Pazartesi

 

Son yıllarda hamamın namusunu kurtarmak kabilinden, bazı yolsuzlukların üzerine gidildi, yüz milyonlarca dolar hortumlayan bazı adamlar tutuklandı, medyada birtakım cayırtılar kopartıldı.

Peki kokuşma, yolsuzluklar, pislikler, hortumlamalar durduruldu mu? Bu soruya “bilenler” cevap versinler. Kimisi ellerini vicdanlarının, kimisi midelerinin üzerine koyarak…

Bir musibet bin nasihatten evlâdır derler. Olup bitenler sayın büyük hırsızların, hortumcuların, talancıların gözlerini açtı ve bundan böyle daha dikkatli, daha tedbirli, daha ihtiyatlı soyuyorlar.

Devletin ve belediyelerin kasaları açılıp içindeki paralar çalınarak yapılmamıştır hırsızlıklar.

Yakın tarihimizde birtakım adamlara para kazandırmak için işler icat edilmiştir.

Bir yere bir çivi mi çakılacak, birileri bundan sebeplenmiştir.

Daha sonra hiç lüzumu yokken çakılan çivinin yerinden çıkartılması diye bir iş icat edilmiştir. Onu yapan da kazanmıştır.

Bir yere çivi çakılıyor, sonra o çivi çıkartılıyor… Yerine tekrar bir çivi çakılması gerekmez mi? O “iş” de yapılmıştır.

Kimler yapmıştır bu işleri?

Bizim partiden olanlar…

Akrabalar… Arkadaşlar… Yâran…

Şâir ne demiş?

“Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştiha (iştah sofrası) sizin…”

Yakın tarihimizde İstanbul’a kısa bir tramvay hattı yapılmıştı. On vagon ihtiyaca yeterliydi. Lakin bizimkiler tam yüz küsur vagon satın almışlardı. Bunun mânâsı ne demektir? Bilenler bilmeyenlere söylesin.

Bir ara İstanbul parklarına acayip direkler diktiler. Direklerin tepesine saksı gibi şeyler koydular. Bunlara hercaî menekşe ekilmişti.

Hercâi menekşe hergün sulanmak ister. Sulamak için de bir tertibat yapılmıştı. Direğin içinde bir su borusu vardı. Aşağıdan su hortumu bağlanınca yukarıya su çıkıyor ve çiçekler sulanmış oluyordu. Ama bizimkiler bu işi unuttular. Sonunda çiçekler kurudu ve direkler söküldü…

Yıllarca önce tramvay hattının kenarlarındaki beton korkulukların üzerine çiçek ekilmişti. Bunların da sulanması gerekiyordu. Sulanmadılar ve şimdi perişan ve rezil vaziyette gözleri rahatsız ediyorlar.

Birtakım önemli şahsiyetlerin bekleme salonları arı kovanı gibi adam kaynıyor.

– Sayın Başkanımla görüşmek istiyorum… Sayın genel müdürümle görüşmek istiyorum… Sayın Başkanım… Sayın Başkanım… Sayın Başkanım… Sayın Genel Müdürüm…

İhale ne demektir?.. Müteahhit kimdir?..

Bir devlet dairesi veya bir belediye bir iş yaptıracak, bir hizmet görecektir. Bu işin, bu hizmetin en iyi şekilde ve en ucuza yaptırılması gerekmektedir. En ucuz fiyatı veren ehliyetli bir firma işi alır ve yapar. Devlet ve belediye sorumluları gereken bütün kontrolları titizlikle yapar; iş şartnamesine uygunsa kabul edilir, para ödenir.

Bu anlattığım teoridir. Uygulamada bambaşka dolaplar döner. Siz bunları bilmiyor musunuz? O halde bilenlere sorunuz, ağzınız açık hayretle dinleyin…

Mayıs ayında İran’a bir haftalık bir seyahat yaptım. İsfahan şehrinde Abbasî Oteli’nde kaldım. Eski bir kervansaray otele çevrilmiş, salonları, girişi müze gibi tezyin edilmiş (süslenmiş) harika bir binaydı. Otelden şehrin merkezine doğru yürürken kaldırımlara dikkat ettim. Eskitilmiş taşlardan yapılmış nefis, sanatlı kaldırımlar gördüm. Bir de İstanbul’un kaldırımlarına bakınız. Ecüş bücüş, kırık dökük, delik deşik rezil kaldırımlar. Bizdeki bu berbat kaldırımları kimler yaptırmış, kimler yapmış?.. Belediyeler müteahhitlere yaptırmış. Müteahhitlere para kazandırılmış ama onlar vazifelerini hakkıyla yapmamış.

Lüks, zırhlı bir otomobille bir yere gidiyordum. Ben misafirim, “Hocam sizi evinize bırakıverelim…” demişler, ben de binmişim. Otomobildekiler siyasî bir partinin vilayet temsilcileri ve sorumluları. Yolda giderken partinin il başkanı ile telefon konuşması yapılıyor. Şöyle bir lâf ediliyor:

– Sayın başkan, filanca arkadaşımıza dargın mısınız, kızgın mısınız?.. Değilse ona niçin ihale verdirmiyorsunuz?..

