Faizcilik Tefecilik
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 10 Mart 2019
Türkiye tarihinde faizcilik ve tefecilik, hiçbir devirde bugünkü kadar aşırı, yaygın ve tahripkâr olmamıştır. Egemen sınıflar tek değer olarak parayı ve maddeyi kabul etmişlerdir. Emek, üretim, helâl ve meşru ticaret ikinci plana atılmış; onların yerini faiz, spekülasyon, rant ve zahmetsiz kazanç almıştır.
Tefeciliğin büyük rizikoları olduğunu görüyoruz. Ülkenin en büyük, en güçlü Musevî tefecisi Bursa’da “meçhul“ (!) bir cinayete kurban gitti. Bir müddet sonra da, yine büyük bir tefeci Ankara’da öldürüldü. Polis tahkikata başlamadan önce de bu adamın iş yeri basılarak birtakım kimseler tarafından önemli evrakı, alacaklarını kaydettiği ana defterleri götürüldü.
Bankacılık sistemi, büyük ticaret aşırı faize dayanmaktadır. Faiz nisbetleri akıl almayacak derecede yüksektir. Tefecilerin tarifeleri ise faizin birkaç mislidir. Ancak yüksek ve müzmin enflasyon bu bereketsiz, uğursuz, haram, şâibeli faiz kazançlarını yok edip bitirmektedir.
Türkiye bir faiz cehennemi haline getirilmiştir. Öyle ki, uluslararası piyasalardaki milyarlarca dolarlık kara para ülkemize getirilmekte, Türk parasına çevrilip faize yatırılmakta, bir müddet sonra tekrar dolara çevrilip çıkartılmaktadır. Bu yolla da trilyonlar, katrilyonlar vurulmaktadır.
Ticarî, sınaî faaliyetlerden para kazanmayan nice büyük holding, dev kuruluş faiz, rant, repo yoluyla muazzam servetler elde etmektedir. Yüksek ve müzmin enflasyonun, faizin, rantın, reponun kalkmasını putlu ve mutlu egemen azınlıklar kesinlikle istemiyor. Çünkü onlar bu yollarla millî gelirin yüzde seksenini devşiriyor, efsanevî servetlerini katlayıp duruyorlar.
Ülkelere, milletlere, devletlere güç, sağlık, denge kazandıran iktisadî faaliyetler teşvik edilmek şöyle dursun, sinsice kösteklenmektedir. Faizci, tefeci, rantçı, repocu fazla rahatsız edilmezken; sanayiciler, gerçek tâcirler binbir bürokratik muameleye mâruz bırakılmakta, ağır vergiler altında ezilmektedir.
Faizle, tefecilikle, gayr-i meşru haram kazançlarla mücadele etmeleri gereken bazı güçlü Müslüman şahıs ve gruplar maalesef bozuk düzenin bu haram kazançlarından pay almak, nevâleçin olmak için sanki seferber olmuşlardır. Müslümanların içinde banka kuranlar, gırtlaklarına kadar faize ve haram kazanca batanlar görülmektedir.
Müslüman halkın bir kısmı iyice şaşırmış vaziyettedir. Hiçbir şer’î esasa dayanmayan birtakım fetva ve ruhsatlarla haram kazançlar elde edilmekte, bâtıl ticarî işler yapılmaktadır.
Laik, çağdaş, hedonist ehl-i dünya kesim gibi Müslüman kesimin bir kısmı da ilk değer olarak parayı kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Faiz, tefecilik, rant, repo, müzmin ve yüksek enflasyon toplumu, ülkeyi, devleti ayakta tutan bütün temel değerleri kemirip bitirmektedir.
Ateistin, dinsizin dininin imanının para olması gibi birtakım sahte Müslümanların da böyledir.
Başlarındaki adamların mehdi, kutub, gavs, büyük mücâhid, bulunmaz Hint kumaşı, eşi menendi bulunmaz önder olduğunu ilân eden nice islâmî cemaat para işlerini birinci plana çıkartmıştır. Her yerde, her zaman, her vasıta ve yol ile daha fazla para toplamak. Şimdi birçoklarının gayesi budur.
Peygamberler, veliler, bilgeler insanları paraya, maddeye, lükse, refaha, aşırı tüketime, israfa karşı ne kadar uyarıyorsa; sahte mehdiler, uyduruk kutublar, yalancı gavslar da o nisbette para ile ilgilenmekte, para tahsil etmektedir.
Tarih bu duruma gelen toplumların, ülkelerin, devletlerin yıkıldığını anlatıyor.
Tarih okuyan, tarihten ibret alan var mı?
