.

Hiçbir insanın kendi re’yiyle, kendi kafasıyla, kendi arzu ve hevesiyle dinde değişiklik, reform, yenileşme yapmaya ve istemeye hakkı yoktur.

İslâm dininin, Kur’ân’ın, mütevâtir ve sahih hadîslerin, fıkhın, şer’î hükümlerin hiçbiri değiştirilemez. Onlar muhkemattır, insanlık sürdükçe onlar da sürecektir.

Peki aklı başında, vicdanlı, firasetli Müslümanlar bu reform ve yenilik fesadı karşısında ne yapmalı, nasıl bir siyaset takip etmelidir?

Birinci husus: En ufak bir ödün bile vermeden hem itikad, hem de amel ve ahlâk hüküm ve bilgilerinde Ehl-i Sünnet’in hangi mezhebine bağlı isek o yolda yürümek.

İkincisi: Mezhepsizlikten uzak durmak.

Üçüncüsü: Telfik-i mezahib (mezheplerin hükümlerini birbirine karıştırmak) tuzağına düşmemek. Böyle bir şey İslâm dinini, İslâm fıkhını hafife almak, oyuncak etmek demektir.

Dördüncüsü: Çoğunluğu teşkil eden Hanefî Müslümanlar, merhum Ömer Nasuhi Bilmen hocanın “Büyük İslâm İlmihali” adlı itikad, fıkıh, ahlâk kitabını esas kabul etmelidir.

Beşincisi: Hiçbir Müslüman kendi kafasına göre Kur’ân ayetlerinden ve hadîslerden din, fıkıh, Şeriat hükmü çıkartmaya yeltenmemelidir. Tefsir, tercüme, meal yazmaya ehliyeti, icazeti, izni, liyakati olmayan kişilerin hazırladıkları Kur’ân tefsirleri, mealleri, tercümeleri kesinlikle alınmamalı, okunmamalıdır.

Altıncısı: İslâm dininin kesin bir emrini yerine getirmemek, kesin bir yasağından kaçınmamak kişiyi günahkâr yapar. Ancak bu emri ve yasağı inkâr eder, dinde böyle şeyler yoktur derse kâfir olur. Beş vakit namazın farz olduğuna inanan, iman eden, kılamadığım için günahkârım diyen kimse Müslümandır, lakin

“Günde beş vakit namaz eskidenmiş, bu modern çağda bu kadar çok namaz mı olurmuş…”

diyen

dinden çıkar.

Yedincisi: İslâm fıkıhçıları içinde

“Hocaların hocası”

unvanına gerçekten hak kazanan şahsiyet

İmam-ı Azam Ebu Hanife

hazretleridir. Hiçbir reformcuya, yenilikçiye, ehliyeti olmadığı halde kendi kafasından içtihada yeltenene hoca, din âlimi denilemez. Nice müsteşrikler

(oryantalist)

var ki, mükemmel şekilde Arapça biliyorlar, islâmî ilimleri de incelemişler, öğrenmişlerdir. Onlar bu bilgileriyle din alimi, din hocası olabilirler mi? Elbette olamazlar. Aklı başında olan Müslümanlar sadece ehliyetli, liyakatli, icazetli Ehl-i Sünnet âlimlerini din âlimi, din hocası olarak kabul etmelidir.

Sekizincisi: Bazı reformcular, yenilikçiler, bid’atçiler, bozuk fırka mensupları, Cuma Namazı’ndan sonra kılınan dört rekatlık “Zuhr-i âhir” namazını inkâr etmekte, bunun kılınmaması gerektiğini iddia etmektedir. Bu namaz dört mezhepte de mevcuttur. Bilhassa zamanımızda kılınması gerekir. Bid’atçiler ve mezhepsizler böyle bir namazla Allah’a kulluk edilmesinden niçin bu kadar rahatsız oluyorlar? Reformcular ve yenilikçiler niçin büyük fukahanın, büyük din âlimlerinin asırlar boyunca yapılmasını tavsiye ettikleri ibadetlere karşı çıkıyorlar?

Dokuzuncusu: Reformcu, yenilikçi, mezhepsiz bazıları Ramazanlarda camilerde cemaatle kılınan

Teravih Namazlarına

da karşı çıkmaktadır. Hatta onlardan bazısı çok ileri giderek

“Bu namaz Ömer’in koyduğu bir bid’attir”

demektedir. Müslümanların böyle tuzaklara düşmemeleri gerekir. Viyana’yı iki defa muhasara eden, üç kıt’ada muazzam bir Darülislâm tesis eden Osmanlı devletinin altıyüz küsur yıllık hakimiyeti esnasında bu namaz, fıkıh kitaplarımızda yazıldığı üzere camilerde cemaatle kılınmıştır. O altıyüz yıllık devirde öyle büyük fakihler, din âlimleri yetişmişti ki, bugünkü reformcu ve yenilikçi ilâhiyatçılar onların ayaklarına su dökemezler. Akıllı Müslümanlar âlim, ârif, muttaki, sâlih, müteverri, âmil ulemâ ve fukaha ne demişse onları doğru olarak kabul etsinler, yapın dediklerini yapsınlar, yapmayın dediklerinden kaçsınlar. Böylelikle Mevlâ’nın istediği gibi yaşamış olurlar. Reformcu, yenilikçi, bid’atçi, mezhepsiz, ehliyetsiz, icazetsiz sahte hocaların peşinden gidenler Mevlâlarını değil, belâlarını bulurlar.

Onuncusu: Müslümanlar dini konularda kesinlikle münakaşa etmemelidir (tartışmamalıdır.) Müslüman bir topluluk din konusunda tartışmaya başlarsa aralarına şeytanlar girer, birlikleri bozulur, hakimiyetleri elden gider ve sonunda keferenin ve münafıkların esiri ve maskarası olurlar.

Onbirincisi: Dinde reform ve yenilik isteyen, bu konuda derin komitelerle işbirliği yapan bir ilâhiyatçı dolarla mültimilyoner olmuştur. Bu hususu da firasetli, akıllı Müslümanların iz’an ve irfanına havale ederiz.

Onikincisi: İslâm beşer kafasından çıkma bir ideoloji değildir. Reformcular ve yenilikçiler İslâm’ı ilahî bir din olmaktan çıkartıp, kul icadı bir ideoloji ve hümanizma haline getirmek istemektedir. İnsan icadı hümanizma ve ideolojilerde değişiklik, tâdilât, reform, yenilik yapılabilir. Allah’ın hükümlerinde ise kullar değişiklik yapma hakkına ve selahiyetine sahip değildir. 17 Eylül 2003