En Yükseğe Çıkmak Hırsı
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Ocak 2019
Osmanlı imparatorluğunun hızını kesen, üzücü hadiselerden biri
Timur’a yenilip esir düşmesi ise, diğeri
direnip sonunda Rodos Şövalyelerinin ve Papanın eline düşmesidir.
İkinci Beyazıt tahta çıkmış, devlet ricali kendisine biat etmiş ve bi’l-irs ve’l-istihkak padişah olmuştur. Cem Sultan bunu kabul etmemiş, bir yığın savaşa, fitne ve fesada sebebiyet vermiştir. Hatta Beyazıt’a ülkenin ikiye ayrılmasını, Rumeli tarafında birinin, Anadolu tarafında ötekinin sultan olmasını teklif etmiştir. Beyazıt bunu tabiatıyla kabul etmemiştir. Kardeşi Cem’e şu teklifi yapmıştır: “Sana tahsisat bağlayayım, Kudüs’e git, orada yaşa…” Kudüs o tarihte Osmanlı sınırları içinde değildi, Mısır’daki Memluk devletine bağlıydı. Cem bunu da kabul etmedi.
İslâm dininin başkanlıkla (riyaset) ilgili bazı hüküm ve tavsiyeleri bulunmaktadır. Bunları müsaadenizle sıralamak isterim.
(1)
Başkanlığa talip olmak haramdır. Arzu edenler Elmalı tefsirinin Yusuf suresi kısmına müracaat edebilirler. (Nadir ve istisnai hallerde, zaruret varsa ehil olmak şartıyla başkanlık makamı istenebilir. Ancak bu isteğin, bir hizmet ve vazifeyi yerine getirmek için olması, kesinlikle şahsî ve nefsanî ihtiraslara dayanmaması gerekir.)
(2) Başkanlığa kendisi talip olmadı, matlup oldu, yani o makama geçmesi başkaları tarafından istenildi… Matlup da olsa, başkanlığa ehliyeti ve liyakati yoksa kabul etmesi yine haram olur.
(3) İslâmî telakkilere göre başkanlık, ateşten bir gömlektir. Hazret-i Ebu Bekir Efendimiz hilafeti mecburiyet ve zaruret olduğu için kabul etmişlerdi.
İslâm tarihine baktığımızda yüce dinimizin, başkanlık ve saltanat kavgaları yüzünden büyük zararlara uğradığını görmekteyiz.
Zamanımızda İslâm dünyası bir yığın irili ufaklı krallığa, emirliğe, başkanlığa, cumhuriyete ayrılmıştır. Acaba, anayasalarında “Devletin dini İslâm dinidir” yazılı olan birtakım Arap devletlerinin başkanları veya melikleri bulundukları makama ehil ve layık kişiler midir? Bu soruya ben cevap vermiyorum. Vicdanınıza ve irfanınıza müracaat ederek doğru cevabı siz veriniz.
Yakın tarihte yaşamış büyük mürşitlerden biri “Riyaset hırsı ve sevgisi, cinsel şehvetten üç yüz altmış derece şiddetlidir” buyurmuşlardır.
İsviçre gibi ülkelerde devlet başkanlığı seçimleri sancılı olmaz. İşittiğime göre, bazı sade İsviçre vatandaşları devlet başkanının ismini bile bilmezlermiş. Üçüncü dünya devletlerinde öyle değil. Cumhurbaşkanlığı için çevrilen entrikalar tarihteki post ve taç kavgalarına taş çıkartmaktadır.
Akıl, bilgelik, irfan ve vicdan, devlet başkanlığına ülkenin idarecilik bakımından, fazilet bakımından, ehliyet ve liyakat bakımından en uygun kişisinin geçirilmesini tavsiye eder. Lakin realitede böyle bir şey olmaz.
Türkiye’yi kastetmiyorum, bir üçüncü dünya ülkesinde bir zat, aklına takmış ille de en yüksek makama geçeceğim diyormuş. O ülkevi iyi tanıyan bir dostum anlattı, bu adam en yüksek makama geçmek için yanıp tutuşuyormuş. Böyle bir hırsla yanıp tutuşan kimse dengesini, itidalini yitirir.
• Bizde birkaç devlet var. Bir bildiğimiz devlet, bir de derin devlet, hatta derin devlet bir tane değil, derin devletler var.
• Bildiğimiz anayasadan başka bir de (çelik kasalarda saklanan ve on beş yirmi nüsha çoğaltılmış bulunan kırmızı kapaklı “Derin Anayasa” varmış.
• Devletin, Millet Meclisi’nin, halkın seçtiği iktidarın, hukukun, anayasanın, millî kimliğin üzerinde bir ideolojik heyula bulunmaktadır. En son sözü, saydığım müessese ve değerler söylemiyor, bu heyula söylüyor.
• Ülkemizde çok güçlü, çok acımasız, çok despot lobiler ve güçler bulunmaktadır.
Yukarıda saydığım maddelerin ışığında Türkiye’nin başına nasıl bir kimse geçirilmelidir. Merhum Turgut Özal, ülkedeki belli başlı bütün güçleri, renkleri, eğilimleri partisinin çatısı altında toplamayı başarmıştı. Onun karizmatik bir şahsiyeti vardı. Herkes Özal gibi olamıyor.
Türkiye’nin müstakbel cumhurbaşkanının ülkede millî mutabakatı, sosyal barışı sağlayacak bir güce ve karizmaya sahip olması gerekir.
Ortadoğu’da başlayacak ve sonra bütün dünyaya yayılacak dehşetli “Üçüncü Dünya Savaşının” eşiğinde ve arefesindeyiz. Türkiye parçalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Mevcut sistem iflas etmiştir… Bu durumda ülkenin başına herkese güven sağlayacak bir şahsiyetin gelmesi gerekir. İlle de ben geçeceğim… Siyasi prosedür benim geçmeme müsaittir… gibi kuruntuları bir kenara bırakmayı icap ettiriyor. Cumhurbaşkanı olmak kolaydır da, orada durmak zordur.
Adnan Menderes, serbest seçimlerde halkın çoğunluğunun oylarını alarak ülkenin başına geçmişti. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi olmadan birkaç ay önce istifa etseydi, partiler üstü tarafsız bir seçim hükümeti kurulmasına yol açsaydı, memleketi feci ve yıkıcı bir bâdireden kurtarmış olurdu ve kendisi de idam edilmezdi.
Şahsî ihtiraslarına mağlup oldu, “Ben kendime sâbık (eski) başbakan dedirtmem…” takıntısıyla hem ülkeyi, hem devleti, hem milleti, hem de kendisini perişan etti.
Büyük adamlar feragat etmesini bilirler… 17 Eylül 2006