Onlardan daha fazla imkâna, fırsata, paraya sahip olduğu halde Türkiye niçin Güney Kore, Taiwan, Hong Kong, Singapur gibi kalkınamadı; iktisat, ticaret, ihracat, sanayi, finans sahasında onlar kadar ilerleyemedi? Niçin müzmin ve yüksek bir enflasyonun pençesine düştük ve paramız pul oldu, bitti? Niçin eğitim, üniversite, kültür, lisan, edebiyat, sanat, mimarlık bakımından çağın ve dünya standartlarının çok gerilerinde kaldık? Niçin bir tek Nobel ödülü bile alamadık? Niçin hukuk ve adalet işlerimiz kötüdür? Niçin rüşvet, kokuşma, talan, soygun, hortumlama almış yürümüştür? Niçin bütün temel müesseselerin çivisi çıkmıştır? Niçin iç barış bozulmuş, binlerce köy boşaltılmış ve düzlenmiş, milyonlarca vatandaş yerinden yurdundan olmuştur? Son on beş yirmi yıl içinde ülkemiz nasıl olmuş da, mafyacılık, uyuşturucu kaçakçılığı, çeteler, haydutlar konusunda dünya birincisi olmuştur? Niçin genel bir çözülme, dağılma, çökme havası vardır? Niçin vahim bir krizin yangınları bütün binayı sarmış; milletin, vatanın, devletin varlığını tehlikeye atacak boyutlara ulaşmıştır? Bunların sorumlusu hangi kadrolar, hangi egemen azınlıklar, hangi ideoloji ve sistemdir?
Hergün bu soruları kendinize sorun, çevrenize sorun; gündeminizden çıkartmayın.
Yatsı ve teravih için camiye gidiyordum. Yılbaşı gecesiydi, işyerleri kapalıydı. Işıkları yanan bir ticarethanenin önünden geçerken meşhur islamcı şahsiyetlerden birini gördüm. İçeride rahat rahat konuşuyordu. Belli ki, onun ezanla, yatsı ile, teravih ile, cemaat ile fazla bir alakası yoktu.
Gariptir ki, ülkedeki islâmcıların sayısı çoğaldıkça camilerdeki cemaat de azalıyor. Allah Allah, bunlar nasıl islamcı ki namaz kılmıyor, camiye gidip cemaatle ibadet etmiyor?
İslâmcıların bir kısmı lügat paralamasını pek seviyor; “İslâm’ın sosyolojik ve morfolojik strüktürünün analiz sentezinin imgelenmesi ve simgelenmesi üzerine aforizmalar …“gibi ukalaca kitaplar, makaleler kaleme alıp hem para , hem de şöhret kazanıyorlar.
Nerede para, kazanç, maaş, ücret, telif ücreti, avanta, imkan varsa birtakım islamcılar hemen oraya üşüşür ve pay kopartmaya çalışır.
Sahih itikada, Şeriat’ın kesin emirlerine önem vermeyen, naylon müctehidlik yapan, Kitap ve Sünnet’e aykırı işler işleyen islamcıların bazısı hortumlama, götürme faaliyetlerinde pek ustadır.
Yirmi yıl kadar önce “Bu düzen bozuktur, tağutidir…“diye atıp tutan bazı islamcılar var ki, şimdi bu bozuk sistemin haram kazançlarını elde etmek, pis kemiklerini yalamak için seferber olmuşlardır.
Hem maaş alırlar, hem de paravan şirketler vasıtasıyla hizmet ve faaliyet fonlarını devşirirler. İslâm kapitalizme, komünizme, faşizme, karşıymış… Peki a canlarım siz niçin karşı değilsiniz?
Ah bu islâmcılar, ah bu islâmcılar!
Yakın zamanlara kadar İslâmcılar, siyasal İslâm’ın temsilcileri, nice Müslüman aydın Avrupa Birliği’ne girmemize karşıydılar. Bu konuda nice kitap ve makale yazılmış, beyanat verilmiştir. Şimdi ise Müslümanlar genellikle Avrupa Birliği’ne girilmesine taraftardır. Bu sefer de, Atatürkçüler, çağdaşlar, militan lâikler cephesinde büyük bir tornistan olmuştur. Birliğe girildiği takdirde bugünkü rejimin ve statükonun kalkacağından endişe ediyorlar.
Türkiye gazetesi başyazarı tarihçi Yılmaz Öztuna Kasım 2000 tarihli ve “Demokrasimizin İlkeleri” başlıklı yazısında bizim kendimize mahsus demokrasimizin üç temel şartı olduğunu söylüyor:
Birincisi: “Devletin sınırları içinde bile herhangi tarzda otonomi isteyen bir parti yasa dışı sayılacaktır.”
İkincisi: “Dini, politikaya temel yapmak isteyen bir partinin istikbali olmayacak, lâikliğe aykırı bulunacaktır.”
Üçüncüsü: “Atatürk’e yöneltilecek bir hakaret, müsamaha görmeyecektir.”
Öztuna, Avrupalılar bizim bu şartlarımızı kabul ettikleri takdirde Birliğe girmemize taraftardır. Aynı gazetenin Atatürkçü ve lâik yazarlarından Altemur Kılıç ise Birliğe girilmesine şiddetle karşıdır.
