Emânetler
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 08 Şubat 2019
Salı
Biz Müslümanlar dünya işlerinde iki kaynaktan gelen bilgilere itibar ederiz. Biri din ve şeriattır, ötekisi akl-ı selimdir. Akıl denilince dikkat edilmesi gereken hususlar şunlardır: (a) Zekâ başka şeydir, akıl başka şey. Çok zeki birisi akılsız olabilir. Nitekim etrafımızda, toplumda, dünyada böyle kişiler, zeki akılsızlar çoktur. (b) Akıllı olmak başkadır, akılcı olmak başka. Akılcılık rasyonalist felsefe ve doktrine bağlı olmak demektir ki, bu yol selim akla aykırıdır. Pozitivizm, aydınlıkçı felsefe de böyledir. (c) Sadece akıl yeterli değildir. Akla ilahî ve nebevî nurun rehberlik etmesi, ışık tutması gerekir. Akıl, tek başına yeterli olsaydı nice ana meselede akıllı sanılan insanlar derin ihtilaflara düşmezlerdi.
Bu girizgâhtan sonra konuya geçmek istiyorum. Akl-ı selimin, dinin, hikmetin temel prensiplerinden biri de dünya işlerinde emanetlerin ehil, layık, emîn kimselere verilmesidir.
Emanet nedir? Şu sayacağım şeylerin hepsi de emanettir:
Vazife, makam, memuriyet, mevki, iş… Bunların mutlaka ehil, layık, emîn kimselere verilmesi gerekir.
Din ve evrensel bilgelik şöyle diyor: Bir ülkede, bir toplum içinde emanetler ehliyetli kimselere verilmezse o ülke, o toplum batmaya mahkumdur.
Emanetleri ehline vermemek, o emanetlere hıyanet etmek demektir. Böyle bir hıyanet haksız yere insan öldürmek, hırsızlık ve haydutluk yapmak, ırz ve namusa tecavüz etmek, ülke aleyhinde düşman bir devlet namına casusluk yapmak gibi çirkin bir ahlâksızlık, bir suç, büyük bir günahtır.
Bir mü’min için, ehil ve layık olmadığı bir emanete, yani işe, memuriyete, vazifeye, makam ve mevkiye talip olmak haramdır. Kendisi talip olmasa, matlup (istenen) olsa, kabul etmesi yine haramdır.
Sekiz yaşında masum bir çocuğun ırzına geçen, sonra yakalanmak korkusuyla o zavallıyı, başını taşla ezmek suretiyle öldüren korkunç canavar katil nasıl suçlu ve günahkârsa, emanetleri ehline vermeyenler, ehil olmadıkları emanetleri kabul edenler de onun gibi iğrenç, rezil, namussuz, günahkâr ve suçludur. Hattâ bu ikincilerin ülkeye, devlete, millete verdikleri zarar daha büyüktür.
Şimdi takkelerimizi önümüze koyalım ve şu iddialarımı dinleyelim:
– Birtakım İslâmcılar emanetleri ehil olmayan kardeşlerine, yâranlarına, hizibdaş ve fırkadaşlarına vermek temayülündedir. Bu adam bizdendir, şu zat bizim tarikat veya cemaat kardeşimizdir, filanca şu kadar senedir bizim partiye hizmet veriyor, feşmekân benim kadim arkadaşım ve dostumdur; binaenaleyh elimize fırsat geçmişken ona ehil ve layık olmadığı halde şu işi verelim…
– Birtakım Türkçüler ve milliyetçiler de, aynı hatâyı irtikab ediyor, ehil ve layık olmadıkları halde ülküdaşlarına, aynı ideolojiyi paylaştıkları vatandaşlara, ehil olmadıkları halde, makamlar, mevkiler, vazifeler, rütbeler veriyorlar.
– Emanetler etnik kökenlere göre de uygunsuz şekilde dağıtılmaktadır. Çerkesler (Hepsi için söylemiyorum), bazı Kürtler, şu veya bu etnik kökenden gelen bazı vatandaşlar ellerine fırsat geçince “kendilerinden” olanları tayin ediyor.
