Beyazıt’ta Özdemir Hanı’ndaki

Popüler Kitabevi’nden

pazartesi akşamı birkaç eski kitap aldım. Bunların içinde Güney Afrika’da yayınlanan

The Muslim Digest

dergisinin 1950’li 60’lı yıllara ait bazı sayılarını biraraya getirmiş olan bir cilt vardı. Kitap merhum

Kemal Kuşçu’ya

aitti, bir kenarında onun ismi yazılı idi. Bu isim bana eski hatıraları canlandırdı. Kemal bey imanlı, kültürlü, nezih, medenî, şehirli bir insandı. Albay emeklisi idi. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okumuştu. Dindar ve muhlis bir Müslümandı. Boş zamanlarında İngilizce’den tercümeler yaparak dinimize ve milletimize hizmet ederdi. Faaliyetleri göze batmaya başlamıştı. Eski zamanın o terör giyotini 163’üncü maddesinden mahkemeye verilmişti. Hassas kalbi bunun üzüntüsüne dayanamamış, kalp sektesinden vefat etmişti. Nur içinde yatsın.

Gençliğimde, talebelik zamanında

The Muslim Digest

dergisini takip ederdim. Hattâ bir ara idaresine bir mektup yollamış, İslâm dünyasının çeşitli yerlerindeki Müslümanlarla mektuplaşmak istediğimi bildirmiş, onlar da ismimi ve adresimi yayınlamışlardı. Nerelerden mektuplar gelmemişti ki:

Jamaica, Zengibar adası, Fiji adaları…

Kütüphanemde bu derginin eski sayılarından haylisi mevcuttur. Sahibi bir ara İstanbul’a gelmiş ve kendisi ile görüşmüştüm.

The Muslim Digest, Ehl-i Sünnet ve Cemaat dairesinde yayın yapan bir dergiydi.

Eskiden İstanbul’da bazı kitapçılarda satılırdı. Şimdi hâlâ çıkıyor mu bilmiyorum. İstanbul 15-20 milyon, Türkiye 72 milyon oldu, kültür geriledi, battı.

Sahaftan aldığım ikinci kitap

İş Bankası Kültür Yayınları’nın 140’ıncısı olan
“Türk Yazmacılık Sanatı
Tahtakalıpla kumaş baskısı”

adını taşıyor. Yazarı

Reyhan Kara,

119 sayfa, 1974’te basılmış, içinde siyah beyaz ve renkli resimler mevcut. En başına Atatürk’ün renkli bir portresini basmışlar. Yazmacılık ile Atatürk arasındaki illiyet rabıtasını bir türlü anlayamadım…

Yazmacılık maalesef ölen veya can çekişen millî sanatlarımızdan biridir. Yakın zamanlara kadar İstanbul’da klasik geleneksel usulle yazma yapılıyordu. Vapurla Üsküdar’dan Kuzguncuk’a doğru ilerlerken sahildeki boş bir arsada deniz suyunda yıkanmış ve kurumaları için iplere gerilmiş rengarenk yazmalar görünürdü. Dünyanın nice ükesinde geleneksel millî el sanatları yaşatılıyor da bizde niçin bu sanatlara önem verilmiyor? Eskiden

Kandilli yazmaları

dünyaca meşhurdu. Onlar artık niçin üretilmiyor?

Millet Meclisimiz bir araştırma yaptırmış, ülkemizde 260 millî geleneksel sanat ve zenaat tesbit edilmiş. Bunlar canlandırılsa fena mı olur. Bir fabrika kurup orada işçi çalıştırmak büyük sermaye gerektirir. El sanatları öyle değildir. Küçük atölyelerde, dükkanlarda, hattâ evlerin bir köşesinde yapılabilir. Diyelim ki, Kültür Bakanlığımız bu sanatları canlandırmak için 100 milyon dolarlık bir tahsisata sahip oldu.

“Türkiye Geleneksel ve Millî El Sanatları Genel Müdürlüğü”

kurulacak ve işe başlanacak. Ne olur biliyor musunuz? Hemen çeteler, asalaklar, lüpçüler, rantçılar, yiyiciler, götürücüler harekete geçerler ve allem ederler, kallem ederler o 100 milyon doların 99 milyonunu tokatlarlar. Geriye kalanla da bir şey yapılamaz. En iyisi bu gibi sanatları sivil kuruluşların, holdinglerin, vakıfların canlandırmasıdır.

Mesela

Ülker müessesesi

üç sanatı himayesine alır ve bunların canlandırılması için gerekeni yapar. Bu

gereken

kelimesi ve kavramı ne kadar önemlidir bir bilseniz. Gereken yapılmazsa, Ülker’in paraları da gayretleri de boşa gider.

Yazmacılığın yanında ilk planda

el yapımı kağıt

üretimine de el atılmalıdır. Hindistan’da bu işlerle uğraşan büyük müesseseler vardır ve ürettikleri yüzlerce çeşit el yapımı kağıdı dünyaya ihraç etmektedirler.

“Sanayi ve teknoloji devrindeyiz, elle kağıt mı yapılır…”

diyenlerin alınlarını karışlamak gerekir. Fabrika kağıdı başka şeydir, el yapımı kağıt başka şey. İkisi de üretilmelidir, ikisinin de kullanılacağı yerler vardır. Mesela bendeniz el yapımı kitap kağıdı bulsam, bunlara küçük bir eserimi birkaç yüz nüsha bastırır, bir kısmını dostlarıma ve yakınlarıma hediye eder, bir kısmını meraklılara sunarım. Gecekondu kültürlüler, varoş kafalılar bu gibi şeyleri anlamazlar.