Avrupalıların, Birliğe almak için bize teklif ettikleri şartlar ise bambaşkadır.
Bir kere, fikir, görüş, din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyetlerini Batı ülkeleri seviyesinde kabul etmemizi istiyorlar. Onların bu şartı kabul edilirse derin devlet güçleri başörtüsü ile yaptıkları savaşa son vereceklerdir.
Avrupalılar bizdeki lâikliğin hakikî lâiklik olmadığını biliyorlar. Bunun da düzeltilmesi, Müslümanlara bağımsız dinî cemaat kurma, bunun başına ruhanî bir reis seçme, devletten tamamen ayrı ve müstakil bir dinî hiyerarşi kurma hakkı tanınmalı, imkanı verilmelidir. Devlet madem ki, lâiktir, o halde din işlerine karışmasın. Devletin resmî bir Diyanet İşleri Başkanlığı olacak, bir genel müdürlük seviyesinde olan bu resmî dairenin başkanını devlet seçecek, kabinede din işlerinden sorumlu bir bakan bulunacak, devletin beş yüz küsur imam-hatip okulu, on yedi ilâhiyat fakültesi olacak; bütün imamlar, müezzinler, müftüler devlet memuru olacak, devletten maaş alacak ve sonra da bu rejime lâik denilecek. Avrupalılar böyle bir sisteme lâik diyecek kadar aptal ve kültürsüz değildir.
Atatürkçülüğe gelince: Atatürkçülükle demokrasinin uyuşup uyuşmadığı hususuna girmeyeceğim. Lâkin ülkemizde şu anda herkes Atatürkçüdür. Atatürk’ün localarını kapattığı Masonlar Atatürkçüdür. İki kimlikli Sabataycılar Atatürkçüdür. Atatürk’ün hapse attırdığı ve onbeş sene zindanda kalmasına sebep olduğu Nâzım’ı delicesine seven Marksistler Atatürkçüdür. Ziya Gökalp ve Moiz Kohen Tekinalp milliyetçileri Atatürkçüdür. Peki bu Atatürkçülük nedir? Avrupalılar, Türk demokrasisinin değişmez maddesi olarak gösterilen bu Atatürkçülükle bizi Birliklerine kabul ederler mi?
Almanya’da Hıristiyan Demokrat Partisi oluyor da, Türkiye’de niçin Müslüman Demokrat Partisi olmayacak?
İngiltere’de ve öteki demokrat Avrupa ülkelerinde başörtülü kızlar üniversitelere serbestçe gidip okuyabiliyorlar da, Türkiye’de niçin okuyamayacaklarmış?
Dünyanın hangi medenî, ileri, hukuklu ülkesinde resmî ideoloji hâkimiyeti ve terörü vardır?
Millî iradenin ve hukukun üzerinde bir derin devlet heyûlâsı bulundukça tam bir demokrasinin kurulması ve yaşaması mümkün müdür?
Avrupalıların bizi birliklerine alacaklarını hiç sanmam. Oyalayıp duracaklardır. Türkiye, siyasî rejimi ve derin devleti İslâm’a karşı da olsa Müslüman bir ülkedir. Avrupa’nın temel kimlik maddelerinden biri ve belki birincisi ise Hıristiyanlık kültürüdür.
Türkiye Avrupa Birliği’ne alındığı takdirde tam demokrasi gelecek, geniş bir din ve inanç hürriyeti olacak ve Türkiye İslâm’a kayacaktır. Almadıkları takdirde, ülkemiz bu sefer başka birliklere girmek isteyecek, kayacaktır. Velhasıl içinden çıkılmaz bir durum.
Türkiye, İsviçre gibi Avrupa Birliği’ne girmeyen, girmek istemeyen bir ülke olamaz mı? Bunun için iyi idare edilmesi gerekir.
Şimdi bazılarına göre ülkemiz için en büyük tehlike İslâm’dır. İslâmî kalkınmayı, ilerlemeyi durdurma işini de milliyetçilere vermek istiyorlar. Onlara şu hususu hatırlatmak gerekiyor: Alparslan Türkeş’in cenaze törenindeki büyük mahşerî kalabalığı unutmamışsınızdır. Bir milyon vatandaş o karlı, soğuk günde nasıl haykırmıştı? Bir milyon hançereden Bismillah, Allahu Ekber, Lâ ilâhe illallah sadaları çıkmamış mıydı? Asıl Türk milliyetçiliği, asıl Türkçülük Moiz Kohen’in (nâm-ı diğer Tekin Alp) milliyetçiliği değildir. Gerçek Türk milliyetçileri ve Türkçüler İslâm’ı inkâr etmezler, din ile savaşmazlar.