– Bir kısım Alevilerde de böyle bir uygulama görülmektedir.
– Farmasonların ehil olsunlar veya olmasınlar kendi üç noktalı biraderlerini köşebaşlarına getirmek alışkanlıkları herkesin bildiği bir husustur.
– Sabataycılar için de aynı şeyi tereddütsüz söyleyebiliriz.
Bu listeye daha çok ilaveler yapılabilir ama bu kadarı yeter sanıyorum.
Osmanlı İmparatorluğu daha 1600’lerin sonlarından itibaren başlayan, emanetleri ehil kimselere vermemek kötülüğü yüzünden duraklamaya başlamış, sonra gerilemiş ve nihayet yirminci asrın ilk çeyreğinde çökerek tarihe karışmıştır.
Emanetleri ehil olanlara vermeyenler şimdi Cumhuriyeti batırmak istiyor. “Ben vatanımı, devletimi, milletimi çok seviyorum…” edebiyatına kanmayınız. Sevenler, yücelmesini isteyenler her şeyden önce emanetleri, riyasetleri, makam ve mevkileri, memuriyetleri, vazifeleri, işleri; ehil, layık, emîn kimselere vermek mecburiyetindedir.
Açık konuşmak istiyorum:
Ben farz-ı muhal bakan olsam, bakanlığımın kadrolarına ehil, layık ve emin olmayan hiçbir Müslümanı, İslâmcıyı almam, sokmam. Önemli ve hayatî olan, iş başına getirilecek kimsede şu sıfatların bulunmasıdır:
1. Ehil ve layık olacak, emîn olacak. 2. İşbilen, işbitiren biri olacak. 3. Çalmayacak, rüşvet almayacak, vazifesini suiistimal etmeyecek, 4. Canla başla, gecegündüz vazifesine, hizmetine eğilecek. 5. Halkı bir bütün olarak kabul edecek, ayırım yapmayacak, bazılarına imtiyaz tanımayacak.
Bu sıfatlar bir sosyal demokratta varsa iş onundur.
Diyelim ki, bir makam için iki aday var, birisi Sünnî, diğeri Alevî. Hangisi daha ehil ve layıksa makama o geçmelidir. Alevî daha ehil, daha layık, daha uzman ise iş onundur.
Emanetlere hıyanet konusunda hem Müslümanlarda, hem de çağdaş ve laik kesimde yakışıksız uygulamalar görüyorum. Birtakım laikler, çağdaşlar, resmî ideoloji bağlıları Müslüman çoğunluğu ikinci sınıf vatandaş, potansiyel tehlike ve tehdit, sömürge yerlisi, zenci ve parya gibi görüyor. Bu çok yanlış bir görüştür.
Bazı Müslümanlar ve İslâmcılar ise, ehil ve layık olup olmadıklarına bakılmaksızın bütün makamların, mevkilerin, vazifelerin, memuriyetlerin “bizden olanlara” verilmesi gerektiği gibi yanlış ve sapık bir saplantı içindedir.
Ellerinden gelse ve bütün kadrolara yüzde doksan kendi ehliyetsiz kardeş, ihvan, yandaşlarını doldursalar yine hizmet edemezler.
Allah’a, Peygambere, âhirete inanmayanlara fazla sözüm yok. Lakin “Biz iman ettik…” diyen Müslümanlara bir çift sözüm var: Emanetleri ehil olmayan din kardeşlerinize, ihvanınıza, bizdenlere verdiğiniz için suçlusunuz; yarın Mahkeme-i Kübra’da bunun hesabını vereceksiniz. Siz dine, şeriata, hikmete, akl-ı selime aykırı bu tutumunuzla İslâm’a, Ümmete, ülkeye, millete ve devlete çok büyük kötülükler ettiğinizin, büyük bir fitne ve fesada yol açtığınızın farkında mısınız?
Kardeşler sebeplensin, biraz da onlar yesin, zengin olsun, geçinsin diyenlere cevabım kısadır:
– Cehennem ateşi yemeye ve yedirmeye ne kadar istekli ve iştahlısınız!.. 15 Ocak 2003