EĞİTİM BATAĞI
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 08 Aralık 1991
İsmail Hakkı Tonguç yoldaşın fikir babalığını yaptığı ilk öğretim seferberliği, bu memlekette cehâleti yaygınlaştırmaktan, bir okur-yazar câhiller ordusu tesisinden, halkı cehâlette eşitlemekten başka bir işe yaramamıştır. Zaten marksistlerin hedefi de buydu. Onlar hür düşünceli vatandaşlar istemezler, marksizme yatkın birer robot oluşturmak için çalışırlar.
Tonguç’un tezinin karşısında Profesör Mümtaz Turhan’ın teklifi şuydu: Maarifi (eğitimi) ayaktan, geniş tabandan, ilköğretim seferberliğinden değil; baştan, tepeden, lise ve üniversiteden başlatmak; uluslararası çağdaş seviyede gerçek aydınlar yetiştirmek. Tonguç kemmiyetçi, yüzeyci, tabancı; Turhan keyfiyetçi idi.
Lâdinci devrimciler, kitlevî bir okuma yazma seferberliği ile halkı İslâm’dan uzaklaştırabilecekleri vehmini taşıdıklarından bütün güçlerini ilköğretime verdiler. Gayelerine ulaşamadılar, halk İslâm’dan uzaklaşmadı, aksine din Türkiye’nin bir numaralı alternatifi oldu. Öte yandan, başka bir açıdan maksatlarına ulaşmış oldular: Yarım yamalak okur yazarlar yetiştirdiler, cehâlet her yeri sardı.
Yukarıdaki satırları yazmama sebep, yeni hükümetin öğretmen tâyinlerinde yeterlilik imtihanını kaldırmasıdır. Bu kararla, zaten batmış olan eğitim sistemi, bir kat daha batacaktır.
İmtihansız uzman doktor olur mu? İmtihansız uçak pilotu olur mu? Olmaz. Ehliyet ve yeterlilik imtihanına girip de başaramayan kimseden de öğretmen olmaz. Olur diyenler, yaptıklarının neticesini ileride göreceklerdir,
Maarif, mektep, öğretmenlik işleri kalite, yetenek, yeterlilik isteyen işlerdir. Seçmenlerin ağzına bir parmak bal çalmak için kaldırılan imtihanlar bu millete çok pahalıya mal olacaktır.
Eskiden liselerden mezun olabilmek için bitirme imtihanlarını kazanmak gerekiyordu. Bu imtihanı başarı ile verenler “Devlet Olgunluk İmtihanı”na girmeğe hak kazanırlar, bunu da verenler üniversitelere girebilirlerdi. Vaktiyle bu iki imtihanı kaldırdılar ve maarifin çökmesine sebep oldulardı. Şimdi aynı yolda ilerliyorlar.
Mektep binası yapmakla, eğitimi ilerleteceklerini zannediyorlar. Özürlüler!.. “Halkın katkısı ile şu kadar derslikli okul yapılmış…” Peki bunun kaliteli idarecileri, yetenekli öğretmenleri nerede?
Geçenlerde yanımda birkaç liseli çocuk, eski kitap satan bir dükkânın vitrinine bakıyorduk. İçeride Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın bir gravürü vardı. Sordum bu kimdir diye. Hiçbiri cevap veremedi. Şaşırdım, lise derslerine ait başka sorular yönelttim. Onları da cevapsız bıraktılar. Bu çocuklar da akıllı, uslu, kültürü sever, adam olmak isteyen temiz gençlerdi. Zavallılar, bugünkü sefil ve sürüngen eğitimin kurbanı olmuşlardı.
Eski bir maarif nâzırı (Millî Eğitim bakanı) “şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim”, demiş. Bizimkiler böyle demiyorlar ama böyle yapıyorlar.
Bir ülkede maarif bozulur ve adam yetişmez olursa, orada herşey topyekûn bozulur ve sistem çöker.
Buna karşılık Müslümanların bir tedbiri, hazırlığı var mıdır? Cemaat başkanlarına sormalı?
YILDIZ CAMİİ
Birkaç hafta önce, Yıldız’dan geçerken yatsı ezanı okununca, Hamidiye Câmi-i Şerifine giriverdim. Ooo, önünden her geçişimizde bize Sultan Abdulhamid Han’ı hatırlatan, hayalen yakın tarihin altın günlerine götüren o güzel mabedin içi baştan başa tamir ve restore edilmişti, âdeta ışıl ışıl parlıyordu. Eski bir âşinâ olan imam efendiyle görüştüm, hüsn-i hat levhaları da elden geçirilip asılacakmış. Vakıflar bahçeyi de tanzim etmeyi kararlaştırmış.