Bu memlekette iki büyük belâ vardır: Biri militan, azgın, kuduz din ve mukaddesat düşmanlığı; ötekisi din sömürüsü ve mukaddesat bezirgânlığı. Gerçek milliyetçiler, gerçek Türkçüler bu iki aşırılığın dışındadır. Çoğu dindardır. Dindar olmayanlar da din düşmanı, Müslüman düşmanı değildir. Milliyetçileri dine karşı kullanmak isteyen çokbilmişler hava alacaktır. Kazdıkları kuyuya düşeceklerdir. Türkiye’nin halk, devlet ve ülke olarak yücelmesini, iyiliğini isteyen herkes milliyetçidir. Lâkin Moiz Kohen (Tekin Alp) milliyetçiliği zararlıdır, merduttur, hain bir ideolojidir. Bu millet böyle zokaları yutmaz.
Moiz Kohen (Tekin Alp) milliyetçiliğinde ısrar ederseniz, köken itibarıyla Türk olmayan (fakat Türkleşmiş bulunan) milyonlarca vatandaşı küstürür, ülke birliğini yıkarsınız.
Türkiye’nin her şeyi var da, beyin unsuru yetersiz. Her kesimde kaliteli, güçlü, üstün, çağ seviyesinde, dürüst aydınlarımız, vasıflı beyinlerimiz olsa kısa zamanda düze çıkarız.
İşe yarar, faydalı, sâlih bir amel (iş, aksiyon); bin lâfa, lakırdıya bedeldir. Müslümanlık afakî, boş söz dini değil amel-i sâlih, yararlı iş dinidir. Peygamber (Salât ve selâm olsun ona) az ve öz konuşurdu. Buyruklarının, hadîslerinin metinleri kısadır. İki kelime ile büyük mânalar ifade etmiştir. Meselâ “Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz” demiştir.
Atla, yelkenli gemi ile yolculuk yapan eski Müslümanlar lâf değil, iş adamlarıydı. Kıt’alar feth etmişler, büyük bir medeniyet kurmuşlardır. Zamane Müslümanları ise çok konuşuyor, çok lâf üretiyor, fakat iş yapmıyor.
Şu gevezelere bakınız: İslâm nizamı kuracağız… Asr-ı Saâdet’i geri getireceğiz… Edeceğiz, yapacağız… Laf laf laf… Yahu be adamlar biraz da iş, amel-i sâlih, aksiyon yapsanıza!
Herif İslâm nizamı getireceğim der, namaz kılmaz; kılıyorsa cemaate gitmez. Hayatına, harekâtına, davranışlarına bakınız; söylediklerinin tam aksinedir. Böyle çürük adamlar hizmet üretmez, hezimet üretir.
Herkes, en küçük ve zayıf Müslüman bile hayırlı işler, sâlih ameller işleyebilir. Peygamber “Yarım hurma ile olsun kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz” buyurmuştur. Hangimizin, yarısını Allah yolunda başkasına verebileceği bir hurması yoktur?
Üzüntülü bir insanı teselli etmek, ona güleryüz göstermek de hayırlı bir ameldir. Bunu da mı yapamıyoruz?
Sokaktaki aç kediye birkaç lokma yiyecek vermek, kuşlara bir avuç tane veya ekmek kırıntısı serpmek de mi elimizden gelmiyor?
Maddî imkân ve iktidarımız varsa fakir ve muhtaç vatandaş arayıp birkaç aileye yardım edemeyecek kadar aksiyonsuz, ruhsuz, vicdansız mıyız?
Yeni bir elbise veya ayakkabı almayı geciktirip onun parasını Allah için bir fakire sadaka olarak veremiyor muyuz?
Kuru bir İslâmî edebiyatla şimdiye kadar ne kazandık? Küçük bir din sömürücüsü zümre Karun gibi zengin oldu ve İslâm dâvası darbelendi, geriledi. Samimiyetsizlerin, mukaddesat bezirgânlarının, üçkâğıtçıların peşine düşenler Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldular.
Genç, ihtiyar, işçi, çiftçi, öğrenci, esnaf, kadın, erkek, çocuk milyonlarca Müslüman tembel tembel oturuyor. İş yok, konuşma ve lakırdı çok. Sohbet ve yârenlik konularına dikkat ediniz; hep boş, günübirlik, esassız, temelsiz, ne dünya, ne de âhiret bakımından faydası olmayan mâlâyâni sözler. Büyük medya, Masonlar, Sabataycılar, ateistler sun’î (yapay), şeytanî bir gündem yapmışlar, milyonlarca Müslüman onunla meşgul oluyor, nur gibi günlerin kanına giriyor.
Faydalı bilgiler edinen, bir kursa gidip bir sanat, hüner, mârifet öğrenen, kendi el emeğiyle bir şey üretip satan ve bunun parasının bir kısmıyla hayır yapan yok.
Kişi evinin balkonunda, pencere kenarlarında saksı içinde maydanoz yetiştirse, boş oturmaktan, faydasız lâf etmekten daha hayırlıdır.
