Salı

 

Bir hattata celî sülüs güzel bir “Edeb Yâhû” levhası yazdırılsa, etrafı süslense, matbaada bir milyon adet bastırılsa, yurdun her yerinde evlere, kahvehanelere, görülecek yerlere asılsa, edeb konusunda bir faydası olur mu dersiniz?.. Olmaz!.. Bir kere levhada ne yazılı olduğu bilinmez. Halk eski millî yazımızı okuyamıyor. İkincisi, edeb böyle ucuz tedbirlerle elde edilmez. O bir Anka kuşuydu, uçtu, uzak ufuklara gitti…

Bir Müslümana, çocukluğunda “Büyüklere saygı, akrana sevgi, küçüklere şefkat ve merhamet gösterilmesi” kuralı iyice öğretilmiş olmalıdır. İkincisi edebin, görgünün, terbiyenin, nezaketin öğretildiği ve öğrenildiği yerler evler, okullar ve toplum ve iş hayatıdır.

Eskiden edeb, erkân, görgü, terbiye, incelik tekkelerde öğretiliyordu. Onlar yok artık. Nazik Osmanlıların bir meclisinde kahve ikram ediliyor… Elinde tepsi ile kahveleri veren kimse, arkasını dönerek çıkmazdı. Yüzü misafirlere dönük olur, dikkatli bir şekilde arka arka yürüyerek orayı terk ederdi.

Eski insanları hatırlıyorum. Midesi bozulmuş, doktora başvurmuş, hekim soruyor:

“Dün ne yemiştiniz?..”

Hasta utanır, kızarır, “Affedersiniz dolma yemiştim…” derdi. Eskiden, terbiyeli insanlar yedikleri yemekleri söylemezlerdi. Niçin? Ayıptı da ondan. Terliyken üşütüp hastalanmış bir kimse de “Affedersiniz, hamama gitmiştim, terli terli dışarıya çıktım, kendimi koruyamadım…” şeklinde affedersinizli konuşurdu.

Öyle kabak gibi, şunu yedim, bunu yedim, hamama gittim denilmezdi. Bundan 100 küsur sene önce, Boğaziçi yalılarındaki on yaşındaki kibar çocukları, komşu yalıdaki arkadaşını sorarken “Tacettin yalıda mı?” diye sormaz, “Tacettin bey yalıda mı?” diye sorarmış. 1920’de bugünkü görgüsüzlük olsaydı, o zamanın padişahına şöyle bir mektup gönderilirdi:

Bay Altıncı Mehmet,

Padişah, Yıldız Sarayı… İstanbul.

Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Samsun’dan Padişah’a çektiği telgrafa “Atebe-i ulyâ-i Hazret-i Hilafetpenâhî” cümlesiyle başlamış, sonuna da “Kulları: Mustafa Kemal” yazmıştı. O zamanlar edep, terbiye, nezaket vardı.

Eskiden beyefendiler, hanımefendiler vardı. Yaşlı büyük beyefendiler, büyük hanımlar vardı. 1940’lı, 1950’li yılların Kadıköy vapurlarını hatırlıyorum. Arka salonlarında beyefendiler, hanımefendiler, küçük beyler, küçük hanımlar otururlardı.

Ülkede, toplumda kabalık yok muydu? Elbette vardı ama onu telâfi eden, dengeleyen incelik, nezaket, kibarlık da vardı. Eskiden “Edeb bir taç imiş nûr-i Hüda’dan…” levhaları vardı. 1950’li yıllarda Ankara Hacıbayram Cami-i şerifinde böyle bir levha vardı. Acaba yerinde duruyor mu? Yoksa bir kenara mı atıldı?

Osmanlılar birtakım şehirlerin isimlerini yalın olarak kullanmazlardı.

Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Şam-ı şerif, Kuds-i şerif

derlerdi. Camilerin isimleri anılırken sonuna şerif kelimesi ilave edilirdi.

