Cuma

Dışa kapalı bir insanım, inzivayı, yalnızlığı seviyorum. Yaşım da ilerledi. Bundan böyle, sosyal münasebetlerimi asgarîye (en aza), yüzde 1’e indirmek istiyorum.

Birtakım gerekçelerim de var. Bazılarını sayayım:

Birileri gelip görüşmek istiyorlar. Bin türlü işinize ve meşguliyetinize rağmen filan gün, filan saatte buyurunuz diyorsunuz, randevu veriyorsunuz. Vakit geliyor, gelen yok. On beş, yirmi, bazen yarım saat sonra bizimkiler kapıyı çalıyorlar.Niçin geç kalmışlar? Özürleri kabahatlerinden büyük… Mevsim yaz mı? Efendim mâlum sıcaklar… Kış mı? Efendim, mâlum soğuklar. Bir de senede 365 gün (Şubatın 29 olduğu yıllarda 366 gün) Efendim, mâlum trafik… Bunlar ne aptalca mazeretlerdir. İstanbul’da oturan bir kimse için soğuk, sıcak, trafik mazeret olur mu? Medenî bir insansan herşeyi düşünüp hesaplayacaksın ve vaktinde geleceksin…

Birkaç yıl önce sokakta gidiyordum, biri boynuma sarıldı, “Ağâbeyciğim nasılsınız?..” dedi.

“Yazılarınızı okuyorum, sizi çok seviyorum, falan filan…”

Bu zat daha sonra evime gelip görüşmek istediğini söyledi.En sonunda da sordu:

“Şu anda bir yerde yazıyor musunuz? Nerede yazıyorsunuz?..”

Bir başka genç ziyaretçi benimle konuşurken “Demin arz ettiğiniz gibi…” demez mi? Doğrusu böyleleri ile konuşmak istemiyorum. Önce edep, terbiye, nezaket öğrensin, ondan sonra ağzını açıp laf etsin. Arzın “Mâdundan mâfevke” olduğunu bilmeyen birisiyle sohbet etmekten zevk almıyorum. Tahsilsiz biri olsaydı yüreğim yanmazdı. Bahsettiğim kişi üniversite öğrencisiydi:

Sık sık başıma gelmiştir. İlk defa ziyaretime gelen bazı gençler, bir kaç dakika görüştükten sonra “Helâya gitmek istiyoruz…” demezler mi? Yahu, bir büyüğünün (en az yaşça büyük) evine ilk defa geliyorsun, böyle bir ziyarette helâya gitmek olur mu?

Ya cep telefonları… Sizinle konuşurken cebindeki âlet zırlar. Hemen lâfı keser, aleti kulağına dayar ve karşınızda dakikalar boyunca konuşmaya başlar. Efendi, nezaketli, terbiyeli, edepli bir kimse, bir ziyarette cep telefonunu kapatmakla mükelleftir. Âletin açık kalması için çok önemli, çok zarurî bir sebep varsa, önceden izin almalıdır.Meselâ, hastahânede yeni ameliyat olmuş bir yakını vardır, o zaman ev sahibinin izni ile cep telefonu açık kalabilir. Aksi taktirde ayıptır, ayıptır, ayıptır…

 cep telefonu ayıp olur mu hiç!.. Kutsal âlet… Lüks âlet… Zart zurt konuşulan âlet… Hem benimki en pahalısından…

On beş sene önce bir zat telefon etmiş, ille ziyaret edip görüşmek istiyorum demişti. Konu nedir diye sorduğumda “Çok önemlidir, telefonda söyleyemem…” cevabını vermişti. Sonunda geldi, konuşacak hiçbir şeyi yoktu. Oturduğum dairenin kendi malım olup olmadığını, ne zaman aldığımı, kaça aldığımı, şimdi satsam ne edeceğini, üstte daire olup olmadığını, terasın bana ait olup olmadığını sordu… Havalar iyileşmeye başladı. Bundan sonra günde bir iki saat, Marmara denizine, Adalar’a nâzır balkonumda oturacağım. Yazılarımı orada yazacağım, ikindi çayımı orada içeceğim.

Şehirde güven kalmadı. Zaten bundan sonra dışarıya sık sık çıkmak doğru olmaz. En iyisi evine kapanmak. Güleceksen evinde gül, ağlayacaksan evinde ağla. Şu memleketin, bilhassa İstanbul’un haline ağlamak lâzım.