Boş, faydasız, asılsız, esassız konuşmak dinimizde günahtır. Peygamber Efendimiz “Ya hayır söyle, ya sus” buyuruyor. Bütün din, ahlak, tasavvuf kitaplarımızda faydasız konuşmalar, dedikodular, mâlâyâni laflar günah olarak gösterilmektedir. İslâm’da susmak esastır. Kişi konuşursa, mutlaka faydalı, zarurî kelam etmelidir.
Gevezeliklerin en çirkini din ve mukaddesat adına yapılandır. Yakın tarihimizde birtakım adamlar çıktılar ve Müslümanlara “Sizi kurtaracağız… Bu memlekete İslâm’ı getireceğiz…Bize para verin, az olmaz çok verin… Bizi destekleyin, bizi alkışlayın, bizi baştacı edin…” edebiyatı yaptılar. Saf ve câhil Müslümanlar bunlara kandı, peşlerine düştü; çok zaman, enerji, para, imkân, ümit israf edildi ve sonunda ne oldu? Hüsran, hüsran, hüsran…
İşe yarar, faydalı, lüzumlu, zarurî ilk aksiyon namaz kılmaktır. Bu namazı, şer’î bir özür yoksa (fıkıh kitaplarında yirmi kadar şer’î özün zikredilmektedir) beş vakit namazı cemaatle kılmak gerekir. Namaz kılmak, cemaate gitmek için dernek, vakıf, parti kurmaya lüzum yoktur. Elhamdülillah henüz namaz ve cemaat üzerinde bir yasak, baskı yoktur. O halde şuurlu ve uyanık geçinen Müslümanlar, lafa geldi mi mangalda kül bırakmayan İslâmcılar niçin namaz kılmıyor, niçin camilere gidip cemaate katılmıyor? Akılları mı yetmiyor, vicdanları mı körleşmiştir, zamirlerinde bir yamukluk mu vardır?
Gençlere, öğrencilere, ev hanımlarına, kızlara, her kesimden Müslümanlara bir tavsiyem var: İstidadınız varsa, eliniz yatkınsa bir el sanatı öğreniniz. Bunun için bir hocaya, ustaya, üstada, kursa gidiniz. Bu sanat sizi mutlu edecek, ruh sağlığına faydalı olacak, bir eser vermenizi sağlayacak, bazen size gelir de getirecektir. Kadın ve kızlar boş oturmasınlar, el işleri yapsınlar.
Gevezelik bir ibtilâdır (zararlı alışkanlıktır). Bundan kurtulmaya çalışınız. İslâm ahlâkının ve tasavvufun dört temeli vardır: Az konuşmak, az yemek, az uyumak, insanlarla fazla ihtilât etmemek.
Faydalı kitaplar, araştırmalar, makaleler okuyarak memlekette, dünyada ne olup bittiğini anlamaya çalışınız. Aptalca, geri zekâlıca, eblehçe kıraatleri bırakınız.
Din baronları, müteşeyyihler Müslümanları kurtaramaz. Kurtuluşa vesile olanlar hakikî şeyhler, hakikî din âlimleri, hakikî ve kâmil mürşidlerdir. “Ben filanca hazrete bağlıyım, kurtuldum” mantığı son derece yanlıştır. Kurtulmak için sâlih ameller işlemek gerekir.
İnsan genellikle hamdır, adam olması için pişmesi gerekir. Şekilsiz bir kütük ve kereste ancak usta bir elde güzel bir mobilya olur.
İnsanlara iyilik edemiyorsak, bari kötülük etmeyelim. Dilimizle ve elimizle hemcinslerimize zarar vermeyelim.
Peygamber “İki günü birbirine eşit olan zarardadır” buyuruyor. Hergün bilgide, ilimde, irfanda, amelde, hayır ve hasenatta; iyi ve güzel şeylerde, bir önceki günden daha ileri olmamız gerekiyor. Biz ileri mi gidiyoruz, geriye mi?
Ehl-i sünnet mezhebi üzerine bir ilmihal kitabı alalım ve her gün bir iki sayfa okuyarak dinî bilgilerimizi artırmaya çalışalım. Yine bir tasavvuf ve ahlak kitabı edinelim ve onu da muntazam şekilde okuyalım. Meselâ İhyau Ulûmi’d-din…
Adam Allah’ın sıfatlarını ezbere bilmiyor ama yüzlerce politikacıyı, şarkıcıyı, futbolcuyu, dünya ehlini tanıyor. Böyle Müslümana ne demeli?
İSTANBUL Boğazı’nda sık sık kazalar oluyor. Geçenlerde yine iki gemi çarpıştı, biri battı. Çünkü Boğaz dardır, çeşitli akıntılar vardır; bunları bilmeyen, tecrübesi olmayan iyi bir kaptan bile hatâ yapabilir, kazaya sebep olabilir. Gemilerin Boğaz’dan geçerken kılavuz kaptan alması gerekir.
