Cuma

 

Çocukluğumda okullarda “Yurtbilgisi” dersleri vardı. Onlarda “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” diye yazılıydı ama gerçekte böyle değildi. Çünkü

ülkede demokrasi yoktu, siyasî partiler yoktu, sadece bir tek parti vardı, CHP.

Serbest seçimler yoktu. Basın, düşünce, tenkit hürriyeti yoktu. Millî Şef İsmet İnönü’nün eşinin Ankara’dan İstanbul’a özel “Beyaz Trenle” gelişini, birinci sayfadan değil, üçüncü sayfada verdiği için

Tasvir gazetesi

kapatılmıştı. Üniversiteler baskı altındaydı. Din ve inanç hürriyeti yoktu.

Minarelerde Ezan-ı Muhammedî okumak bile yasaktı.

Hele bir okuyan çıksın, canına okurlardı. Kelimenin tam mânâsıyla bir polis rejimi ortalığı kasıp kavuruyordu.

Varlık Vergisi adıyla karakuşî bir vergi alınarak büyük bir zulüm yapılmıştı.

Ama Yurtbilgisi Kitabında

“Egemenlik ulusundur”

diye iftiharla yazıyorlardı. Halk Kamutay’ı (Millet Meclisi’ni) seçermiş, Kamutay da millî iradeyi temsil edermiş… Falan filan…

Zamanımızda durum böyle değildir. Artık çok partili sistem var. Hattâ, bir zamanlar tabu olan Komünist Parti’miz bile mevcut. Zaman zaman serbest seçimler yapılıyor. Yüzde yüz olmasa bile düşünce hürriyeti var; isteyenler, faturasını ödemek şartıyla tenkit edebiliyor, aykırı fikirler ileriye sürebiliyor. Bendeniz bunlardan biriyim ve tabiî ki, faturasını ödüyorum…

Günümüzde medya hürriyeti var. Parası olan günlük gazete, haftalık dergi çıkartabiliyor. Parası olmayan ise, söyleyecek sözü, açıklayacak fikri olsa da sessiz kalıyor. Üniversitelerin hür ve bağımsız olduğu söylenemez.

Şu malum YÖK var, şu mahut kadrolaşma ve zihniyet hakim…

Evet, çok partili sistem var, serbest seçimler yapılıyor, kazanan iktidar oluyor ama yine de egemenlik ulusun değil.

Egemenlik ulusun olsaydı, şu müzmin, şu kangrenleşmiş başörtüsü krizi sürüp durur muydu?

Türkiye’de demokrasi var ama millî iradenin, siyasî iktidarın, Meclis’in, devletin üzerinde başka bir güç veya güçler var. Bu güç, hukuk mudur? Değil.

Peki nedir?

Türkiye’de en yukarıda Derin Devlet veya Derin Devletler vardır.

Egemenlik onlarındır. Son sözü onlar söyler. Hukukun üstünlüğü prensibini kabul etmiş gerçek demokrasilerde meşruiyet kaynakları vardır. Hukuk, seçimler, millî irade gibi.

Milletin çoğunluğu istemiş, Anayasa’ya ve hukuka uygun olarak filan parti seçimleri kazanmış… İktidar olacak, memleketi idare edecek… Bugünkü Yurtbilgisi kitaplarında da böyle yazar ama kimse bunlara inanmasın.

Demokrasinin, hukukun, millî iradenin üzerindeki birtakım gizli ve derin güçlerin mutlaka icazet vermesi gerekmektedir. Derin Güçler bu icazeti vermezlerse, millî iradenin seçtiği iktidar meşru olmaz. Birileri, içteki Derin Güçlerden icazet ve meşruiyet alamayınca dışa döndü;

ABD’den, İsrail’den, AB’den, uluslararası egemen güçlerden icazet ve meşruiyet aldı.

Lakin onlar kimsenin kara gözleri için bu icazeti vermezler, meşruiyet tanımazlar. Yardım ve desteklerine karşılık ağır faturalar keserler.