Geçen pazar, bir çay içmek için Zeyrekhane’ye gitmiştim. Oradan Fatih Kadınlar Pazarı’na uğradım. Burası sanki küçük bir Siirt’tir. Şimdiye kadar hiç görmediğim, bilmediğim yabanî bir sebze satılıyordu. Ondan aldım, perhizime yarayışlı gevrek aldım. Yürüye yürüye Aksaray’a indim. Yolda, ekolojik ve sağlıklı gıda maddeleri satan bir dükkâna rastladım, biraz da oradan alışveriş ettim. Bir de Aksaray’a indim ki, tedirgin edici bir kalabalık. Artık bu semtte güpegündüz suç işleniyormuş. Halkımızı tenzih ederim ama birtakım suratlar hiç içaçıcı değildi, güven telkin etmiyordu. Tramvaya kapağı attım, evime gittim.

Böyle giderse bir seneye kalmaz sokağa bile çıkamayız. Savcının birinin, masanın üzerinde duran cep telefonunu çalmışlar. Başka bir savcının, büro çekmecesindeki cep telefonu uçmuş.

Bir kaymakamın oğlu güpegündüz anacadde ortasında kapkaççıların saldırısına uğramış, direnmiş, güzelce bir dayak yemiş… Uzun yıllar boyunca rüzgâr ekmişlerdi, şimdi fırtına biçiyorlar.

Günah, isyan, tuğyan, azgınlık ekenler; ürün olarak zelzele, tsunami, su baskını, kasırga, bin bir çeşit âfet ve felâket, korkunç kazalar, uğursuzluklar biçerler. Buğday eken buğday biçer, mısır eken mısır; zakkum eken zakkum elde eder. Dinsizlik, ahlâksızlık, fuhuş, kumar, riba, zina, rezalet, kepazelik ekenler medeniyet biçecek değiller. Böyleleri bin çeşit cezaya ve belâya hazır olsunlar.

Ha, unutmadan söyleyeyim. Son büyük Gölcük zelzelesinden kısa bir müddet önce (Altı gün önce miydi?) tam bir güneş tutulması olmuştu. Önümüzdeki mayıs ayında da böyle bir tutulma olacakmış…

Türkiye ve dünyayı birtakım felaketler bekliyor:

– Zelzeleler,

– Kuraklık,

– Volkan patlamaları,

– Savaşlar,

– İklim değişiklikleri,

– İhtilâl, iğtişaş, fitne ve fesat hareketleri,

– Suçların korkunç derecede artması, yağmalar, talanlar, hırsızlıklar… Genel bir güvensizlik…

– Dış ve iç sömürücülüğün anormal şekilde artması ve güçlenmesi. Ülkenin, emperyalist güçlerin çiftliği haline gelmesi.

– Bina ve zinanın görülmemiş şekilde artması,

– Sosyal ve kültürel kuduzluklar, azgınlıklar,

– Dinsizlerin son derece azgın, cesur, gözükara olmaları; dindarların son derece pasif, pısırık, âciz ve beceriksiz olmaları.

Kur’ân-ı Azimüşşan’ın Meryem suresinin 59’uncu âyetinin meâli şöyledir: “Sonra, arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasına uğrayacaktır.”
(Hasan Basri Çantay meâli.)

Bugün Türkiye Müslümanlarının, maalesef çok büyük bir kısmı, kesin bir şekilde farz olan beş vakit namaz kılmayı terk etmiş ve çeşitli beşerî ve dünyevî şehvetlerine uymuşlardır. Bu şehvetler nelerdir?

– Para, mal, servet, rant şehveti. Bir takım kimseler âdeta para ve rant için kudurmuş vaziyettedir.

– Gösteriş, lüks, aşırı tüketim, konfor şehveti.

– Benlik şehveti.

– Riyaset ve makam şehveti.

Ve daha nice şehvetler gözleri karartmış, kulakları tıkamış, kalpleri köreltmiştir. Bir Müslüman toplum namazı terk edip, şehvetlerine uyarsa onun akıbeti (sonu, geleceği) parlak olmaz. Bazıları namaz kılıyor ama onların namazları kendilerini haram yemekten, azgınlıktan (fuhşiyattan), emanete hıyanetten alıkoymuyor. Vay o namaz kılanlara!

Artık evlere kapanmak ve ağlamak zamanıdır. 09 Nisan 2005