Şu dünyanın, şu insan hayatının da binbir tehlikesi vardır. Dar boğazlar, akıntılar, kayalar, fırtınalar. Bir Müslüman, hayat denizinde gemisini batırmamak, tehlikeli sularda boğulmamak istiyorsa bir mürşid-i kâmile bağlanmalıdır. Mürşidi kâmil öyle olgun bir Müslümandır ki, bu devirde Resûlullah Efendimizin vekilleri ve halifeleri meyanında bulunmakta olup, kendisine tâbi olanları Allah’ın Kitabına, Peygamber’in Sünnetine, Sâlih Seleflerin yoluna dâvet eder.
İstanbul’da 1327 senesinde, İkinci Meşrutiyet devrinde basılmış “Meş’al-i Hidâyet” adlı 56 sayfalık Osmanlıca bir risalede (Müellifi: Ahmet ‘Âkıl ibn Mustafa) mürşidi şöyle anlatılıyor:
“Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin işleri, hareketleri tarikattır. Nebinin vârisi olan yâni onun nurunu, ahlakını, fiillerini hâiz olan bir zata mürşid denir ki, onun varlığı (doğru) yolun ta kendisidir. Onun varlığı ile doğru yol bulunmuş olur. Böyle bir zata intisab ederek, Allah’a ve Resûlullah’a ulaşmak için onu bir vasıta ve vesile edinmeye ve emirlerine tâbi olarak feyz almaya tarikat denir. Erkek, kadın, çocuk, yaşlı, âlim, câhil, isterse çoban veya hammal olsun herkes ehl-i tarikat olabilir. Mü’minler denildiği zaman, bir ayırım yapılmamıştır, iman eden herkes mü’minler topluluğuna dahildir. Hakikat ilmini öğrenmeye ve rabbanî vuslata erişmeye tâlib olan herkese bir mürşid-i kâmil, bir kalplerin mürebbisi lâzımdır. Bâyezid-i Bistamî, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” buyuruyor. Çünkü nefsi hastalıklarından kurtarmak ve kötü ahlakı terk ettirerek Şeriatın meziyetlerine, hakikî tarikata (Peygamber yoluna) ulaştırmak için mürşidler mânen Peygamberin vekilleridir.” (S. 10-11)
“İmamı Gazalî hazretleri mürşidi Eyyühe’l-Veled nam kitabında şöyle târif ve tavsif ediyor: Mürşid dünya muhabbetine ve dünya makamlarına asla itibar etmez. Az yemek yer, sözü ve uykusu az olur. Çok namaz kılar, nafile ibadetlere ve zikrullaha devam eder. Nafile orucu dahi çok tutar. Sabır, şükür, tevekkül, yakîn, sehâvet (cömertlik, kerem), kanaat, ilm, hilm, tevâzu (alçak gönüllülük), sıdk, hayâ, vekar, vefa, sükûn, teenni ve bunlar gibi güzel ahlâkı ile her halinde Peygamberimize benzer harekâtı olur. Her kimin yanında muhabbetullah çoğalır; dünya muhabbeti, nefs-i emmâre hevâsı ve şeytanî vesveseler mahv olursa ve kalbe Cenab-ı Hakk’ın Cemalinin nuru gelirse ve Resulullah’ın muhabbeti çoğalırsa o zat mürşiddir.” (S. 14-15)
Müslümanların bu devirde mürşid-i kâmile olan ihtiyaçları çok fazladır. Çünkü âhir zaman âlametleri zuhur etmiş, dünya fitne, fesat, nifak, şikak, şirk, küfür, dâlâlet, zındıklık, ilhad, isyan, tuğyan, bid’at ile dolmuştur. Böyle bir zamanda insan birkaç dinî kitap veya mecmua okumakla kendini nasıl kurtarabilir? Nefs azgınlıkları görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Toplumda para tek değer haline gelmiş; kendilerini Müslüman sanan nice gafil Altın Buzağı perestişkârı olmuştur da haberi yoktur.
Gerçek bir mürşid-i kâmil bulup da ona intisap eden, onun emir ve nasihatlarını tutan, onu hayat boğazında kılavuz ve rehber olarak kabul eden kimse büyük bir saadete erişmiş olur.
Fakaaat… Mürşid diye sahte bir şeyhe bağlanan kimse de büyük bir felâkete uğramış, iman ve İslâm sermayesini yol uğrularına kaptırmış olur.
Hakikî ve kâmil mürşid kendisine bağlanananlardan para ve mal istemez, kendisi istemeden verilse bile asla kabul etmez. Çünkü o Peygamberin vekili, vârisi, halifesidir; o yüce Peygamber tebliğ ve irşad hizmetini Allah için yapmış, ücretini Allah’tan beklemiş, yaratıklardan bir şey almamış ve kabul etmemiştir.
Hakikî ve kâmil bir mürşid Müslüman iş adamlarını, sanayicileri, iktisatçıları, tâcirleri teşvik eder ama kendisi bizzat bu işlerin içine girmez ve tarikatı da ticarethâne haline getirmez.
