Perşembe

Seçim aritmetiği: AKP % 34, CHP % 19… Meclis aritmetiği: AKP: 353 vekil, CHP: 151…


(Şu anda Meclis’te bu iki parti dışında da vekil olan partiler var ama onlar seçimle değil, Meclis’e giren partilerden ayrılanlarla bu imkana kavuşmuşlardır…)

Seçim sistemimiz kesinlikle âdil değildir. İktidar partisi % 34 nisbetinde oy alıyor, Meclis’te % 70 oluyor. Meclis’e giremeyen öteki partilerin yekûn oyları % 40’a yakın. Seçim aritmetiğinde adalet olmazsa demokrasi olur mu? AKP’nin en büyük hatası, % 34 oyla “Halkın ezici çoğunluğu beni seçti” havalarına girmesidir.

Sadece % 34 oy ile iktidar oluyorlar ve Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi son derece önemli bir konuda, adayı uzlaşma ve anlaşma yoluyla tesbit etmiyorlar. Politikada psikolojinin büyük yeri vardır. Adamcağız oldukça yaşlanmış. Bir türlü başa geçemiyor. Her seçim yeni bir hezimet. Eller yüksek konutlarda şan, şeref, ikbal, tantana içinde yaşıyor, buncağız hicran ve hasret içinde… Böyle haksızlık olur mu?.. Böyle bir bunalım içine girmiş bir kişi elbette her şeyi yakar. Ben bahtıma eremedim, batsın bu dünya!

Bizde, son kriz ile birlikte politikada uzlaşma, anlaşma bitmiş, yeni bir savaş başlamıştır. Savaşın târifi nedir?

“Politikanın bittiği yerde savaş başlar.”

Başarılı politikacının en büyük vasfı ve hasleti geleceği görmesi ve sezmesidir. Bu görme ve sezme kabiliyeti politikacının içinde olduğu gibi, kendisi için tuttuğu ve seçtiği danışmanlarında da olmalıdır.

Büyük bir devlet adamı bir toplantıda düşüp bayılıyor, kendini bilmez bir şekilde yere yığılıyor. Hemen makam arabasına konuluyor ve hastahaneye koşturuluyor… Zırhlı resmî otomobil hastahane önüne geliyor, içinden şoför iniyor, refakat arabalarındaki korumalar ve sekreterler telaş içinde koşuşuyor ve felaket!..

Zırhlı otomobilin bütün kapıları otomatik olarak kilitlenmiştir…

Eyvah…. Feryat ve figanlar… Bağırıp çağırışmalar… Ali Veli Hasan sesleri… Kapılar zorlanıyor… Makam arabası sarsıntılar içindedir… Telaş, panik, şaşkınlık dorukta…

Nihayet yakındaki bir inşaattan bir balyoz getirilir camları kırılarak kapı açılır… Tam 11 dakika kaybedilmiştir. Ya önemli kişi kalp krizi geçirmiş olsaydı…

Hazret-i Ömer,

“Dicle kenarında bir kuzuyu kurt kapsa, ilahî adaletin bunu Ömer’den soracağından korkuyorum…”

diye ağlarmış. Kuzuları kurtlar kapmasınlar diye de büyük veya küçük bir emaneti (işi, vazifeyi, memuriyeti, makam, mevkii) ehline verirmiş. Onun adaletli devrinde, bir deve çobanı olabilmek için bile mutlaka ehliyetli, liyakatli, vazifesini başarı ile yürütebilecek kapasitede olması gerekirmiş… Büyük adamların danışmanları, yardımcıları, sekreterleri mutlaka son derece vasıflı, ehliyetli, kabiliyetli, müstaqim (dosdoğru) olmalıdır.

Bir danışman için en büyük kötülük ve faziletsizlik, bağlı olduğu yüksek zatı övmektir.

Danışman, gerektiği zaman acı da olsa gerçeği söylemekten çekinmeyecektir.

