Dünyanın En Büyük Mezraası
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 26 Şubat 2019
Salıİki büyük imparatorluğa, cihan devletine payitahtlık etmiş bu güzel şehri bugünkü perişan hale, uçsuz bucaksız bir taş ve beton okyanusu haline kimler getirdi? Elimizde geçen asırlarda Avrupalı ressamların yaptığı eski gravürler, seyyahların edebî tasvirleri var; İstanbul gerçekten dünyanın en güzel şehriymiş; şâir Nedim’in “Bu şehr-i Stanbul ki, bî misl ü bahadır / Her sengine yekpâre Acem mülkü fedadır” dediği kadar varmış.
Bütün insanlığın kültür mirası içinde bulunan böyle bir şehri nasıl bozduk, yaşanmaz hale getirdik? Şehir betonlaştırılacaktıysa bari elden geldiği kadar güzel, zevkli, sanatlı binalar yapılmış olsaydı.
Bundan on yıl kadar önce İngiliz veliahdı şehri gezmeye gelmiş ve korkunç, dehşetli yapılaşma ve betonlaşma faaliyeti karşısında çok ağır ithamlarda bulunmuş, sorumluların bir yüzlerine tükürmediği kalmıştı. Ağyar ağlar bizim ahval-i perişanımıza.
Artık İstanbul, onbeş milyonluk nüfusuyla dünyanın en büyük mezraası haline gelmiştir. Köy bile demiyorum, mezraa diyorum. Çünkü köyün de bir kültürü vardır. İstanbul’da kültür yok, bir anti-kültür var. Gecekondu, varoş kültürü veya anti-kültürü.
İslâm dünyasını yakıp yıkan, taş üzerinde taş bırakmayan, medeniyete ve sanata ait ne eser varsa hepsini yokeden Cengiz Han, şehirlerin lüzumunu ömrü boyunca anlamamıştır. “İnsanlar, göçebe olarak yaşayacaklarına, aileler yurtlarıyla çeşitli yerlere konup göçeceklerine şehir denilen yerlere niçin tıkılıp kalmışlar?” diye hayret edermiş.
Amerika’da Chicago Üniversitesi’nde on üç buçuk milyon kitap varmış. Harvard kütüphanesinde ise on iki buçuk milyon kitap bulunuyormuş. Nisbeten küçük bir üniversite olan Utah Üniversitesi’nde iki milyon kitap mevcutmuş. Bunların altmış bini yazma ve baskı olarak İslâm ve Ortadoğu konusundaymış. İstanbul’un en büyük kütüphanesinde ise 450 bin kitap ve başka malzeme var. Büyük bir kütüphanesi olmayan bir yere şehir denir mi, metropol denir mi?
Yeni yapılan binalara bakınız, ne kadar çirkin, zevksiz, sanatsız yığınlardır onlar. Zamane dindarlarının adım başında yükselttikleri yeni camilerde niçin mimarlık katsayısı, sanat, estetik, güzellik yoktur? Mimar Sinan’ları, Sadefkâr’ları yetiştiren bu ülke nasıl olmuş da bugünkü sanatsızlık, gerilik, çirkinlik bataklığına düşmüştür?
Çocukken, yatılı okulda okumak için 1940’ta İstanbul’a gelmiştim. İlkokul, ortaokul, lise on iki sene okudum burada. Şehrin 750 bin olan nüfusunun yarıya yakını gayr-i müslim azınlıklardı. Günlük olarak üç Fransızca, üç Rumca, iki Ermenice gazete çıkardı. Vapurların birinci mevkilerinde, lüks mevkilerinde, banliyö trenlerinde beyefendiler, hanımefendiler, küçük beyler, küçük hanımlar, büyük hanımlar seyahat ederdi. O zamanlar kitabın ne büyük bir değeri vardı. Halk sınıflara ayrılmıştı, herkes kendi kültür sahası içinde yaşardı. Bir gece bekçisi koskoca bir mahallenin âsâyişini sağlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürlü kılınç artıkları genellikle bu şehirde yaşarlardı. Kötülük, zulüm, entrika yok muydu? Âlâsı vardı. Lakin her şeye rağmen İstanbul şehirdi, mezraa değildi. İnsanlar birbirlerine güzellikle “Efendim” diyerek hitap ederlerdi. “Aha, oha, moha” gibi garip sesler şehri sarmamıştı. İstanbul efendileri vardı, hanımlar hanımlıklarını bilirlerdi. Allah’tan korkan, kullardan utananlar hareketlerine, konuşmalarına, yaşayışlarına dikkat ederlerdi.
