Evlerimiz
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 12 Ocak 2019
Cumartesi
Ev diyoruz, mesken diyoruz, geçiyoruz, üzerinde durmuyoruz. İçimizde kaç kişi evimizin mal değil, yuva olduğunu biliyor? Sosyal ve kültürel yozlaşma bizi bozmuş, parayı en büyük değer haline getirmiş, asıl gerçek değerleri bir kenara itmiş, unutturmuş, insanımızı yabancılaştırmıştır.
Kuşların, böceklerin, çeşit çeşit hayvanların yuvaları vardır. Bazı kuşların yuvaları ne kadar sanatlı yapılmıştır! İnsanın yuvası da evidir. Bir mal olarak evler de satılır, sahip değiştirir ama zaruret varsa, lüzum varsa, gerekliyse… Önce esas olarak yuva, sonra gerekirse sahibi değişen bir mal…
Biz Türkiyeliler, yüzde doksan dokuz itibariyle Müslümanız. İslâm bizim sadece dinimiz değil, medeniyetimiz ve dünya görüşümüzdür. Bu medeniyetin ve hayat felsefesinin içinde evin büyük bir yeri vardır. Kimliksiz insan olur mu? Kimlik denilince devletin her vatandaşına verdiği nüfus, hüviyet kartı anlaşılmasın. Kimlik bir toplumun kendisine mahsus özellikleridir, şahsiyetidir, millî kültürüdür.
Meskenler geometrik mekânlardır; lakin her toplum, her medeniyet bu geometriye renkler, üsluplar, şekiller, derinlikler, süsler, sanatlar ilave ederek kendi kimliğine uyan bir mekan meydana getirmiştir.
Yakın zamana kadar Türkiye Müslümanları “Müslüman evlerinde” oturuyorlardı. Sonra tarihi arızalar ve kazalar oldu, yozlaşma ve yabancılaşma başladı ve evlerimiz de bu kötü gidişten payını ve nasibini aldı.
İleri ve medenî ülkelerde yeni yapılan meskenlerin yüzde doksan beşi bahçeli, müstakil evler şeklindeymiş. Bizde ise, dev bloklar inşa ediliyor. Bundan yüz sene önce bir Müslümanın apartmanda yaşaması düşünülemezdi. Şimdi bu yaşayış tarzı genelleşti. Kimse bundan şikayetçi değil, değil ama apartman hayatı ruhları öldürür, insana kasavet verir, ruhî sağlığı bozar, bunu düşünen yok.
Eski Türkiyelilerin evlerinde fazla mobilya ve eşya olmazmış. Çocukluğumda hatırlıyorum, orta halli bir taşra evinin misafir odasında sedirler olur, bir kenarda üzeri mermer kaplı bir konsol bulunur, konsolun üstünde bir ayna, iki tarafında karpuz fanuslu iki gaz lambası, duvarda rakkaslı bir çalar saat, bazıları kadınlar tarafından işlenmiş hüsn-i hat levhaları, “geçme namerd köprüsünden ko apartsın su seni/Müstakim ol Hazret-i Allah utandırmaz seni…” Yerde bir halı veya kilim. Eskiden karyola falan da yokmuş. Yüklük denilen büyük dolaplardaki şilteleri, yorganları, yastıkları yatacakları vakit çıkartır, yere serer yatıp uyurlarmış. Sabah olunca da bunları dürer, katlar tekrar yüklüğe koyarlarmış. Yemek, yerde tahta bir sofra yahut bakır bir sini üzerinde yenirmiş. Çocukluğumda nice yerleşim yerinde elektrik olmadığından buzdolabı da yoktu, yemekler tel dolabında saklanırdı.
Müslüman evinin sözle, yazıyla tarifi çok zor bir kudsiyeti, esrarı vardır. Yıllar boyunca o evde kılınan namazlar, okunan Kur’ânlar, zikirler, tesbihler sanki evin taşlarına, duvarlarına, tavanlarına, kapılarına, tahtalarına sinmiştir. Elli altmış sene önce akrabalarımdan birinin evinde konuşulmuştu: Eski bir hanenin döşeme tahtaları çürümüş, değiştirmek üzere ustalar gelmişler, eskilerini söküp yeni tahtaları çakarken evin yaşlı hanımları ağlıyormuş, “bu tahtalar ne günler gördü, ne sevinçlere, ne mâtemlere, ne gülüşlere, ne ağlayışlara sahne oldu… Bunların üzerinde biz ve bizden öncekiler ne çok namazlar kıldık, Kur’ân okuduk, ne sofralar kuruldu, ne sefalar ne cefalar yaşandı… Şimdi hoyratça sökülüp atılıyorlar. Reva mıdır bu?..” diyorlarmış.
Yazımın girizgahı hayli uzun oldu. Asıl konumuz, evlerimizin dekorasyonudur. Sadede geleyim: Uzun yıllardan beri, nice Müslüman evlerine gittim, salonlarda, misafir odalarında oturdum dekorasyon konusunda üzülerek söylüyorum çok büyük bir bozulma görülmektedir. Hali vakti yerinde, hatta orta halli bir Müslümanın bilhassa salonu yahut misafir odası İslâm medeniyetini, İslâm sanatını, İslâm kültürünü, İslâm zevklerini yansıtmalıdır. Kaçta kaçımızın salonu böyledir?