Büyük zat da, olgun (kemâlli) olduğu için ona kızmayacak, onu işten atmayacaktır. Evet efendim… Hakkınız var efendim… Ne isabetli buyurdunuz efendim… Ne kadar güzel aksırdınız efendim… Her sözünüz bir cevher, her yaptığınız bir hikmet eseridir… Böyle danışman olmaz olsun! Bunlara sevinen, bunları beğenen de büyük adam olamaz. Ben bu satırları bir kimseyi veya bir ekibi kötülemek, onlara çamur atmak için yazmıyorum. Burada yazdığım fikirler anonimdir. Bu devirde artık böyle bir şey olmaz. Eski karanlık devirlerde bazı danışmanlar tâyin edilmiş. Bir büroları var ama pek uğradıkları yokmuş, aydan aya bankamatikten maaşlarını çekerlermiş. Akraba, dost, tanıdık, hemşehri, parti mensubu falan filan. Böyle danışmanlıktan ve danışmanlardan ne hayır gelir.

1960 yılının Nisan ayındayız…

Ülke, CHP’nin provokasyonları yüzünden cadı kazanına dönmüş, devlet idaresi laçka…

Nümayişler, kargaşa, fitne fesat… O zamana kadar dediğim dedik kafasıyla hareket eden

Celal Bayar

hazretleri telaşa düşmüş ve İstanbul Üniversitesi Anayasa Kürsüsü Başkanı

Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil

üstadı Ankara’ya çağırmış ve Yüksek Tepe’deki Köşk’te görüşmüştü.

Lakin eyvah ki, çok geç kalmıştı. Başgil hoca, hemen erken seçim kararı alınmasını tavsiye etmişti…
Zaten bu isteği de kabul edilmemişti.

Bendeniz maaşlı, ücretli, kadrolu danışmanlık manışmanlık yapmam. Uygun görürsem, fahrî (ücretsiz, bağımsız) danışmanlık yaparım…

Bazı büyük zatlar bana danışmış olsalardı Cumhurbaşkanlığı konusunda, daha önce yazdığım gibi:

  1. Yüksek Tepe’ye çağdaş yaşamı benimsemiş liberal demokrat bir akademisyeni veya aydını aday göstermelerini.
  2. Bu konuda ötekilerle uzlaşma, anlaşma havası içinde olmalarını.
  3. Bugünkü şartlar altında o tepeye dindar, namaz kılan, refikasının başı örtülü ve üstelik de partiye mensup bir zatın aday gösterilmesinin son derece yanlış ve sakıncalı olduğunu beyan ederdim.

    Aday üniversite profesörü… Çağdaş… Hanımı açık… Namazla niyazla ilgisi yok… Arada bir viskisini de içiyor…

    Böylesine fazla itiraz edemezlerdi ve bugünkü kriz çıkmazdı.

    Ama böyle bir adaydan bize ne fayda gelecek?..

    Gelmez olur mu? O rastgele bir aday değildir, demokrat liberaldir. Evrensel insan haklarına saygılı ve bağlıdır.

    Eşitliğin bütün vatandaşlara aynı derece ve seviyede uygulanmasını istiyor.

    Kendisi dindar değil ama Türkiye’de, İngiltere’deki gibi tam, mutlak, % 100 din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti olmasını istiyor.
    Başörtüsü konusunda son derece hürriyetçi… Böyle bir zattan fayda gelmez mi?

    Buhar kazanlarının emniyet supabı olur.

    Kazanın içindeki buharın tazyiki yükselince, bir musluk tazyik ile otomatik olarak açılır ve fazla buhar dışarıya verilirdi.

    AKP iktidarı son krizde bu emniyet supabını da kapalı tutmuş ve patlamaya sebebiyet vermiştir.

    Velhasıl geminin gidişi iyi değil. Yalpalaya yalpalaya, çalkalana çalkalana, düşe kalka azgın dalgalar içinde yol alıyor.

    Bu gidiş nereye ve nereye kadar?..

    04 Mayıs 2007