Fransa’nın güneyinde bundan 100-150 yıl önceki metodlarla

geleneksel sabun üreten

fabrikalar vardır. Bu sabunlar gerek ülke içinde, gerekse dünyanın nice yerinde zevk sahiplerine satılmaktadır. Biz eski geleneksel el sanatlarımızı canlandırabilsek, en az bir milyon vatandaşımıza iş ve ekmek temin etmiş oluruz, bunun yanında ülkemize her yıl bu işten birkaç milyar dolar girer.

Hindistan’dan memleketimize öyle el sanatı ürünleri geliyor ki, hem güzellikleri, hem de ucuzlukları karşısında insan şaşkına dönüyor. Ülkemiz kahvehanelerle doludur. Milyonlarca vatandaşımız çalışmak istemiyor. Devlet versin, devlet baksın zihniyeti bizi mahv etmiş. Birtakım büyük, dev Müslüman kuruluşlar basketbol takımları için her yıl milyonlarca dolar harcıyor da birkaç el sanatını canlandırmak için niçin yatırım ve masraf yapmıyor, gayret sarf etmiyor?

Haddimi aşıyorsam af diliyorum,

Ülker gibi, Kombassan gibi, Yimpaş gibi müesseselerimiz

bu sahaya el atmalıdır. Bizim kesimde bu işi yapacak en az birkaç yüz firma, holding, kuruluş, vakıf bulunmaktadır.

Böyle sanat ve kültür çalışmaları rastgele, plansız ve programsız bir şekilde olsun da nasıl olursa olsun zihniyetiyle yapılmaz. Dini imanı para olmayan, para ve menfaatten önce vatanını, milletini, kimliğini, millî kültürünü seven idealist, namuslu, şerefli, haysiyetli adamlar böyle işleri başarı ile yürütebilir. Millî sanatlarımızı canlandırmak için dış dünyadan ustalar, uzmanlar getirilmesi şarttır.

Mesela el yapımı kağıt için Şarkî Türkistan’dan, Çin’den ve başka ülkelerden ustalar ve uzmanlar getirtilmesi şarttır.

Mısır’da cin fikirli, akıllı bir müteşebbis (girişimci) bundan üç-dört bin yıl önce yapılan, sonra yapımı terk edilen

papirüsü

yeniden üretmeye başladı. Son derece başarılı oldu.

Cahillerin ve kültürsüzlerin hor gördüğü

çömlek sanatı

bile bize çok şeyler kazandırabilir. Bundan birkaç gün önce Mercan taraflarındaki bir mağazanın vitrinindeki el sanatı eşyalar dikkatimi çekti, içeriye girdim, dükkan sahipleri beni tanıdı. İçeride, herbiri ötekinden güzel

toprak abajurlar

vardı. Topraktan pişirilmiş, sonra patine edilmiş, eskitilmiş nefis çömlekler. Üzerlerine elektrik donanımı monte edilmiş, bir de yağlı kağıttan külah. Nefis bir sanat eseri. Dekoratif bakımdan fevkalade güzel. Dayanamadım, evde eşya koyacak yer yok, bir tane aldım.

Bir başka dükkandan, Hindistan’dan gelmiş, üzerleri simli (gümüşî) iplikle işlenmiş iki adet yastık aldım. Tanesi 16 milyona (İçi doldurulmuş vaziyette.) Gerçekten nefis sanat eserleriydi. Aşağıya Eminönü taraflarına indim, bir mağazada aynı yastıklardan gördüm, kaça diye sordum.

“Otuz beş milyon”

dediler… El insaf!… Bizde ticaret ahlâkı da kalmamış. Bir öteki dükkanda Türkiye’de yapılmış, aynı büyüklükte ve Hind yastığı kadar güzelliği ve cazibesi olmayan bir yastığı sordum,

“89 milyon…”

denildi. Biz bu kafa ile ne yapabiliriz.

Hintli binlerce kilometre uzaktan mal gönderiyor, çok ucuza satılıyor, biz ona benzer bir şeyi altı misline satmaya kalkıyoruz.

Küçük bir atölyede geleneksel sanatlardan birini icra edecek, eser üretecek ve sonra bunun geliri ile:

– Lüks ve şaşaalı bir ev alacak,

– Ayrıca bir yazlığa sahip olacak,

– Lüks bir otomobil alacak,

– Evine pahalı mobilyalar ve elektronik cihazlar alacak,

– Çocuklarını pahalı kolejlerde okutacak,

– Dev ekranlı televizyonların karşısına geçecek, zevk sürecek,

– İyi yiyecek, iyi giyinecek, iyi yaşayacak, lüks içinde yüzecek…

Yahu bir el sanatı bu kadar yükü ve külfeti kaldırır mı? Bu ülkede geçim sıkıntısı içinde kıvranan milyonlarca vatandaş var. El sanatlarımızı onlara öğretmeli, onlara ürettirmeliyiz. Evlerinin bir köşesinde, mütevâzı atölye ve dükkânlarda çalışsınlar, geçimlerini temin etsinler, kanaat ile yaşasınlar. Aksi taktirde Hintlinin, Çinlinin 10 liraya satılan el sanatı eşyasını biz 100 liraya mal edemeyiz. (Öteki kitapları anlatmaya yer kalmadı.) 08 Aralık 2005