Millet ve memleketimizin başına kâbus gibi çöreklenen dinsiz Jön Türk ve İttihatçı zihniyeti, İslâmcı padişah ve halife Sultan Abdülhamid’den intikam almak istercesine bu güzel câmiyi bakımsız bırakmıştı. Bu kere, güzelce tamir edilmesi ayrı bir mânâ taşımaktadır.
Bu vesile ile, merhum Refi’ Cevad Ulunay’ın anlattığı bir selâmlık resm-i âlisi tasvirini iktibas ederek, o eski günlerin debdebe ve şaşaasını okuyucularıma -hayalen bile olsa- seyrettirmek istedim.
“Cuma Selâmlık resmi bermutad Hamidiye Câmii’nde yapılıyordu. Câmiin odasında bulunduğu meydan her hafta olduğu gibi binlerce halkla dolmuştu Padişahın geçeceği yolda Birinci Ordu’nun seçme bölükleri süngü takmış, geçilmez bir duvar teşkil etmişti. Ayrıca kırmızı fersleri, koyu lacivert üzerine nar çiçeği renginde şeritleri, bellerindeki silâhlıklara sokulmuş kasaturaları ile Arnavut alaylan; yeşil çuha üzerine siyah kordonlar dikilmiş, geniş poturlu, burma sarıklı Kürt alayları; bellerinde gümüş cenbiyeleri ile Arab alayları; Harbiye Mektebi’nin tığ gibi zâbit namzetleri; Askerî Aşiret Mektebi’nin yeşil yakalı talebesi; bahriye silâhendaz bölükleri; siyah üzerine kırmızı göğüslükler, parlak gümüş kordonlar, parlak siyah rugandan yapılmış hamayıllı Eduğrul Süvari alayları; yalnız Kürt binicilerinden müteşekkil Hamidiye Süvari alayları; jandarma bölükleri, beyaz sırma kordonlu komiserler, polisler saflar teşkil etmişlerdi. Câmiin merdivenlerine karşı olan mahalde Harbiye Mektebi’nin zâdegân sınıfı ile şehzâdeler yanlarındaki tribünlerde ecnebi devletlerinin sefirleri ve ecnebi misafirleri bulunuyorlardı. Halk arasında millî kıyafetleriyle Türkistan’dan, Çin’den, Filipin’den, Cava’dan, Hindistan’dan, Madagaskar’dan gelen Müslümanlar görülüyordu.
Saltanat arabasının geçeceği yoldan silâhşörler koşuşuyor, saray yâverleri atlarını dört nala sürerek salahiyetli adamlara emir getiriyorlar. Sırma ve nişanlar dolu üniformaları ile teşrifatçılar birbiri ardınca gelen ekâbire yer gösteriyorlar. Sedler, parmaklıklar, ağaçlar simsiyah insan kesilmiş. Bando alafranga parçalar çalıyor. Misafirlere, halka limonata ikram ediliyor.
Birden herşey susuyor. Sarayın kapısından İstabl-i Âmire Nazırı Faik Paşa, demir kırı bir Arab atına binmiş olarak görünüyor. Sırma cepkenli, dökme şalvarlı, rugan çizmeli Hasahır hademesi kollarını kavuşturmuş olarak ilerliyor. Büyük üniformalarını giymiş saray erkânı yolun iki tarafına diziliyorlar.
Bando Hamidiye Marşı’na giriyor. Minârede Hamidiye Câmii müezzinlerinden Selim Efendi, Ezan-ı Muhammedî’ye başlıyor.
Müezzinin harika sesi, bandonun üzerinde dalgalanırken, şimşek gibi kumandalar aksediyor. Pırıl pırıl süngüler yükseliyor. Saray kapısından ejderha gibi dört at koşulmuş saltanat arabası görünüyor.
Sırma cepkenli dökme şalvarlı, ipek kuşaklı kıranta arabacı başı ayaktadır. Her atın yanında sırmalı elbiseleri ile seyisler bulunuyorlar. Arabanın etrafında yüksek rütbeli paşalar elpençe ilerliyorlar. Bütün süfera ve ecnebiler şapkalarını çıkartarak eğiliyorlar.
Sultan Abdülhamid, biraz öne mâil kaameti, sırtında askerin giydiği aba kumaştan paltosu, göğsünde son harbe ait madalyası, kılıcına dayanmış olarak halkı selâmlıyor. Karşısında ellerini kavuşturmuş Plevne mûdâfii Gazi Osman Paşa oturuyor.
Saltanat arabası bir çark yaparak câmiin merdivenlerine çıkan sahanlıkta durdu ikinci Abdülhamid ayağa kalktı. Arabadan perona geçti, ağır ağır merdivenleri çıktı. Camekanlı kapıdan girmeden evvel dönerek, halkı bir daha selâmladı, câmie girdi.”
(Dağlar Kralı Balçıklı Edhem, Bolayır Yayınevi, İstanbul, 1963, s. 254-255)
08.12.1991