Pazartesi

 

Onların gözleri var, görmüyorlar; kulakları var, işitmiyorlar; kalpleri var, kararmış, mühürlenmiş…

Dünyanın en zekî çocuklarını ve gençlerini kötü bir eğitim, kötü bir yüksek tahsil, kötü bir ortam ve hayat içinde bin türlü yalanla, dolanla, mitolojik mavallarla yetiştiriniz, bir müddet sonra onlar da geri zekâlı, özürlü olacaklardır.

Aklı, bedeni sapasağlam bir kimseye zehir verir, onu uyuşturucu bağımlısı yaparsanız bir müddet sonra ne olur? Çöker, biter, bir insan enkazı haline gelir.

Fizikî zehirler, uyuşturucular olduğu gibi fikrî uyuşturucular ve zehirler de vardır.

Ne demişlerdi?.. “Biz yeni nesilleri eğlenceyle, seksle, içkiyle, talih oyunlarıyla, futbol çılgınlığı ile, avarelikle çürütüp esir yığınları haline getireceğiz…”

Dediklerini yaptılar. Uzun boylu isbata, delil getirmeye hacet yoktur. Genç nesillere, halk yığınlarına bakınız acı gerçeği çırılçıplak görürsünüz.

Sabatay Sevi’nin Mesihliğini ilan ettiği yıllarda İstanbul’da bir meczub, ama akıllılardan daha akıllı, keşif ve keramet sahibi bir meczub bir gün sokaklarda koşup bağırmaya başlamış. “Ey Müslümanlar, ey Müslümanlar!.. Malumunuz olsun ki, Türkün saltanatı bitmiş ve Yahudi’nin saltanatı başlamıştır…” diye haykırıp duruyormuş. Adamı yakalamışlar, biraz tartaklayıp İstanbul kadısının huzuruna götürmüşler. Efendim bu adam hezeyanlar savuruyor demişler. Kadı adamın deli olduğu kanaatine varmış ve onu tımarhâneye (akıl hastahanesine) göndermiş. Orada bir müddet tutmuşlar, sonra bunun kimseye zararı yoktur deyip salıvermişler. Bu tarihî vak’ayı Profesör Gershom Scholem, Sabatay Sevi adlı büyük kitabında yazmaktadır.

Meczubun dedikleri çıktı mı, çıkmadı mı? Bu soruya doğru cevap versem başım belâya girecek. Cevabı siz verin bari.

Hangi köşeye baksanız karşınıza bir Sabataycı çıkıyor, hangi taşı kaldırsanız bir Dönme ile karşılaşıyorsunuz. Su başlarını onlar tutmuş. Halk yığınlarının durumdan haberi yok. Onlar siyaset çelik çomağı oynuyor.

Açıkgöz, cin fikirli İslâmcılar mı? Onların bazısı çoktan Yahudilerle, Dönmelerle anlaşmış vaziyette.

Hiçbir şeyden anlamadığı halde siyasetten anlar gözüken çokbilmişlere “Bayram haftası” diyorsunuz. Otuz iki dişi görünecek şekilde sırıtıyor ve “Anladım sandal tahtası” cevabını veriyor.

Yeterli aklı olmayana hiçbir uyarı oku işlemez. Gerçekleri ona kırk kere tekrar etseniz sonunda yine hiçbirini anlamaz, kabul etmez. Onun afyonlu sakızları vardır, onları çiğner durur.

Birtakım İslâmcılar Amerika’da hangi Yahudilerle kapalı kapıların ardında görüşüp anlaştılar?. İsim ver diyenler çıkacaktır. Veremem, ben canımı sokakta bulmadım. Hem bunlar o kadar gizli ve esrarlı bilgiler değildir. Aç gözünü, iz’an ve irfan nazarıyla bak, sen de göreceksin.

Tam otuz yılı “Ayasofya açılsın, başörtüsü serbest bırakılsın…” sloganlarını biteviye tekrarlayarak ziyan ve heder ettik. Hâlâ akıllanmadık.

Akılsızlara, ilimsizlere, kültürsüzlere, beyinsizlere hürriyet versek de onlar o nimeti iğtinam edemezler, onun kıymetini bilemezler.

Bu ülkenin halkı durup dururken mi TürkKürt, Sünnî Alevî, sağcı solcu, dinci lâik, şucu bucu diye zıt ve düşman kamplara ayrılıp da birbirini yemeye başladı. Hayır hayır… Bunlar hep birer tezgahtır, tuzaktır, planlı programlı, kasıtlı şekilde düzenlenmiştir. Biz bütün bu zokaları yuttuk.

Bazı gerçekler filan kitabın falan sayfasında yazılıymış… Güleyim bari. Yetmiş milyonluk bir ülkede, en hayatî ve temel gerçekler bir iki bin basılmış bir kitapta yazılı olmakla halkın, on milyonların onları bildiğini, anlamış olduğunu mu sanıyorsunuz?

Gerçekler hergün söylenecek, öğretilecek, beşikten mezara tekrarlanacak ki, halk onları anlasın, bilsin. Hattatlar bir gün yazı yazmasalar elleri, parmakları, ağırlaşırmış; piyanistler bir gün çalmasalar ertesi gün parmaklarında bir tutukluk olurmuş… Gerçekler de öyledir. Onların tekrarlanmasına bir gün bile ara verilmemelidir.

Biz İslâm’ı yaşamıyoruz, Müslümancılık oynuyoruz. Mücahid geçinenlerimizin çoğu mütecahiddir, yani mücahid taslağıdır.

Eline para, bol kazanç, büyük servet geçirip de kudurmayan, azmayan, şaşırmayan kaç kimse çıkar şu ülkede?

Zengin olup da orta halli bir hayat süren var mı?

Benzinciye gider, bir defada seksen yüz milyon liralık yakıt alır ama ayda bir kitapçıya gidip de on milyon liralık bir kitap almaz. Böyle zengini ben ne yapayım? Maganda, türedi, zonta, odun, kereste, molozdur o.

Dangalak türedi senede milyarlarca liralık otomobil masrafı yapar. Evine gidersiniz, salonunda bir tek millî ve islâmî sanat eşyası göremezsiniz. Hüsn-i hat levhası deseniz aval aval bakar. İlim, irfan, sanat, kültür, estetik parayla satılmıyor ki, gidip alsın.

Kendisine prestij sağlamak maksadıyla filan kulübe üye olabilmek için büyük hava paraları öder. Duvarına bir resim, bir hat, bir gravür asmaz.

Akşam olur, lüks arabasına biner ve Maganda restorana tıkınmaya koşar. Kocaman bir işkembesi, küçücük bir beyni ve gönlü vardır.

İslâmcı magandalar biz İslâm devleti kurmak istiyoruz derler. Yahu ağzımı bozdurtmayın benim, siz İslâm devleti değil İslâm bakkaliyesi bile kuramazsınız!

Kimisi târik-i salattır, kimisi târik-i cemaat. Camilere gidiniz o kutsal mabedlerde bir tek şık kostümlü, pahalı gömlek ve kravatlı, ensesi kalın, cüzdanı şişik zengin İslâmcı veya Müslüman bulabilir misiniz?

Helâl haram, yemeye bayılırlar. Yüzde on komisyonlar, dalavereler alavereler, dolaplar, düzenler, tezgahlar… Allah topunun belâsını versin! Ablar akar, dolaplar döner… Başa geçeriz, ülkeyi güzelce idare ederiz… O kadar kolay ve ucuz mu bu iş?

Şu memleketin, şu halkın, şu devletin, şu İslâmcıların halini gördükçe beynim zonkluyor. 18 Şubat 2003