Tarikat yol demektir; Allah’a, ebedî saâdete ulaştıran nurlu yol. Hazret-i Âdem’den beri gelen bütün Peygamberler (Hepsine selâm olsun) insanları bu yola çağırmışlardır. Son olarak gelen bizim Peygamberimiz de bu Allah dâvetçilerinin reisi ve seyyididir.
Peygamberlerden sonra her asırda ve devirde onun vekili, vârisi, halifesi durumunda olan rabbanî âlimler, hakikî şeyhler, mürşidler mevcut olmuş ve Müslümanlara rehberlik etmişlerdir. Padişahların, sultanların, büyük devlet adamlarının, zâhir âlimlerinin, müctehidlerin bile şeyhi olmuştur. Fıkhın babası olan Ebû Hanife hazretleri çok âlim, çok takvalı, çok zâhid bir kimseydi ama yine de şeyhi vardı. Câfer-i Sâdık hazretlerine intisablıydı. İmamı Gazalî hazretleri de çok büyük âlimdi ama onun da şeyhi vardı.
Ben şeyh, mürşid falan istemem, kendi yolumu kendim bulurum diyenler farkında olmadan günün birinde şeytanı şeyh edinirler de haberleri olmaz.
Bu devirde bir şeyh, bir hakikî mürşid bulmak o kadar kolay değildir. Çünkü yıllardan beri tarikatlar kapalıdır, yasaktır. Zamanımızda da elbette hakikî şeyh ve kâmil mürşid vardır ama bu sahaya sahteleri, yalancıları da girmiştir.
Tarikata girmek, bir şeyhe intisab etmek nasip meselesidir. Kimse, yalancı reklamlara, aldatıcı propagandalara kapılıp da müteşşeyyihlere bağlanmasın.
Dünya mallarına, dünya makam ve mansıblarına, dünya gururuna dönük olan kimseler şeyh ve mürşid değildir. Şeriat hükümlerine sım sıkı bağlı olmayan şeyh ve mürşid değildir. Peygamber sünnetine uymayan şeyh değildir. Paraya, dünya şehvetine, gösterişe, âlâyişe, tantanaya, şaşaaya düşkün olan şeyh ve mürşid değildir. Bağlılarından para, menfaat, mal talep eden, şeyh ve mürşid değildir.
Şeyhlerin kerametleri haktır. Bu devirde en büyük keramet sahih bir itikada sahip olmak, ahkâm-ı şer’iyeyi kendi hayatına tatbik etmek ve başkalarına o hükümlere uymalarını tavsiye etmek, Sünnet-i seniyeye riayet etmek; Peygamber ahlakı ile mütahalli (ziynetli) bulunmaktır.
Hakikî şeyh, kâmil mürşid olan kimseler, tarikat yoluyla para toplayıp da kendilerine saraylar yapmazlar, lüks dabbelere binmezler, israf ve tantana içinde yaşamazlar. Onlar, “Ölmeden önce ölünüz” meâlindeki hadîs-i şerifin sırrına ermişlerdir. Duaları ve ruhaniyetleri üzerimize sâyeban olsun.
1. Türkiye içinde bulunduğu buhranı atlatıp kurtulur mu? Elbette kurtulabilir. Ancak bu kurtuluş basit, kolay, ucuz tedbirlerle, reçetelerle, formüllerle olmaz. Çok geniş, çok şümullü, çok köklü çareler, çözümler, reçeteler gerekmektedir.
2. Buhranın birinci ve ana sebebi resmî ideolojidir. Bu ideolojinin özelleştirilmesi gerekir. Devletin, rejimin ideolojisi olmamalıdır. İdeolojik devletler ve rejimler devri mâzide kalmıştır.
3. Tarihî ârızadan, tarihî devamlılığa geçilmelidir.
4. Din-devlet yahut din-rejim kavgasına son verilmeli; din-devlet uyumu sağlanmalıdır. Bütün medenî, ileri, hukuklu ülkelerde din-devlet kavgası yoktur, din-devlet işbirliği vardır.
5. Eğitim ve üniversiteler islah edilmeden Türkiye selâmete çıkamaz, problemlerini halledemez. Eğitimde öncelik kaliteye, millî kimlik ve kültüre, bilgiye, ahlak ve karakter terbiyesine verilmelidir. Üniversiteler de ABD, Batı Avrupa, Japonya üniversiteleri seviyesine çıkartılmalıdır.
6. Türkiye lisansız ve tarihsiz kalmıştır. Yazılı ve edebî Türkçe meselesi, 1920’lerin Türkçesine dönülmek suretiyle halledilmelidir. Tarih üzerindeki baskılar, zorlamalar, manipülasyonlar da kaldırılmalıdır.
7. İsrafa, aşırı tüketime, avantacılığa, hedonizme, çalışmadan yaşamaya dayalı hayat felsefesi bırakılmalıdır.