Bir müddetten beri ülkemizdeki Derin ve Gizli Devlet

(veya Devletler)

ile, dıştaki icazet ve meşruiyet kaynakları arasında bir çekişme yaşanmaktadır.

Derin Devlet’in artık sabrı tükenmiştir. İrticanın bu kadarına tahammül edemem demektedir. İrtica nedir? Bahanedir.

Türkiye’de irtica var mıdır? Yoktur yoktur yoktur…

Başını örtmek, namaz kılmak, kadınların elini sıkmamak, oruç tutmak, 1915’te Çanakkale’de olağanüstü hadiseler cereyan ettiğine inanmak, fıkıh hükümlerini kabul ve onlara riayet etmek irtica ise, irtica vardır ama onlar kesinlikle irtica değildir.

Onlara irtica demek hezeyandır, safsatadır, sapıklıktır.

Dünyanın hangi ileri, medenî, hür, demokrat, insan haklarına saygılı ve bağlı ülkesinde dindarlık bir suçtur?

Arada şu hususu da şöyle hatırlatmak istiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası meşruiyet belgesi Lozan Andlaşmasıdır (1923) ve ABD onu tasdik etmemiştir.

Türkiye’nin bütünlüğü ve sınırları bu andlaşma ile belirlenmiştir ve dünyanın süper gücü bu andlaşmayı tanımamaktadır. Meşruiyetini ABD’den ve İsrail’den alanlar, Türkiye’nin bütünlüğüne ve bugünkü sınırlarına gölge düşürecek, ülkenin parçalanmasına yol açacak bir yola girmiş olabilirler.

En ideali, en iyisi, en mâkul olanı meşruiyeti içte hukuktan, Anayasa’dan, millî iradeden, millî kültür ve kimlikten almaktır. Sen içeride Derin Devlet’ten icazet ve meşruiyet alamamışsın, bunun üzerine ABD, İsrail ve AB’ye yanaşmışsın ve daha da yükselmek istiyorsun… Bil ki, birtakım yüksek makamlara çıkmak mümkün olabilir de, orada sağlam, dengeli bir şekilde durmak çok ama çok zor olabilir.

Zavallı Adnan Menderes, keşke 1960 – 27 Mayıs darbesinden önce

“Ben kendime sâbık (eski) başvekil

(başbakan)

dedirtmem”

diye diretmemiş olsaydı. Keşke, 1959 sonbaharında, en geç 1960 baharında iktidardan kendi arzusuyla çekilmiş, bîtaraf bir seçim hükümetine yol açmış ve yeni seçimler yaptırtmış olsaydı. Kimbilir belki de Türkiye o acı, o felâketli, o menhus darbeden kurtulmuş olacaktı. Menderes de asılmamış olacaktı.

İslâm dininde, kişinin (ehil de olsa) başkanlığa tâlip olması (istemesi) haramdır. Ehil değilse, matlub da (istenen de) olsa yine haramdır. Tabiî bu dinî ve hikemî (bilgelikle ilgili) hüküm lâik sistemde geçerli değildir. Lâkin Müslüman politikacıların özel olarak bunu bilmeleri ve buna göre hareket etmeleri gerekir.

Şu veya bu şahsın “Ben ille de başa geçeceğim, zirveye çıkacağım” hırsı bu ülkeye, bu halka çok pahalıya mal olabilir.

İslâm’ın temel prensiplerinden biri de şudur:

“Def’-i mazarrat celb-i menâfiden evlâdır”

yani zararlı ve fesatlı şeylerin uzaklaştırılması, faydalı şeylerin elde edilmesinden yeğdir…

Keşke

Cem Sultan

saltanat iddiasında ve kavgasında direnmemiş ve bu kavga yüzünden Osmanlı devleti uzun yıllar büyük zarar görmemiş olsaydı. 07 Ekim 2006