Eski resmî ve özel yazışmalarda herkesin derecesine ve rütbesine göre lakapları, sıfatları vardı. Şeyhülislâmlara “semâhatli…” denilirdi. Duacınız kelimesini ulemâ kullanabilirdi. İstanbul’a tahsil için gelmiş çocuk, taşradaki babasına yazdığı mektubu “Veliyyinimetim pederim efendim hazretleri” diye başlatırdı. Şehzadeler “necabetli”, filan rütbedeki kişiler “saadetli” idiler.

Bunlar hep unutuldu. Şimdi sadece sayın var. Hürmet mi ifade ediyor, hakaret mi?.. Merhum

üstad Necip Fazıl

İsmet Paşa’ya

hitaben kaleme aldığı bir yazısına “Sana muhterem demiyorum, sayın diyorum…” diye başlamıştı.

Bir toplumda büyüklerin hürmete ihtiyacı yoktur. Küçükler büyüklerine hürmet etmeye muhtaçtır.

1978’deydi. Yerebatan caddesindeki yazıhaneme taşradan bir müftü gelmişti, sohbet ediyorduk. Yardımcım, 17-18 yaşlarında bir gencin benimle görüşmek istediğini söyledi, buyursun dedim. Dün gibi hatırlıyorum, orta boylu, zayıf, sarışın bir gençti. Suratından düşen bin parçaydı. Hemen söze girdi, fikirlerimi beğenmiyormuş, beni tenkit etmeye gelmiş. Kendisini sükûnetle dinledim. Sesini yükseltti, bağırıp çağırdı, içindekileri döktü ve sonunda

“Zaten senin gibi adamla konuşulmaz!..”

diyerek gitti. Giderken kapıyı öyle bir çarptı ki, bina sallandı… Müftü efendi duruma çok üzülmüştü. “On sekiz senedir müftülük yapıyorum. Nice yerler dolaştım, böyle saygısız ve terbiyesiz bir genç görmedim…” demişti.

Müslümanların bir kısmını bu hale maalesef birtakım cemaatler getirmiştir. Bütün cemaatleri kasd etmiyorum. İslâm mukaddesatına saldırılınca, Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimize hakaret edilince seslerini çıkartmayanlar, kendi cemaat başkanlarına bir fiske vurulunca havalara çıkıyor.

Bundan sonra eski görgü, eski terbiye, eski medeniyet geri gelir mi? İnşaallah gelir ama çok zor gelir.

İçlerine Sindiremediler

Cumhurbaşkanımız yetmiş emekli büyükelçiyi Çankaya Köşkü’ne davet etmek, yemekli bir törende kendilerine hizmet ödülü vermek istemiş; elçilerin çoğu daveti kabul etmemiş. Rivayete göre,

“Ben o kişinin o makama çıkmasını içime sindiremedim…”

gibi lâflar eden bile olmuş.

Yakın tarihte bizim hariciye teşkilâtımızın en büyük özelliği üst kademeye gizli bir cemaatin hakim olmasıdır. Sayın Abdullah Gül’ün bu gerçeği çok iyi bilmesi gerekir. Böyle bir davetten önce “Acaba çağırılanların büyük kısmı reddederse?..” sorusu hatıra gelmeliydi. Çankaya’nın her konuda ve branşta danışmanları var. Bunu niçin düşünmediler acaba?

Tirajı az, tesiri büyük

bir İstanbul gazetesinde başbakan ve eşi hakkında çok ağır, çok hakaretâmiz bir köşe yazısı yayınlandı.

Tenkit yöneltilir, ağır ithamlarda bulunulabilir ama bu kadar hakaret edilmez. Ülkemizde bir

“Büyük Medya Terörü”

var. Bir kısım gazeteler ve gazeteciler medya ahlâkı falan dinlemiyorlar. Dedikleri dedik, astıkları astık, kestikleri kestik. Maalesef halkımızın büyük kısmı da polemikleri, kavgaları, hakaretleşmeleri çok seviyor. Faydalı, olumlu, değerli bir yazı 100 okunuyorsa, kavga ve sövüş yazıları 1000 okunuyor.

Uğradığı ağır hakaretler karşısında Başbakan ne yapacak? Kızıp sinirlenirse hapı yutar. Son derece sâkin olmasında kendisi ve ülke için yarar var. Bu günlerde çok yorgun ve stresli. İnşaallah temkinli davranır. 05 Mart 2008