Ben 1950’li yılların başında gitmiştim, Süleymaniye’de Ayşe Kadın sokağında merhum Hacı Nazif Çelebi’nin Osmanlı devrinden kalma bir konağı vardı, o konak bir hat müzesi gibiydi. Seneler boyunca o güzel mekanda zaman zaman, yemeklere, çay sohbetlerine iştirak ettim. Hacı Nazif Bey’in çok renkli bir kişiliği vardı. Ticaretin yanında, din hizmetleriyle, İslâmî kültür işleriyle uğraşırdı. Hiç unutmam, yaza tesadüf eden bir Ramazan ayında bundan yıllarca önce rahmetli Üstad Necip Fazıl’la oraya bir iftar ziyafetine gitmiştik. Beyazıt’tan Süleymaniye’ye sapmış, hızlı adımlarla yürüyorduk. Ezana birkaç dakika kalmıştı, Üstad “Şevket ister misin, ezan şimdi okunsun, tam zamanında yetişemeyelim…” demişti. “Endişe buyurmayınız, geldik sayılır önümüzde kaç adımlık yol kaldı ki…” cevabını vermiştim.
Merhum Hocamız Mahir İz Beyefendi bu fakiri bir gün Emirgan sırtlarında oturan Fuat Şemsi Beyefendinin devlethânesine götürmek lütfunda bulunmuştu. Orası gerçekten bir devlethâne idi. Her yerinden İslâm, Osmanlılık fışkırıyordu. Levhalar, resim, tablo, nâdide kitaplar, zarif eşyalar hepsi tarumar oldu gitti.
Şehirli ve medenî bir Müslümanın, şayet malî durumu, maddî imkanları müsait ise evinin salonunda mutlaka hüsn-i hat levhaları bulunmalıdır. Birinci levha da bir “hilye” olmalıdır. Hilye, Resul-i Kibriya Aleyhi Ekmelüttahaya Efendimizi yazı ile anlatan bir nevi portredir. En üstünde büyük (celi) yazıyla besmele, onun altında büyük daire içinde Hazret-i Ali -kerremallahu vecheh- efendimizden rivayet edilen ve Resulullah Efendimizi anlatan hadis-i şerif, o büyük dairenin dört tarafında Çehar yar-i Güzin yani Hülefa-i Raşidin efendilerimizin isimleri. Daha altta “Vema erselnake illa rahmeten lil âlemin” celi yazısı…
Hilyesiz bir Müslüman evi gördüğümde bayağı yadırgıyor ve üzülüyorum. Orijinal hatlı ve tezhipli hilyeler oldukça pahalıya mal oluyor. Ben bir iki dostuma hatırlattım çok güzel ahşap varaklı çerçeve içinde, büyük boy bir hilye takriben 1250 YTL’na yaptırılabiliyor. Bu en düşük fiyat. Tanınmış, birinci sınıf hattatlara yazdırır, yine usta tezhipçilere süsletirseniz üç bin YTL.’na mal edemezsiniz.
Buzdolabı, otomatik çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, klima, bilgisayar, otomobil ve daha bir sürü cihaza, alete, vasıtaya yekun olarak on binlerce dolar veren bir Müslümanın hilye levhasına masraf yapmaması doğrusu kabul edilemez bir cimriliktir. Avuç içine sığan lüks bir cep telefonuna, icabında bir milyar lira veriyor ama hilye edinip evinin baş köşesine asmayı düşünemiyor…
Beyazıt’ta Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bir “Hat sanatı müzesi” var. Orada gerçekten müzelik hüsn-i hatlar, hüsn-i hat levhaları, hilyeler teşhir ediliyor. Büyük ve üstad hattatlarımızdan merhum Hasan Rıza efendinin gerçekten şaheser hilyesini, genel müdürlüğün izniyle matbaada bastırttım. Seçil Ofset Basımevi sahibi muhterem ve faziletli dostumuz Selami Bey bu hat şaheserini o kadar itinalı ve güzel bir şekilde tab’etmek lütfunda bulundu ki, neredeyse basılmış nüsha, orijinalinden güzel oldu. Gelgelelim aradan dört sene geçti matbaa masraflarını bile çıkartamadı, rağbet eden çıkmadı. Mâlum ya, “mârifet iltifata tâbidir/müşterisiz meta zâyidir…”
Bu devirde salonları, koltuk kanepe takımlarıyla büfe ve vitrinlerle, yemek masası ve sandalyeleriyle doldurmak moda oldu. Büfe ve vitrinlere de, sanat kıymeti olmayan gümüş, kristal, porselen eşya konuyor. Bazen çok lüks bir eve davet edilirim, bir kenara iliştikten sonra, gözlerim o kocaman salonda sanat değeri olan bir eşya arar; çok zaman böyle bir şey göremem. Ev belki üç yüz veya beş yüz bin dolarlık lüks bir evdir ama salonun zemininde sanatsız fabrika dokuması halılar serilidir. Be mübarek hane sahibi, eve bu kadar para vermişsin, Türkiye’de yaşıyorsun ve yerlere el dokuması, tabî kök boyasıyla boyanmış birkaç halı ve kilim atamamışsın. Paran çok ama aklın yok…
Tavanların binde dokuz yüz doksan dokuzunda kristal veya cam avizeler sarkar. Bunların da kıymetlisini şimdiye kadar görmüş değilim. Sıradan, uyduruk, saçma sapan, şangır şungur, yontma camlardan meydana gelmiş, acayip sarkaçlar veya sallangaçlar. Dünya müzelerinde eski Müslümanlardan kalma ne harika kandiller, ne sanatlı lambalar ve âvizeler var.
Dindar olmayan bazı zenginlerimizin salonlarının bir köşesinde barlar bulunur. İçleri rengarenk içki şişeleriyle doludur. Beyaz şarap, kırmızı şarap, votka, cin, likör, konyak, vermut daha bilmem ne zıkkımlar.. Herif evinde bar sahibidir ama, kütüphanesi yoktur. 16 Ocak 2005