Eski İstanbul
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Mart 2019
İngiltere veliahdi Prens Charles İstanbul’a geldiğinde aşırı yapılaşmayı ve betonlaşmayı tenkit etmiş, dünyanın bu en güzel beldesini bu kadar çirkinleştirmemizden dolayı teessür duymuştu.
Beyninde kuş kadar akıl, gönlünde zerre kadar vicdan ve iz’an bulunan bir kimse İstanbul’un bugünkü haline üzülmez de ne yapar.
Çocukluğumun İstanbul’u ne kadar güzeldi. Şehir küçüktü, nüfus azdı, her yer yeşillikti, ahşap ev ve köşk doluydu. Gerçi boş arsalar, harabeler, eğri duvarlar da vardı ama onlar da hoştu, güzeldi.
Bebek’e, Mecidiyeköyü’ne, Edirnekapı’ya, Yedikule’ye, Kısıklı’ya, Bostancı’ya kadar tramvay vardı. Zaten şehir o semtlerden sonra biterdi. Sahillerde, Haliç’te vızır vızır vapur işlerdi.
Çeşmelerden gürül gürül menba suları akardı. Ahşap evlerin bahçelerinde nar, erik, incir, dut ağaçları olurdu, mevsimlerinde bunların meyveleri yenilirdi.
60’lı yıllarda, Topkapı’nın Kaleiçi semtinde bir bostana gitmiştim, yerden pınar fışkırıyordu. Osmanlıca gazetelerdeki satılık hane ve köşk ilanlarında, “Bahçesinde şu kadar masura su çıkar” diye kayıtlar görebilirsiniz.
Kışın, yağmurlu havalarda arnavut kaldırımlı sokaklarda biraz çamur olurdu ama o sokaklar bugünkü ruhsuz asfalt cadde ve sokaklardan daha güzeldi.
Boğaziçi’ne kazıklı ilave yollar yapılmamıştı. Sirkeci’den ta nerelere kadar sahil yolu yoktu. Yedikule’ye kadar çakıl gazinoları bulunur, sıcak günlerde halk denize bitişik eski surların gölgelerinde suya girerdi. Yüz küsur yıllık bir fotoğraf görmüştüm. Üsküdar vapur iskelesinin önünde mandalar deniz sefası yapıyor, çocuklar sularda oynaşıyor. Bakırköy’ündeki sahil evlerinden denize olta atılır, balık tutulurmuş.
Karaköy, Galata, Beyoğlu, Nişantaşı, Şişli semtleri kargirdi, oralarda başka bir kültürün, Batılılaşmanın, yabancılaşmanın rüzgarları eserdi.
Galatasaray mektebinde okuduğum yıllarda bir gün Beyoğlu’nun denize bakan taraflarındaki arka sokaklardan birinde, gündüzün yanık unutulmuş bir havagazı sokak feneri görmüştüm.
Osmanlılar zamanından kalma yandan çarklı gemiler benim pek hoşuma giderdi. Avrupa’da Ren nehrinde, İsviçre göllerinde, Norveç fiyordlarında böyle eski, nostaljik, tarihî gemiler hâlâ çalıştırılıyor.
Yaz gelince karşı tarafa sayfiyelere yerleşilirdi. Kızıltoprak’tan sonra köşkler, bahçeler başlardı. Oralardaki modern yapılaşma ne kadar çirkin ve iğrenç oldu. İnsanlar bu betonlaşmaya, bu kasavete niçin isyan etmiyor?
Bakırköy, Yeşilköy taraflarına buharlı trenlerle gidilirdi. Vapurlarda, trenlerde, tramvaylarda mevki farkı vardı. Kadıköy ve Ada vapurlarının birinci ve lüks mevkilerinde hanımefendiler, beyefendiler, küçük beyler, küçük hanımlar görülürdü. Nezih, terbiyeli, görgülü… Fakirlerin seyahat ettiği ikinci mevkilerde de vakar, tevekkül, rıza gözlenirdi. Yılışıklık, şımarıklık, azgınlık yoktu.
Her yerde açık hava kahveleri, bahçeleri bulunurdu. Cağaloğlu’nda İstanbul Lisesi’nin yanında Haliç’e, Boğaz’a nazır bir bahçe vardı, zaman zaman çay içmeye giderdik.
O zamanlar İstanbul kozmopolit bir şehirdi. Nüfus yedi yüz elli bindi; bunun 120 bin kadarı Rum, kesin rakam bilmiyorum ama yetmiş seksen bini Ermeni, elli binden fazlası Musevî idi. Osmanlı zamanından kalma Frenkler de az değildi. Bazı semtlerde Türkçeden çok Rumca konuşulurdu. Okulları, gazeteleri, kendi hayır müesseseleri, yetimhaneleri vardı.
