Gaston Mıgeon’un 1907’de Paris’te basılmış “Manuel d’Art Musulman” adlı kitabının ikinci cildini karıştırırken, müellifin Endülüs’le ilgili şu satırları dikkatimi çekti: “Araplar Endülüs’te, Avrupa’nın öteki kısmı barbarlık içinde yüzerken bir medeniyet harikası olan Kurtuba krallığını kurdular. İspanya’nın bu kısmı, bundan daha âdil ve daha bilge bir hükümet altında daha iyi günler hiç görmedi. Vaktiyle Arabistan çöllerinde serseriyâne dolaşan Araplardaki bu nizam dehâsı nereden geliyordu? Onların grek ve İspanyol danışmanları olduğu ileri sürülüyor. Araplardan önceki Gotların da grek ve ispanyol danışmanları mevcut olmuştu ve onlar Gotlarla hiçbir şey yapamamışlardı. Endülüs’ün yerli halkı, efendi değiştirmekle bir şey kaybetmemiş olduğunu çabucak anladı. Kanunlarını ve hâkimlerini, idarecilerini ve vergi tahsildarlarını muhafaza etmişlerdi. Zaten bir çoğu elde edecekleri maddî menfaatleri hesap ederek kısa zamanda Müslümanlığı kabul ettiler. (S. XLIX) Birkaç sayfa ileride Kurtuba şehrinin ihtişamını anlatırken, aynı müellif, o tarihte Avrupa’nın diğer şehirlerindeki halkın tahta evlerde yaşadığını, millî dillerin henüz teşekkül halinde bulunduğunu, bilginin birkaç rahibin tekelinde bulunduğunu kaydediyor. Peki Avrupalılar, Hıristiyanlar barbarlık, cehâlet, gerilik, vahşet içindeyken Müslümanlar böyle yüksek bir medeniyet kurmuşlardır da, şimdi niçin geri kalmışlar, sefalet ve cehalet içine düşmüşlerdir? Sadece Endülüs mü? Abbasî hilâfeti, Osmanlı devleti, Hindistan’daki İslâm devleti, Orta Asya’daki İslâm devletleri ve medeniyeti ne oldu? Lisan, edebiyat, mimarlık, sanat, harp tekniği sahasındaki üstünlükleri, kütüphâneleri, sayısız incelikleri ile bu Müslüman devletler, bu İslâm medeniyeti ve kültürü nasıl yıkıldı? Müslümanlar o şahikalardan bugünkü çukurlara nasıl yuvarlandılar? Müslümanları bugünkü geriliğe, güçsüzlüğe, sönüklüğe, zillete, zebunluğa hep yetersiz adamlar düşürmüştür. Ümmet-i Muhammed her asırda birtakım kahrolasıca mütegallibenin, arivist haşaratın, ehliyetsiz idarecilerin nârına yanmıştır. Yirminci asrın ikinci yarısından sonra İslâm dünyasında bir uyanma, hürleşme, ayağa kalkma devri başladı ama yetersiz, âciz, arivist adamlar yüzünden bu hareket de hedefine ulaşamadı. Sömürgecileri kovan Müslüman ülkeler, bu sefer içlerinden çıkan haşaratın kölesi durumuna düştü. Cezayir 1962’de Fransızlar’ı kovdu, orada sözde bağımsız bir cumhuriyet kuruldu. Yeni efendiler zulümde Fransız sömürgecilerden beter çıktı. Tunus sömürgecilerden kurtuldu, Burgiba’nın pençesine düştü. Ondokuzuncu asrın ikinci yarısında bir kısım Müslüman münevverleri heyecanlandıran, ümitlendiren Cemaleddin Efganî çığırı yirminci yüzyılda Âlem-i İslâm’ın sebeb-i felâketi oldu. Arap selefileri, Pakistan reformcuları hayallerle dolu kitaplar yazdılar, reçeteler hazırladılar ama şu anda hiç bir Arap ülkesinde gerçek mânada bir İslâm devleti, bir İslâm medeniyeti yok.Mısır’ın anayasasında “Devletin dini İslâm’dır” yazılı ama hapishâneler Müslüman dolu. Petrole sahip Müslüman ülkelerin yıllardan beri kazandığı yüz milyarlarca, trilyonlarca dolarlık efsânevî servetlerle şimdiye kadar İslâm dünyasının çoktan kurtulmuş olması gerekirdi. Ne yazık ki, yanında akıl, ilim, irfan, vicdan, ehliyet, liyakat, ihlâs, istikamet, takva, mürüvvet, ruh soyluluğu olmadan para bir işe yaramıyor. Türkiye’deki İslâmî hareket de içinden baltalanmıştır. Birtakım yetersiz cüceler kendi dünyevî ihtirasları, nüfuz ve menfaatleri, hubb-i riyâsetleri, nefsâniyetleri uğrunda İslâm dâvâsını ve Müslümanları satmışlardır. Din rantı yiyen küçük adamlardan, kof şöhretlerden, liyakatsiz rehberlerden, çoban kepeneğine bürünmüş kurtlardan bir hayır gelebilir miydi? Müslümanlar asırlardan beri aldatılıyor. İmana, ibâdete, ilme, irfana, kültüre, yüksek bir medeniyete, sanata, mimarlığa, hukuka, çağ seviyesinde kadrolara sahip olmaksızın kurtulmak ne mümkün.

