Dinsizlere ve imansızlara ilk yardım vazifesi
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 19 Aralık 2018
Doğmak bizim elimizde olan bir şey değildir. Hiçbir insan doğum tarihini kendisi tespit etmemiştir. Ölüp ölmemek de bizim elimizde değildir. Kur’an “Her canlı ölümü tadacaktır” buyuruyor.
İnsanlar kadın ve erkek olmak konusunda da irade sahibi değildirler. Beyaz derili veya siyah derili olmak… Şu veya bu ülkede, şu veya bu kavme mensup olmak… Uzun boylu veya kısa boylu olmak… Bunlar bizim iradelerimizi aşar, bu konularda seçim hakkına sahip değiliz.
İnanç konusunda bize seçim hakkı verilmiştir. Toplumlara Peygamberler gönderilmiş, doğru inançlar ve ameller, hak nizam bildirilmiş, insanlar bunlara davet edilmiştir. Kabul edenler, mü’min olmuşlar, red ve tekzib edenler (bunlar doğru değil yalandır diyenler) kâfir olmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerîm “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” buyuruyor. Mü’minler, Müslümanlar bilenlerdir ve bu bilmekten dolayı birtakım vazifeleri vardır. Bu vazifeleri yapmadıkları, ihmal ettikleri takdirde sorumlu ve suçlu olurlar.
Halkımızın bir kısmı,
Bilenlerin onları, en uygun, en etkili şekilde uyarmaları, eğitmeleri gerekir.
Sokakta 25 yaşlarında genç bir vatandaş yürüyor, üstü başı düzgün, yüzünden ve gözlerinden maddî sağlık fışkırıyor, anlaşılıyor ki, geçimi iyidir. Farz edelim bu kimse dinsiz ve inançsızdır. Yani büyük bir manevi felaket içindedir ama farkında değil. Bizim iman ve İslâm konusunda ona yardımcı olmamız gerekiyor. Nasıl yardımcı olacağız? Yolunu kesip “Ulan arkadaş! İmana gel, Müslüman ol be!” desek belki de iki gözümüzün ortasına şiddetli bir yumruk yiyebiliriz yahut kovulabiliriz.
Böyle tebliğ ve böyle davet, böyle uyarı olmaz… Müslümanlar gerek yurt içinde, gerekse dünya çapında İslam’a ve imana çağırma hizmetlerini en akıllı, en güzel, en uygun, en münasip şekilde yapmalıdırlar. Bu çağrılar doğrudan doğruya ve şahsen değil, dolaylı şekilde yapılmalıdır.
Biz herkesi imana getiremeyiz. Bizim vazifemiz tebliğ etmektir, iman verip vermemek Allahü Teâlâ’nın bileceği bir iştir. En tesirli tebliğ ve davet, kal (söz ve yazı) ile değil hal ile yapılandır.
Peygamberimiz en yüksek ahlâk ve fazilete sahip insandı.
Okumuş ve kültürlü insanları İslâm’a çekebilmek için, onların kültürünü aşan bir kültüre sahip olmak gerekir.
Lakin, öyle bir hatip düşünelim ki,
Hutbe okurken sanki şiir inşad etmektedir.
Bu devirde,
Mevlevîlik ilim, irfan, edep, terbiye, hikmet, medeniyet, kültür tarikatıdır.
O mekânlarda konuşmaya bile lüzum yoktur.
Allah nasip ettiyse, şeyhin huzuruna gelen bir kimsenin hidayeti için bir nazar yeter.
Zikrullah yapılan, tekkeye benzeyen bir mekâna kaba saba, uyduruk, ucuz, zevksiz, yapma çiçekler konmuş. Olmadı!.. Medenî ve kültürlü bir insan bundan hoşlanmaz. Duvarlara sanat kıymeti olmayan
levhalar asmışlar. Hatları güzel değil, orijinal değil matbaa baskısı, çerçeveleri zevksiz. Yine olmadı…
Tekkede namaz kılındı, zikrullah yapıldı. Sonra çay içilip sohbet edilir…
Bir evde, İslâm’a hizmet maksadıyla on kişilik bir sohbet meclisi tertiplendi. Dekor ve hizmet dört dörtlük olmalıdır. Bilhassa bu devirde insanlar dekora, hizmete, ikrama bakarlar, ona göre hüküm verirler.