Harp yıllarında ekmek vesika ileydi, sıkıyönetim vardı, hürriyet yoktu, Müslümanlar sindirilmişti, komünistlere aman verilmezdi, Türkçülere tabutluklarda işkence edilirdi; halk veremden, hastalıktan kırılıyordu, düşkün insanlar yerlerden izmarit toplayıp tütünlerini sararak içiyorlardı. Lakin İstanbul güzeldi; deniz, hava, su güzeldi. Eski ekmekler, eski simitler, eski yemekler daha lezzetliydi. Eski insanlar daha başkaydı. Son altı padişahı ve halifeyi görmüş yaşlılar sağdı. Eski nazırlar, eski vüzera, eski sefirler, eski rical, eski nisvan, eskiden kalma ulema, meşâyih vardı. Gazetelerdeki vefat ilanlarında “Vüzeradan…süferadan… Sultan Abdülhamid’in şamdancı başısı…, sâlihat-ı nisvandan… mirliva, ferik…” gibi sıfatlar ve ünvanlar bulunurdu. Sirkeci tarafında Selanik, Filibe, Musul lokantası, köftecisi, oteli mevcuttu.
Eski İstanbul’un bir sürü Türkçesi vardı. En güzeli asıl İstanbul Türkçesiydi. Taşralıların Türkçeleri geldikleri bölgenin ağzına göreydi. Eski saraylılar Çerkez kırması saray Türkçesiyle konuşurlardı. Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin Türkçeleri kendilerine göreydi. Bütün bunlar bir zenginlikti.
O zamanlar terbiyeli, görgülü kesim konuşurken hep efendim derlerdi. İnsanlar yedikleri yemekleri söylemekten utanırlardı. Sık sık estağfirullah denilirdi. Aha… he… ho… gibi sesler çıkartılmaz, bugünkü gibi ünlemler, böğürtüler, homurtular ile konuşulmazdı.
Annem İstanbul’a geldiğinde Unkapanı köprüsünü geçerken bacası ek yerinden aşağıya inen kömürlü Haliç vapurlarıyla Eyüp Sultan’a gider, camiyi ve türbeyi ziyaret ederdik. Karaköy’deki Yeraltı Camii’nde de üç sahabenin kabirleri veya makamları ziyaretçisiz kalmazdı. Bilhassa kadınlar akın akın gelirlerdi.
Taksim ile Gümüşsuyu arasındaki Park Otel’in altındaki caminin minaresi, bir yatsı ezanına kızan zihniyet tarafından yıktırılmıştı. O boynu bükük mabet, mazlum ve mağdur Müslümanların sembolü gibiydi.
Bahar gelince Boğaziçi sahilleri erguvanî çiçek açan ağaçların rengine bürünürdü. Hafta tatillerinde bazen Boğaz’a gider, sarı katırtırnağı çiçekleri toplardım. Ailemin maddî durumu müsait değildi, bana pek az cep harçlığı gönderirlerdi, beş kuruşluk bir simit alır, ikindi kahvaltısı yapardım.
Hava daha temizdi, gök daha maviydi, deniz daha berraktı. Bazen Şirket-i Hayriye vapurları iskeleye yanaşırken denizin dibini görebilirdiniz.
O zamanlar iki çeşit günlük gazete çıkardı. Sabah çıkanlar, öğleden sonra yayınlanan akşam gazeteleri. Çoğu çocuk olan gazete müvezzileri “Gece Postası, Akşam, Son Telgraf, Son Saat…” diye bağırarak satarlardı.
O devirde Cağaloğlu aile yuvasıydı. Hamdune Teyzemin damadı Nuri Uycan bey Şerefefendi sokağında oturuyordu. Hafta sonu tatillerinde bazen onlara gelirdim. Hafta tatili, şimdiki gibi cuma akşamı başlamaz, cumartesi saat 1’den sonra başlardı. Biz yatılı okul talebeleri temiz gömleklerimizi ve elbiselerimizi giyer, kravat takardık.
50’li, 60’lı yılları düşünüyorum. Mahir İz, Ali Fuad Başgil, Necip Fazıl, Hasan Basri Çantay, Fuad Şemsi beyler… Ulemadan Yekta, Bekir Hâki, Ömer Nasuhi Bilmen hocalar… Daha yüzlerce, binlerce yeri doldurulamaz zevat. Hepsi de nur içinde yatsınlar.
Ben yetişemedim meşhur Hâfız Sami Efendi bir camide Kur’ân okurken yer yerinden oynarmış. Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Camii Başmüezzini bir zat varmış, onun ezanını dinlemek için gayr-i müslimler bile gelirmiş. O zamanlar hoparlör falan yokmuş.
Eski İstanbul’da musiki vardı. Fahire Fersan ve Refik Fersan çiftleri ne güzel çalarlardı.
Eski İstanbul bir hatıra oldu. 24 Şubat 2000