Dökülüyoruz
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 10 Şubat 2019
Pazartesi
Ne acayip, ne garip, ne akıl almaz işlerimiz var. Sanki bazılarımızda hiç akıl, mantık, iz’an kalmamış. Birkaç örnek vereyim:
(1) Vak’a Erzincan’daki bir köyde cereyan etmiş. Devlet köylü vatandaşa hayvancılık yapsın, çiftini çubuğunu geliştirsin, üretimini çoğaltsın, para kazansın diye birkaç milyar lira düşük faizli kredi vermiş. O da bu krediyi ziraate, hayvancılığa, arıcılığa, bir kazanç getirecek işe yatırmamış; evine koltuk takımı almış, lüks bir televizyon almış, külüstür bir otomobil almış. Sonra krediyi ödeme zamanı gelmiş. Ödeyememiş, devlet malına haciz koydurtmuş. Adam feryat ediyormuş: “Devlet değil eşkıya sanki… Benim gibi fakir bir vatandaşın, aldığı krediyi ödeyemedi diye malına mülküne haciz koydurulur mu? Kriz var, elbette ödeyemem…”
(2) Bir firma Almanya’ya şifalı bitkiler ihraç ediyormuş. Bunlardan bol miktarda bulunan bir yerde köylülere bitkileri göstermişler ve toplatmışlar. O sene biraz para kazanmış toplayanlar. Ertesi sene, mevsimi gelince firma köylülerden yine tıbbî şifalı bitki istemiş. Köylüler toplamaya çıkmışlar ki, bitki mitki yok… Meğerse bir önceki sene toplarken kökünü kurutacak, neslini tüketecek şekilde hoyratça, akılsızca toplamışlar.
(3) Çatalzeytin sahillerine bundan üç beş sene önce balıkçı motorları gelmiş. Deniz dibinden midye toplayacağız diye çalışmaya başlamışlar. Yirmi gün kadar “midye” toplamışlar ve sonra çekip gitmişler. Onlar gittikten sonra da o bölgede balık bulunmaz ve tutulmaz olmuş. Meğer dip midyesi topluyoruz diye balıkların yuvalarını, yavrularını, yumurtalarını ve neslini kurutacak şekilde kanun dışı avcılık yapmışlar. Böyle bir hıyanet ve cinayeti işgal kuvvetleri bile yapmaz!
(4) Ülkemizde bir sürü define delisi var. Bunlar akıllarını fikirlerini defineye takmışlar. Son yıllarda bazı defineciler o kadar şaşırmış, o kadar kudurmuş ki, eski İslâm kabirlerini bile geceleyin açıp, içlerinde define arıyorlarmış. Hem cahil, hem vicdansız adamlar. İslâm dininde kabirlere kefenlenmiş ölü konur; para, ziynet eşyası, başka bir şey konulmaz. Kuş kadar akılları olsaydı bunu bilirlerdi.
Bu örnekler yeter. Bizim, birkaç istisna dışında bütün işlerimiz böyledir. İstisnalardan biri uçakların bakımı ve kullanılmasıdır. Onun şakası yoktur. Şakası olsa, o konuda ve sahada da ihmal ve bozukluk olurdu. Buna rağmen hava yolculuğu tarihinin en fazla kurban verilen en büyük kazası yine bize aittir. Otuz sene kadar önce Paris civarında Ermenonville’de bir Türk yolcu uçağı düşmüş ve üç yüze yakın insan ölmüştü.
Eğitim işlerimiz tam bir facia kumkumasıdır. Düşünebiliyor musunuz bir kere, okullardan, liselerden bitirme imtihanları kaldırılmıştır. Eskiden bakalorya–olgunluk imtihanı vardı, o da kaldırılmıştır. Eskiden, son karnede dört zayıfı olan otomatik şekilde sınıfta kalırdı, o da kaldırıldı. “Efendim herkes okusun, lise diploması alsın, uygarlık nurları ülkeyi aydınlatsın…” A beyinsiz! Ehil olmayanları ite kaka okutmak, onlara layık olmadıkları diplomaları vermek, eğitim seviyesini düşürmek, uluslararası lise standartlarını hesaba katmamak… İşte asıl batma ve batırma bunlardır.