Müslümanların Hakkı Yok

Bir müddet önce vefat etmiş olan Ermeni patriğinin yerine yenisinin seçilmesi konusu Türkiye’nin başına hayli çorap öreceğe benziyor. Ermeni cemaati Ankara’nın teklif ettiği adayı kabul etmemiş, kendi adayını patrik naibi ilân etmiş. Ben, mütehassısı (uzmanı) olmadığım bu konu üzerinde fikir yürütecek değilim. Ancak şu garip durumu okuyucularımın dikkatlerine arzetmek istiyorum: Türkiye’deki az sayıdaki Ermeniler kendi patriklerini kendileri seçiyor. Lâik Ankara rejimi onların kiliselerine karışamıyor. Sayıları üç-dört bine düşmüş olan Ortodoks Rumlar da kendi patriklerini kendileri seçiyor. Nüfusları az ama, nüfuzları çok. On onbeş yıl kadar önce Bakırköy’deki bir kilisenin bahçesinden birkaç metre kare arazi, yolun genişletilmesi için istimlâk edilmek istenmişti de, bütün dünya ayağa kalkmış, kızılca kıyamet kopmuştu. Göç dolayısıyla bağlıları azalan Süryani kilisesi de Ankara hükümetine bağlı değildir. Onlar da patriklerini kendileri seçerler. Yahudilerin durumu da böyledir. Hahambaşlarını kendileri seçer, devlet onların dinine, diyanetine karışmaz. Ancak ne gariptir ki, bu ülkenin ezici çoğunluğunu teşkil eden Müslümanların din işleri tamamen lâik devletin kontrolü altındadır. Lâik rejimin kabinesinde din işlerinden sorumlu bir devlet bakanı vardır. Devlet, Müslümanlara ruhanî reis olarak bir Diyanet İşleri Başkanı tâyin eder. “Din işlerinizi yönetmek üzere başınıza kimin gelmesini istersiniz?” diye Müslümanlara sormaz. Ne garip bir memlekette yaşıyoruz. Ermeni, Rum, Süryanî, Yahudi azınlıkları kendi dinî liderlerini kendileri seçebiliyor, fakat on milyonlarca Müslümana böyle bir hak, hürriyet tanınmamış.

Ulemâ ve Meşâyih

Osmanlı ulemâsı en cebbar padişahları bile tenkit etmiştir. Bu tenkit ya doğrudan doğruya olmuş, yahut dolaylı şekilde yapılmıştır. Ulemâ ve meşâyih İslâm ümmetinin iki rehber sınıfıdır. 1925’den sonra tekkeler kapatılmış, tarikatlar yasaklanmış; İslâm medreseleri de aynı âkıbete uğramıştır.Artık Türkiye’de din âlimi ve tarikat şeyhi yetiştirecek müesseseler kalmamıştır. 60’lı, 70’li yıllara kadar imparatorluk devrinden kalma ulema ve meşâyihle idare edilmiştir. Bulgaristan’dan gelen hocalar da yokluğu bir dereceye kadar telâfi etmiştir. Şu anda ülkemizdeki çok az miktarda gerçek din âlimi ve tarikat şeyhi bulunmaktadır. Bunların da fazla bir imkânı, selâhiyeti yoktur. Hakikî ulemâ ve meşâyih çok azalınca ortalık bir sürü sahtekârla, yalancıyla, âlim taslağıyla, şeyh müsveddesiyle dolmuştur. İcâzetleri, ehliyetleri, yeterlilikleri olmayan bu adamlar İslâmî hizmet ve faaliyetleri dejenere etmişler, mıncıklamışlar, Ümmet-i Muhammed’i bugünkü berbat duruma sokmuşlardır. 09 Ağustos 1998 Pazar