- Emânete riâyet etmek, emânete hıyanet etmemek İslâm’ın temel düsturlarındandır. Tefsir, hadîs, tasavvuf, ahlâk ve fıkıh kitaplarımız bu konuyla ilgili emir, yasak, tavsiye ve öğütlerle doludur. Bizler lâfta ve nazariyede bunu biliriz ama hayatta ve uygulamada bu İslâmî kurala genellikle uymayız.
- Riyâset (başkanlık) bir emânettir. Ümmet başkanlığı, cemaat başkanlığı, her türlü başkanlık. Dinimizin bu konuda koyduğu kurallardan bazıları şunlardır: a- Ehil olmayan kimsenin başkanlığa tâlip olması haramdır, b- Başkanlığa tâlip olmadığı halde matlub olan (başkalarının onun başkan olmasını istedikleri) kişi bu başkanlığa ehil değilse kabul etmesi yine haramdır. (Elmalılı Hamdı Efendi Tefsirinin Yûsuf sûresindeki izahata bakınız.) c- Kendisinden, başkan olması istenilen (matlub olan) “ehil” kişi ancak başkanlığı kabul edebilir.
- Şu anda Müslümanların büyük kısmı riyâset konusundaki bu prensipleri bilmediklerinden ümmetin işleri her kategoride arap saçına dönmüştür. Faraza, “Serbestsiniz! Kendinize bir halife seçiniz” denilse korkarız ki yüzlerce , hattâ binlerce nâ-ehl ve nâ-lâyık heveskâr aday olurlar.
- Her kategorideki hizmet ve vazife makamları da böyledir. Müftülük, vâizlik, imamlık, müezzinlik gibi memuriyetler hep birer emânettir. Ehil olmayanların bunlara tâlip olmaması, olsalar bile tâyin edilmemeleri gerekir. Diğer sosyal, kültürel İslâmî hizmet ve faaliyet yerleride böyledir. Bir maaş alabilmek, geçimini temin edebilmek yahut riyâset hırsını tatmin etmek için buraları işgal eden ehliyetsizler emânete hıyânet etmiş olurlar.
- Müslüman kitlenin yaygın bir hatâsı da şudur: “Bu adam beş vakit namaz kılan, bizden bir kimsedir. O halde filân iş buna verilmelidir. “Namaz kılmak İslâmın şartıdır. Bir işin başına getirilecek müslümanda, o işle ilgili ehliyet, liyâkat, ihtisas, hazakat, hüner, mârifet, tecrübe, kabiliyet, istidat, muvaffakiyet unsurları aranmalıdır. Ameliyat olacak dindar bir kimse operatörde öncelikle tıbbî hazakat arar. Doktor hazık değilse namazlı olmasını yeterli görmez. Beş vakit namaz kılan ama pilotluğu çok kötü olan bir adamın kullandığı uçağa binmek ister misiniz? Bugün nice musalli fakat ehliyetsiz Müslümanlar hizmetleri mıncıklamakta, kötü örnek olmakta, İslâm’ın zaferini engellemektedirler. Çünkü uhdelerine verilen emânetlerin hakkını verememektedirler.
- Eskilerin hubb-i riyâset dedikleri başkanlık ihtirası, tutkusu bazılarında çok kuvvetlidir. Bunlar her türlü gayr-ı meşru yol ve vasıtaya başvurarak başkan olmak isterler. İslâm ümmetinin işleri, faaliyetleri, hizmetleri muhteris, ahlâksız, emânet haini adamların eline geçerse Müslümanların iki yakası bir araya gelmez. Çünkü böyle adamlar hizmet etmezler, istihdam ederler. (Kendisi İslâmiyete hizmet etmez, İslâmiyeti kendisine hizmet ettirmeye çalışır.) Bazı İslâm ahlâkçıları riyâset hırsının cinsel şehvet duygusundan üç yüz altmış kere daha şiddetli olduğunu söylemişlerdir. Artık varın siz bunun tahribatını hesab eylayin.
- Liselerde, üniversitelerde Müslüman gençleri okutuyoruz, imanlı kadrolar yetiştirmek istiyoruz. Ama ehliyet, liyakat, kalite, ihtisas faktörlerine önem vermiyoruz. Onların vâli, kaymakam, savcı, hâkim, polis, öğretmen vs. olmalarını istiyoruz. Tâyin edildikleri memuriyetlere, oturdukları makamlara gerçekten ehil olup olmadıklarına pek önem vermiyoruz. Bizden mi, namaz kılan imanlı bir kişi mi, tamam, işi başardık, adamımızı yerleştirdik sanıyoruz. Hiç de öyle değil. Ehliyet ve liyâkat olmazsa umduğumuz faydayı bulamayız, aksine çok zarara uğrarız.
