Cuma

 

1. Bir ara İslâmcı bir gazete birtakım Sabataycı köşeyazarları almıştı. Bunlara, (kesin rakamı bilmiyorum ama) rivayete göre ayda sekizer bin dolar maaş ödenmiş. Peki Sabataycılar böyle yağlı ballı maaş alırken aynı gazetenin Türk-Müslüman yazarlarına ne veriliyordu? Onlara ayda 750 dolar kadar bir aylık ödeniyormuş; Sabataycılarınkinin onda biri kadar. Yorum yapmama lüzum var mı?

2. Türkiye’de siyasî iktidar olmanın ve bu iktidarda kalmanın (olmak ve kalmak ayrı şeylerdir) iki meşruiyet kaynağı bulunmaktadır. Birincisi: Bizdeki derin devlet iradesinden icazet ve izin almak. İkincisi: Türkiye’deki hiyerarşiyi atlayarak ABD Yahudi lobisinden ve İsrail’den icazet ve izin almak. Peki ülkemizde serbest seçimler yok mu, Meclis’in duvarında “Egemenlik ulusundur” diye yazmıyor mu? Var ve yazıyor ama, siyasî bir parti seçimleri kazansa bile iktidar mevkiinde, bazı icazetleri ve izinleri almamışsa, uzun müddet kalamaz.

3. Krallık rejimine sahip İngiltere’de cumhuriyetçi olarak siyaset yapmak, parti kurmak; Fransa cumhuriyetinde krallık taraftarı olmak, kralcı parti kurmak serbesttir ama bizde Atatürkçü olmadan siyaset yapmak mümkün değildir. Bu yüzdendir ki Türkiye’de sağcı solcu, Türk Kürt, Sünnî Alevî, dinci lâik… velhasıl görüşleri, felsefeleri, inançları birbirine uymayan nice grup, tâife, kesim sahte bir Atatürkçülük maskesi altında arz-ı endam etmek zorunda kalmaktadır. Hangisi samimî, hangisi değil? Allah bilir.

4. Bana günümüzde dünya üzerinde, sonu …izmle biten resmî bir ideolojiye sahip tek demokrat, medenî, dengeli, sağlıklı, hukuklu bir devlet ve ülke gösterebilir misiniz?

5. Türkiye çağdaş uygarlık düzeyine füze gibi fırlamalıydı. Bunun için de uluslararası güzellik yarışmasına katılmalıydı. Lâkin geleneksel yapı Müslüman bir Türk kadınının soyunup vücudunu teşhir etmesine izin vermiyordu. Şöyle bir kolaylık ve hile düşündüler: Bir Yahudi kadınını Müslüman ve Türkmüş gibi lanse ederek Türkiye adayı yaptılar, Müsabakanın yapılacağı ülkeye gönderdiler. Jüri o kadını dünya güzellik kraliçesi seçti. Böylece ülkemiz uygarlaştı, medeniyet semalarına füze gibi fırladı…

6. Aklın, bilgeliğin, faziletin, ilmin, irfanın, vicdanın, millî şuur ve kimliğin, vatanseverliğin hakim olduğu ülkelerde fertlerin ve toplumun zenginleşmesi ticarete, sanayie, ziraata, hayvancılığa, çalışmaya, ihracata; madenlerin çıkartılıp işlenmesine, denizlerdeki servetin iyi kullanılmasına bağlıdır. Hasta, bozuk, çürümüş toplumlarda ise zenginlikler ve kazançlar büyük ölçüde harama, yalana, aldatmaya, ülkeyi ve devleti tokatlayıp söğüşlemeye, malî spekülasyonlara, faize, repoya, ranta dayanır. Bu ikinci tür toplumlar sonunda feci şekilde yıkılıp çökmeye mahkûmdur.

7. Lüks, israf, aşırı tüketim, gösteriş, tembellik, istismar (sömürü), dolandırıcılık, düzenbazlık, kokuşma… Bunlar en büyük imparatorlukları bile yere seren sosyal illetlerdir. Bu hastalıklara tutulmuş olup da ayakta kalmış tek bir toplum gösteremezsiniz. Roma gibi önünde sonunda batarlar.

8. Asalet (soyluluk) iki türlüdür: Sülaleden gelen irsî asalet. Bunun fazla kıymeti yoktur. Eğitimle, ilim ve irfanla, ahlâk ve faziletle elde edilen ruh soyluluğu, gönül yiğitliği (fütüvvet)… İşte önemli soyluluk budur. Bir toplum, kendisini ayakta tutacak sayıda ruh soylusu ve gönül yiğidi yetiştiremiyorsa bahtına ağlasın ve yıkımına hazırlansın.