Bu konuşma bile, bizde işlerin, ihalelerin nasıl verildiğini, kimlere verildiğini anlatmaya yetmez mi?

İstanbul’daki yüzlerce hastahane binası çürükmüş, binlerce okul binası çürükmüş, binlerce resmî daire çürükmüş; büyük bir zelzelede bunlar yıkılacakmış, binlerce vatandaşımız enkaz altında kalacak, ölecekmiş.

Niçin niçin niçin?..

Çünkü bu binalar bizdeki ihale sistemi ile, birtakım müteahhitlere para kazandırmak için yaptırılmıştır. Şartnamelere riayet edilmemiştir. Binalar inşaa edilirken gereken kontrollar ciddiyetle yapılmamıştır. İnşaat bittikten sonra, “Her şey şartnameye uygun olarak yapılmıştır. İşin parası ödensin…” raporu haksız yere verilmiş, para haksız yere ödenmiştir.

Partizanlar, müteahhitler kazanmıştır ama şehir, ülke, halk, devlet zarar etmiştir.

Bizdeki sistem böyledir.

Renkler, ideolojiler, görüşler farklıdır ama bu işlerde herkes suçludur.

Adamlar İslamcıyız diye ortaya çıkarlar ve malı götürürler.

Türkçü ve milliyetçiyiz diye ortaya çıkarlar, onlar da malı götürür.

Atatürkçüyüz, laikiz, çağdaşız derler, sonra malı götürürler.

Hele şu Pembe’ler yok mu? Ah o Pembe’ler… Onlar malı götürmekte, ülkenin rantını yemekte birincidir.

Efendim ben herkese çamur atıyormuşum. Hayır hayır… Namuslu, şerefli, haysiyetli, vatansever bürokratlara, müteahhitlere, partililere hürmetim vardır. Onlar başımızın tacıdır, sağ olsunlar var olsunlar. Onlara sözüm yoktur. Ben:

– Hırsızlara,

– Emanete hıyanet edenlere,

– İhalelere fesat karıştıranlara,

– Partizanlık yapanlara,

– İşleri akrabalarına, yakınlarına, yaranına, eşine dostuna, ortaklarına dağıtanlara verip veriştiriyorum.

Onlara lanet olsun! Bin kere, milyon kere lanet olsun…

Onlar bu memleketin baş belâlarıdır.

Onlar haram kemikler peşinde koşan aç köpeklerdir.

Onlar doymazlar. Bir milyar dolar vursalar yine yetinmezler, ikinci milyar doları vurmak için dolap çevirmeye devam ederler.

Onların gözünü toprak doyurur. Geberirler, mezara girerler, vârisleri arkalarından miraslarını paylaşmak için hırlaşır, çekişir, tepişir.

Onların kazandıkları paralar haramdır, Cehennem ateşidir. Bu paralar onlara mutluluk, huzur, selamet sağlamaz.

Onulmaz hastalıklara yakalanırlar.

Çoluk çocuklarının başlarına felaketler gelir.

Dünyada ve âhirette işleri rezillik rüsvaylıktır.

“Her şey nöbetle… Anahtar bizim elimizde şimdi biz yiyeceğiz…” Öyle mi? Zıkkım yiyin, zehir yiyin, ateş yiyin emi!

Bingöl zelzelesinde yatılı okul çöktü, nice mâsum çocuk enkaz altında can verdi.

Büyük bir şehrimizde aniden çöken 11 katlı dev apartımanın altında yüz vatandaş öldü. Yakınları ağlıyorlar, yıllarca ağlayacaklar. Yarın Büyük Mahkeme kurulunca ağlayarak hak arayacaklar.

Belediyeler yeni yapılan binaları dosdoğru kontrol etmiş olsaydı son büyük zelzelede Adapazarı, İzmit, Gölcük, Yalova’da bu kadar bina çöker, bu kadar insan ölür müydü?

Bütün müteahhitleri mi suçluyorum. Asla! Doğruların, namusluların, işini hakkıyla yapanların ellerinden öperim.

İkinci meşrutiyet devrinde (1908 ile 1922 arasında) Hilmi Kütüphanesi “Felâketlerimizin Esbabı: Haram Yiyicilik” diye bir kitap yayınlamış. Esbab, sebepler demektir. Bu haram yiyicilik bizim millî, müzmin, bitmez tükenmez, sonu gelmez bir hastalığımızdır.

Kim demiş ki, pislikler izale edildi (giderildi), her şey yoluna yordamına girdi… Hayır devam ediyor. “Acı” tecrübelerden ders alan bazıları daha tedbirli, daha ihtiyatlı, daha dikkatli iş bitiriyor.

Sular durmadan akıyor, dolaplar durmadan dönüyor. 29 Haziran 2004