- İskenderpaşa Câmii imamı merhum Şeyh Mehmed Zâhid Efendi de imamdı, din görevlisi idi. Ama onda bir başkalık vardı. Fatih’te mahalle arasındaki o câmi, Türkiye çapında bir ilim, iman, ibadet, hizmet, kültür merkeziydi. Sanki bir enerji kaynağı idi. Oradan yayılan ışık, Edirne’den Kars’a, Sinop’tan İskenderun’a kadar yüzbinlerce Müslümanı aydınlatırdı. Mehmed Efendi de bir imamdı, lâkin böyle bir imamdı. İmamların hepsinin onun gibi olmasını istemek, olmayacak bir şeyi talep etmektir. Ama onun gibi, o yolda giden kaliteli din görevlileri yetiştirilmesini istiyoruz. Bunun olması için de yukarıdan beri anlattığımız şeylerin bilinmesi gerekir.
- Bilhassa dinî emânetler geçime, maişete, evlad ü iyal endişesine, para hırsına âlet edilmemelidir. Bunlar hizmet makamlarıdır. Bunların karşılığında ancak fetvâ ve ruhsat ile ücret alınabilir. O da ehil olmak emânetin hakkını vermek şartıyla. Gerisi vebaldir, ateştir, rezalettir.
- Her şey birer emanettir. Bedenlerimiz, servetimiz, tahsilimiz, çoluk-çocuğumuz, memuriyetimiz, mesleğimiz, işimiz, hepsi. Bunların hesabını vereceğiz. Allah’tan başka kimsenin “Keyfe mâ yeşâ” (nasıl dilerse öyle) tasarrufa hakkı yoktur. Müslüman, sorumluluklarını iyice bilen insandır. Peygamberimiz (s.a.) “Hesaba çekilmezden önce siz kendi hesabınızı (muhasebenizi) yapınız”, buyuruyorlar. O halde buyurunuz hesaba oturalım: Nezdimizdeki emânetlere riâyet ediyor muyuz? Bulunduğumuz memuriyetlere, makamlara, mevkilere ehil miyiz?
Müslüman hesaplı-kitaplı adamdır.
ŞAPKACILAR
Çocukluğumda, gençliğimde herkesin başında bir serpuş bulunurdu. Şehirliler şapka, köylüler kasket giyerlerdi. İnkılâp kanunları gereğince şapka uygarlığın simgesiydi. Herkes başına bir tane geçirmeliydi.
Şimdi sokaklara, meydanlara nakil vasıtalarına bakıyorum ve bindebir bile şapkalı adam göremiyorum. Bütün dünyada olduğu gibi şapka bizde de terk edilmiş bulunuyor.
Eskiden bere, takke, külah, yün başlık, kalpak vs. giymek suçtu. Câmiden çıkarken başında takkesini unutarak sokakta yürüyen nice dalgın vatandaşların polis tarafından yakalanıp adliyeye götürüldüğü ve orada tutuklanarak hapishâneye sevk edildiği yakın tarihin melodramik hatıralarındandır.
Sultanahmet civarında turistlere hergün yüzlerce fes satılıyor. Bildiğimiz kırmızı, püsküllü fesler. Bazı turistler bunları başlarına geçirip öyle dolaşıyorlar. Karışan, görüşen, bakan bile yok.
Şapka devrimi yapıldığı vakit ülkede isyanlar çıkmış, bunlar çok kanlı şekilde bastırılmış ve nice mâsum vatandaş idam edilerek sehpalarda sallandırılmıştır. Bu kâbuslu rüyalar mâzide kaldı.
Her sene Kastamonu’da ve yurdun başka yerlerinde Şapka Devrimi’nin yıldönümü kutlanıyor. Birtakım adamlar konuşmalar yapıyorlar. Uygarlıktan, ilerlemekten, çağdaş medeniyetten, hurafeleri yıkmaktan bahsediyorlar. “Ah şapka, canım şapka!..“ diye şapka edebiyatı yapıyorlar. Ama bakıyoruz hiçbirinin başında şapka yok.
Fesi attıkları gibi şapkayı da attılar. Attılar ama şapkacılıktan bir türlü vazgeçemiyorlar. Alışkanlık meselesi. Pavlof’un şartlı refleksleri gibi bir şey bu.
24.11.1991