Çocukluğumun İstanbul’u ahşap evler, ahşap konaklar, bahçelerle doluydu. Dini imanı para olan kuduz bir zihniyet onların hepsini yıktı ve şehri iğrenç beton binalarla doldurdu. Belediyeciler, idareciler biraz direndiler, halkın nefes alması için yeşil sahalar bıraktılar. Sonra canavarlar o yeşil sahaları da yuttu, oralara da beton yapılar dikildi.
Surlardan çıkınca yeşillikler, bağlar, bahçeler başlardı. 60’lı yıllarda Topkapı’da Ahmet Paşa Camii’nin civarındaki bir bostana gitmiştim, yerden bir pınar fışkırıyordu. Evet İstanbul’un içinde binlerce pınar vardı. Çeşmelerin suları Terkos’tan gelmezdi. Eski gazete ilanlarında okumuşumdur: “Bahçesinde iki masura suyu bulunan yedi odalı hane satılıktır” şeklinde kendi suyu olan gayr-i menkuller vardı.
Fas’taki Fez şehri, Yemen’deki bazı eski tarihî şehirler, Unesco’nun yardımıyla aynen korunmuşlar. Keşke başta İstanbul olmak üzere bizdeki eski şehirlere de el atılmış olsaydı. Safranbolu korundu ama eski evleri ve bahçeleri yıkma yasağı kalksa birkaç hane dışında hepsini yıkarlar ve yerlerine beton apartmanlar dikerler.
Sultanahmet semtinde üzerleri Osmanlı mimarisine benzer ahşap kaplamalı yeni oteller, halıcı binaları yapılmaya başlandı. Turistik bir özenti… Eski Türkler apartmandan, betondan nefret ederdi, şimdikiler ise geleneksel evlerden, ahşaptan nefret ediyor. İstanbul zelzele mıntıkasında ve her yüzyılda bir büyük bir zelzele oluyor. Acaba beton binalar mı, yoksa ahşap binalar mı zelzeleye daha dayanıklıdır?
İstanbul’u hangi sebepler ve kimler bu hale getirdi?
Birincisi: Resmî ideolojidir. Bu sistem, bu düzen, bu zihniyet zaten tümüyle ülkeyi de batırmıştır.
İkincisi: Kötü politikacılardır.
Üçüncüsü: Kötü ve dejenere edici eğitim sistemidir.
Dördüncüsü: Yetersiz aydınlar, okumuşlar, diplomalılardır.
Beşincisi: Paranın tek değer haline gelmesi; okumuşların ve halkın idealsiz kalması, hedonist bir hayat felsefesi bataklığına düşmüş bulunmasıdır.
Bugünkü durumda ne gibi müsbet ve kurtarıcı faaliyetler yapılabilir? Öncelikle genç nesillere sağlam bir kültür, ahlâk, fazilet ve estetik aşılanmalıdır. Sanat, mimarî, şehircilik kültür ve sevgisi verilmelidir. Rantçılığın, yiyiciliğin, kokuşmanın önüne geçilmelidir. Bunlar kolay işler değildir. Memleketin büyük, kökten, esaslı bir değişime, hayırlı bir inkılaba ihtiyacı var. Hangi irade bu işi başaracak? 16 Ağustos 2000