İslâmî sohbet yapılırken gıybet edilirse, bir çuval incir berbat olur. Hiç İslâm’la gıybet bir arada bulunur mu?
Hayatında ilk defa Müslümanların bir sohbetine katılan bir genç için bu sohbet bir milat olmalıdır. Herkesin kabiliyeti, istidatı neyse ona göre muamele edilmelidir. İslamiyet’te Hıristiyanlıkta olduğu gibi misyonerlik yoktur. Misyonerlik yoktur ama
Bu müjdeleme ve uyarı vazifesi öncelikle gerçek icazetli ulemanın, gerçek icazetli fukahanın, gerçek icazetli şeyhlerin vazifesidir.
Vatandaş kanlar içinde yere serildi, kıvranıyor… Siz orada bulunuyorsanız ne yaparsınız, hemen yardımına koşarsınız, hemen ambulans çağırırsınız, ambulans gelinceye kadar kanı durdurmaya çalışırsınız, boyun ve bel kemiğinin kırılma ihtimaline düşünerek onu kıpırdatmazsınız, “Dayan şimdi ambulans ve doktor geliyor” dersiniz.
Onlara karşı ilk yardım vazifelerimizin ne olduğunu biliyor muyuz ve ümmet çapında bu hizmeti yerine getiriyor muyuz?
Bu soruya ne cevap verebiliriz?..
Tunus’ta ve Mısır’da halk dinsiz diktatörlük rejimlerine baş kaldırdı, Tunus diktatörü yurt dışına kaçtı, Mısır’ınki direniyor ama orada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Sudan’da büyük bir halk hareketi yok. Orada rejim tehlikede değil. Niçin?
1. Tunus ve Mısır rejimleri İslâm karşıtı rejimlerdi.
, rejim İslâm’a ve Şeriat’a bağlıdır.
2. Tunus ve Mısır’da düşünce, tenkit, görüş bildirme hürriyeti çok kısıtlıydı, Sudan’da bu konuda oldukça geniş bir hürriyet vardır.
3. Tunus ve Mısır diktatörleri halktan ve İslâm’an kopuk kişilerdir. Sudan devlet reisi
ise halka yakın bir kimsedir.
Sudan’daki rejime ve o ülkenin devlet başkanına son derece düşmandır.
Bu kardeş ülkeyi çok sevdim. Bir Müslüman olarak beni çok duygulandıran manzara şuydu:
Merhum
Hartum’a bir cami yaptırtmış,
ve kardeş halka hizmet veriyor.
Okul ve üniversite kızlarına,
,
yok orada. Bu kardeş ülkede bir Hz. Ebubekir, bir Hz. Ömer (radiyallahü anhüma) rejimi yok ama orada İslâm var, din hürriyeti var, insan haklarına (bizde olduğundan fazla) riayet var.
Bu rejimin yıkılmasını, yerine laik bir rejim gelmesini, kadınların açılmasını, bol bol içki içilmesini, bar ve pavyonlarda gece hayatı yaşanmasını, Şeriatın yasaklanmasını istiyorlar.
Yazımın başında Mısır’daki rejimin din düşmanı olduğundan bahs ettim. Mısır anayasasında “Devletin dini İslam’dır” yazılıdır.
Anayasaya böyle yazarlar ve sonra İslam’la, Müslümanlarla savaşırlar.
Bizde 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde anayasamızda böyle bir madde vardı. Bu madde 1927’ye kadar kaldı.
Sudan rejiminin ve
elbette hataları vardır ama bunlar onların dışlanmasına sebep olmamalıdır. Kural şudur:
Müslüman bir ülkedeki rejime çok düşman iseler, o rejimde yüzde yüz olmasa bile bir hayır vardır. 18 Şubat 2011