Türkiye’nin tarımı çökmüş vaziyette. Buğdayımız, pirincimiz, sıvı yemeklik yağlarımız hep dışarıdan geliyor. Bari Tarım Bakanlığı’nı da lağvetseler de boşuna masraf olmasa.
Türkiye gibi bir ülkenin dışarıdan et ithal etmesi kadar büyük ayıp olamaz. Biz hayvancılık konusunda bu duruma düşmüşüzdür. Şimdi bazı çokbilmişler diyecektir ki: Evet hayvancılığımız çöktü ama ona karşılık deve kuşu üretimi başladı… Ne acınacak hallere düştük. Sen kocabaş hayvan yetiştirme, koyun yetiştirme ve birkaç devekuşu ile kendini avut.
Turizmciliğimiz çok iyi gidiyormuş, Antalya’ya bol sayıda turist geliyormuş… Bu iddialar da yalandır, aldatmacadır. Çünkü Türkiye’ye Avrupa’nın en gelirsiz, en fakir turistleri geliyor. Zengin ve bol paralı turistler İspanya’ya, Portekiz’e, İtalya’ya gidiyor. Turizmde ölçü sadece kelle sayısı değildir. İşin bir de kalite, keyfiyet tarafı vardır.
Ülkemiz maalesef gırtlağına kadar kargo kültürü bataklığına gömülmüştür. Ayranımız yok içmeye, mahalle aralarına kadar cep telefonu dükkanları açıldı. Sokaklarda birtakım adamlar ve karılar hem yürüyor, hem de bir elleriyle kulaklarına cep telefonunu tutmuşlar, konuşuyorlar. İstanbul’daki tramvaylarda beş dakikada bir “Sayın yolcularımız, lütfen araç içinde cep telefonlarınızı kapalı tutunuz…” anonsu yapılıyor. Cep telefonları tramvayın elektronik frenlerini bozuyormuş.
Camilerin kapılarında eskiden “Müslüman kardeş, kunduranı öyle değil böyle tut” diye aptalca levhalar çoğunlukta idi. Şimdi “Muhterem Müslüman, camide cep telefonunu kapat” levhaları birinci plana geçti. Bunca uyarıya rağmen yine de bilerek veya bilmeyerek cep telefonunu açık unutanlar var. Ne yapsın, cep telefonu ile konuşmazsa ölebilir…
Sağlık, tıb, ilaç işlerimiz berbadın berbadı. Yabancı ilaç firmaları Türkiye’yi haraca kesiyor. Onların gözünde hasta yok, müşteri vardır. Lüzumlu lüzumsuz mutlaka ilaç tüketilmeli, uluslararası şirketlerin ve fabrikaların milyarlarca dolarına milyarlarca dolar katılmalıdır.
Şifalı tıbbî bitkiler uzmanı bir eczacı otlardan ve çiçeklerden bir soğukalgınlığı ilacı hazırlasa, üzerine “Soğuk algınlığına ve gribe iyi gelir” diye yazsa hemen mahkemeye verilir ve milyarlarca lira ağır para cezasına çarptırılır. Yabancı ilaç şirketlerinin kârına kesat getirecek böyle bir teşebbüs elbette ağır ve vahim bir suçtur!
Türkiye’nin âcilen bir “Erozyonla Mücadele Bakanlığı”na ihtiyacı vardır. Onun başına da Hayrettin Karaca gibi bir kimse getirilmelidir. Her yıl, Kıbrıs yüzölçümü kadar verimli topraklarımız suyla, sellerle denize akıyormuş. Böyle giderse yirmi beş yıl sonra Türkiye taşlık, çorak, çöl, verimsiz bir ülke olacak. Hollandalılar denizden kazandıkları topraklarda vaktiyle soğanlarını Türkiye’den getirdikleri lale ve başka çiçeklerin üretimi ile her yıl on milyarlarca dolar para kazanıyor, biz ise topraklarımızı yele, sele veriyoruz. Maşaallah idarecilerimiz, kaptanlarımız, sorumlularımız çok muktedir ve ehliyetliler…
Şu Türkiye’nin işleri düzelir mi acaba? 13 Ağustos 2002