9. Bir Müslüman hakkında onun namazına, niyazına, orucuna, haccına bakarak hüküm verirseniz ileride zarara uğrayabilirsiniz. Siz onun öncelikle para ve madde ile olan muamelâtına bakınız. Para, madde, dünya hususunda yamukluk yapıyorsa o adam beş para etmez. Ya sahte, yahut moloz bir Müslümandır.

10. Osmanlı devletinin altı yüz yıllık hayatı boyunca İslâm dininde reform yapmak isteyenlere iyi gözle bakılmamış, onlara fırsat verilmemiştir. Dinimizde reform ve yenilik yapılmasını isteyenler samimî ve muhlis (ihlâslı) Müslümanlar değil, suret-i haktan görünen gayr-i müslimler ve münafıklardır. Zamanımızdaki reformcu, yenilikçi, Fazlurrahmancı, telfik-i mezahibçi, mezhebsiz, Sünnet düşmanı ilâhiyatçılar (İlâhiyatçıların hepsini kasd etmiyorum) bilerek veya bilmeyerek, cahilce veya kasıtlı olarak İslâm’ı ve Müslümanları içten çökertmek isteyenlere alet olmaktadır. Zekiymişler, oldukça uzmanmışlar… Akıllı olmadıkça bunlar yetmez. Şeytan da çok zekiydi.

11. Bir gram aksiyon (amel, iş, hareket) bir ton zevzeklikten kıymetli ve hayırlıdır. Az ve öz de olsa, değerli küçük bir yazı; bir ton lâftan, uçup giden sözden hayırlıdır. Müslümanlar şifahî toplum geriliğinden kurtulup da yazılı-medenî bir toplum haline gelmedikçe kurtulmayı ümid etmesinler.

12. Çok dindar, saliha bir Müslüman kadın erkeklerin arasına girmez. Onun tesettürünün şık ve güzel olması da gerekmez. Lâkin Müslüman bir kadın bir meslek tutuyor, topluma karışıyor, sosyal hayatta bir rol oynamak istiyorsa onun tesettürünün mutlaka kaliteli; güzel, üstün olması gerekir. Hem toplum hayatına girecek, hem de zevksiz, kalitesiz bir tesettüre bürünecek. Böyle bir şey kabul edilemez. Ya evinde otursun veya kenarda kıyıda kalsın, yahut vasıflı, güzel, üstün bir tesettür zarfına bürünsün. Sıradan Müslüman kadınların kendilerini zamanın Rabiatü’l-Adeviyye’leri sanmalarına da şaşılır.

13. Zengin bir Müslüman büyük bir servet ödeyerek lüks bir otomobil almış. Bununla işe, ticarete, fabrikaya, gezmeye, ziyafete, pikniğe, hava almaya gidiyor, tenezzühe çıkıyor ama bir kere olsun bu arabaya binip de bir camiye vakit namazı kılmaya gitmemiş. Bu ne biçim bir zengin Müslümandır? Çekinmeden söyleyeyim: Moloz, vasıfsız, vicdansız, görmemiş, irfansız bir Müslümandır.

14. Yerleri camiye çok yakın, ezan sanki kendi mekanlarının içinde okunuyormuş gibi duyuluyor. Oradaki Müslümanlar beş vakit namaz kılıyor ama camide değil, kendi binalarında. Peki Resûl-i Kibriya (salât ve selâm olsun O’na), “Camiye komşu olanın evinde (farz) namaz olmaz” uyarısını kimler için yapmıştır? Be mübarekler! Bari zaman zaman, arada bir camiye gelin, oradaki cemaate katılın da namazı o şekilde eda edin.

15. Bir Müslümanın kendisini iyi, olgun, kurtulmuş bir Müslüman sanması, ona kötülük olarak yeter de artar. En büyük âlimler ve veliler bile kusurları için korkar ve ağlarmış, nice yüksek alim kitaplarında imzalarını “Kulların en hakiri ve fakiri” şeklinde atmışlardır. Müslüman havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmalıdır. Yüzde yüz havf küfür olduğu gibi, yüzde yüz recanın da küfür olduğunu muteber kitaplarımız yazıyor.

16. Peygamber aleyhisselâtü vesselâm, “İki günü birbirine eşit olan zarar ve ziyandadır” buyurmuş. Müslümanın her günü, bir öncekinden ibadet, hayır, ilim, iyilik, nefsiyle cihad bakımından daha ileride olmalıdır. Bu hadîsin kendisi için değil, başkaları için söylendiğini sananlara şaşılır. 28 Haziran 2003