Emânete Riâyet ve Eğitim
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Mart 2019
Perşembe
Müslüman kesimde yaygın ve devamlı bir şekilde işlenen hatâlardan biri de, işleri, emanetleri ehil olanlara değil de; din baronunun, hazretin, hocafendinin, büyüğün güvendiği kimseye, yakınına, adamına vermektir. Tabiî ki, bu adamlar genellikle o işe, o emanete ehil değillerdir.
İslam, dünyevî ile uhrevî olanları ayıran ve sadece uhrevî işlere ve şeylere karışan dar mânada bir din değildir. O aynı zamanda bir dünya nizamı, bir medeniyet, bir hayat sistemidir. Binaenaleyh Müslümanların işlerini yürüten kimselerin son elli yıl içinde medya, hukuk, mimarlık, şehircilik, sanat ve daha onlarca temel konuda vasıflı, güçlü, üstün uzmanlar yetiştirmiş olmaları, bunlardan müteşekkil kadrolar kurmuş olmaları gerektirdi. Maalesef bu iş yapılamadı. Binlerce Kur’an kursu, hâfız mektebi açıldı, ihtiyaçtan çok fazla İmam-Hatip mektebi tesis edildi, yine gerekenden fazla İlahiyat Fakültesi açtırıldı; lakin bu eğitim kurumları Müslümanların büyük ihtiyacı olan yüksek medyacıları, hukuk mimarlarını, dünya çapındaki araştırmacıları yetiştiremediler. Zaten Müslümanların uzman yetiştirmekte, kadro kurmakta önemli bir yanlışları vardı. Onlar, laik rejimin okul ve fakültelerinde adam yetiştirebileceklerini sanıyorlardı. Halbuki rejimin eğitimi ve üniversiteleri çağın gerisinde kalmıştı. Bu yüzdendir ki, bizzat laikler, çağdaşlar, İslam karşıtları kendi çocuklarını Avrupa ve Amerika’nın üstün üniversitelerinde okutuyorlar, daha sonra onları “prensler” olarak Türkiye’deki işlerin başına getiriyorlardı.
Son yarım asır içinde binlerce Müslüman hukukçu yetiştirdik. Yetiştirdik ama bunlar ne sayıca, ne de nitelik (kalite, keyfiyet) itibarıyla yeterli olmadı. Sayıca yeterli olsaydılar, ülkenin büyük şehirlerindeki barolar ve bunların üzerindeki Barolar Birliği’nin Müslümanların elinde ve kontrolünde olması gerekmez miydi?
İslam davasının dünya standartlarında büyük hukuk mimarlarına ihiyacı vardı. Yine büyük mimarlara ve şehircilere ihtiyacı vardı. Türkiye’nin en büyük gazetelerini, dergilerini yayınlayacak, en güçlü ve tesirli televizyon kanallarını işletecek medya kurmaylarına ihtiyacı vardı. Nâdir istisnalar dışında yeterli sayıda böyle elemanlar yetiştirilememiştir.
Efendim falanca kardeşimiz şeyh efendiye köle gibi bağlıymış, her dediğini itirazsız yaparmış… Feşmekân kardeşimiz ise Hazret-i Akl-ı Evvelin elinde sanki gassalin elindeki meyyit gibi itaatkâr ve uysal imiş… Bunların dünya işlerinde ne kıymeti vardır, ne işe yararlar?
Medya sahasında başarılı olmak, üstünlüğü almak, müsabakada veya mücadelede galib ve muzaffer olmak için vasıflı, güçlü ve rakiplerinden üstün medyacılara ihtiyaç vardır. Kullandığım sıfatlara dikkat buyurmanızı istirham ediyorum:
Bu sıfatlar yoksa, gerisi lâf u güzaftır. İsterse sabaha kadar nafile namaz kılsın, gündüzleri oruç tutsun, abdestsiz yere basmasın, medya işinde bir işe yaramaz. İslam hayat dinidir. İslam’a ilim, irfan, kültür, sanat, hüner, marifet, uzmanlık, ahlak, fazilet ile hizmet edilebilir. Hâfızlık bir meslek, bir para kazanma yolu değil, şerefli bir unvandır.
Amerikan misyonerleri Osmanlı devletini ve İslam hilafetini Robert Kolej mektebini açarak yıkmışlardır.
Biz Müslümanlar zilletten, esaretten, ezilmekten, sürünmekten kurtulmak istiyorsak vasıflı, güçlü, üstün elemanlar yetiştirecek eğitim sistemi kurmalıyız. Bu işi Türkiye’de yapamıyorsak, dış ülkelerde yapabiliriz. Paramız ve maddî imkanlarımız kadar aklımız olduğu takdirde bizim İngiltere’de, Kanada’da, İsveç’te okullar açmamız mümkündür. Ancak, bir binaya öğrenci doldurup, kapısına okul veya kolej tabelası asmakla iş bitmez. Kolej açacaksak, İngiltere’deki
(kuruluşu: 1440) gibi bir mektep açmamız gerekir.
gibi doğu ve Asya ülkeleri güçlü bir eğitim sistemi ile bugünkü hale gelmişlerdir.
Ülkemizde hâlâ inatla tatbik edilmekte olan Tevhid-i Tedrisat sistemi bizi devlet, millet ve memleket olarak çökertmiştir. Böyle medeniyetçilik, böyle çağdaşlık, böyle ilericilik olmaz. Hiçbir millet, ülke, devlet kendi kimliğine, kendi dinine, kendi kültür değerlerine savaş açarak, onları hor görerek ilerleyemez, yükselemez, necat ve felah bulamaz.
Dış ülkelerde açacağımız kolejlerde öncelikle zengin ve edebî Türkçeyi öğretmemiz gerekir. Üçyüz kelimelik zekâ özürlüler seviyesindeki sokak Türkçesi ile ilim, maarif, irfan, sanat, medeniyet olmaz. Lise öğrencilerine milletimizin bin yıl boyunca kullanmış olduğu İslam-Kur’an yazısını da öğretmemiz gerekir. Türkiye dışında hiçbir millet ve ülke 1928’den önce yazılmış ve basılmış yüzbinlerce yazma ve matbu kitabı, milyonlarca arşiv vesikalarını, atalarının mezar taşlarını, tarihî binaların kapılarındaki kitabeleri okuyamaz duruma düşmemiştir. Stalin zamanında bile Azerbeycan’da İslam harfleriyle Türkçe kitaplar basılabilmiştir. Bizde lisana ve tarihe yapılan baskı ve müdahaleler, Hitler Almanyası’nda, Stalin Rusyası’nda yapılanlardan daha amansız ve şiddetli olmuştur.
Müslümanlar açtıkları özel kolejleri fen dershanesi şekline sokmakla ancak kendilerini aldatmış olurlar. Bizim öncelikle edebî zengin Türkçeyi çok iyi bilen, genel kültür sahibi, sosyal konularda yeterli irfana sahip genç nesillere ihtiyacımız bulunmaktadır. Cebir, geometri, fizik, kimya, biyoloji gibi fen konularında uluslar arası ödül kazanmak önemli bir başarı sayılmaz. Lise mezunu bir gencimiz Fuzulî divanını zevk ve haz duyarak okuyamıyorsa tahsili boşa gitmiş demektir. Kimse benim bu tenkitlerimden alınmasın. Gerçekler acı da olsa tenkitler insanı üzebilir. 28 Ocak 2000