8. Kokuşma mutlaka önlenmelidir. Politikacı, bürokrat, iş adamı, büyük medya işbirliği ile yapılan büyük vurgunlar, bütçe hortumlamaları, soygunlar, banka batırmalar önlenmedikçe ülke kurtulmaz.
9. Ülke, millet ve devlet vesayet altındadır. Bu vesayet kaldırılmalıdır. Devlet ve cumhuriyet hepimizindir.
10. Masonluğun devlet işlerindeki gücü ve tesiri çok azaltılmalı, marjinalleştirilmelidir.
11. Militan ve fanatik Sabataycılar Türkiye’yi sömürgeleri gibi görüyor, bu tekel de kırılmalıdır.
12. Siyasete temizlik getirilmelidir. Siyaset yoluyla vurgun yapmak, zengin olmak, gayr-i meşru işlerle uğraşmak önlenmedikçe ülke düzelmez.
13. Partiler ve seçim kanunları değiştirilmeli; aşiret veya mafya yapılı particiliğe son verilmelidir. Tek milletvekili çıkartan dar bölge sistemi ile Meclis’e kaliteli, cesur, hür fikirli elemanlar sokulmalıdır.
14. Siyasî parti liderlerinin kral, sultan, derebeyi, grandük gibi olmaları anormalliğine son verilmelidir.
15. Türkiye’nin millî kimliğine, sosyal yapısına, millî kültürüne uygun yepyeni bir anayasa hazırlanmalıdır.
16. Uyuşturucu ticaret ve trafiği, silah kaçakçılığı, rüşvet mutlaka önlenmelidir.
17. Gerekiyorsa bir defaya mahsus bir varlık vergisi ile iç ve dış borçlar ödenmeli ve ondan sonra da hesapsız kitapsız borç alınmamalıdır.
18. Akdeniz ve latin kültüründen ileri gelen zaaflarımızla mücadele edilmelidir.
19. Yerli ve yabancı ilaç sanayiinin hukuka, ahlaka, insanlığa aykırı faaliyetleri önlenmelidir.
20. Türkiye’yi tekrar buğday ihraç eden bir ülke haline getirebilmek için tedbir alınmalı, çare bulunmalıdır. Bu o kadar kolay olmayacaktır. Köyler boşaltılmış, tarlalar ve araziler ekilmez olmuştur. Yine hayvancılık da geliştirilmeli, dışarıdan kalitesiz et ithaline, gemiler dolusu domuz yağı getirilmesine set çekilmelidir.
21. İki milyon memurun dörtte üçü tasfiye edilmelidir.
22. Rüşvet ve kokuşma ile ilgili suçlar için özel mahkemeler kurulmalı, suçları isbat edilenlere ağır cezalar verilmelidir.
23. Halkın ülke idaresine daha fazla katılımı sağlanmalıdır.
24. Medyadaki tekelleştirilme kırılmalıdır.
25. Ülkenin bölünmesine, devletin çökmesine yol açmamak şartıyla bütün çeşitliliklere, altkimliklere, farklılıklara hürriyet verilmelidir.
26. Faiz, rant, repo, avanta, vurgun sistemi kaldırılmalı; emek ve üretim teşvik edilmelidir.
27. Türkiye bir ihraç edip iki ithal eden bir ülke olmaktan çıkartılmalı; çok ihraç eden, az ithal eden bir ülke haline getirilmelidir.
26. Adalet ve hukuk konusundaki bütün imtiyazlara, ayrıcalıklara son verilmelidir.
29. Halkı, şifahî bir toplum halinden, okuyan ve düşünen medenî bir toplum haline getirmek için çareler, çözümler araştırılmalı ve bunlar hayata geçirilmelidir.
30. Enflasyon mutlaka tek rakama indirilmeli, enflasyon vurguncularının çanlarına ot tıkanmalıdır.
31. Türkiye’nin bir Nobel kazanabilmesi için bütün gayretler seferber edilmelidir.
32. Dışişlerindeki Sabataycı tekel ve hakimiyet kırılmalıdır.
33. Militan, fanatik, azgın, yobaz din düşmanlığı önlenmelidir.
34. Din sömürüsü, mukaddesat bezirganlığı da mutlaka önlenmelidir.
35. Diyanet’e muhtariyet verilmeli, devlet ve rejim din işlerine karışmamalıdır.
36. Türkiye’ye her yoldan ve her vasıta ile mutlaka çok kaliteli, yararlı beyinler ithal edilmelidir. Bugünkü beyin potansiyeli ile ülke, millet, devlet kurtulmaz, selamete çıkmaz. Merkez Bankası Başkanı bile Amerika’dan getirildi…
37. Devlet, siyaset, ülke işlerinde ilim, irfan, hikmet, ışığında hareket edilmelidir.
38. Güney Kore, Taiwan, Singapur gibi doğu ülkelerinden ibret alınmalıdır.
39. İç piyasayı tokatlamak ve kolay para kazanmak için yabancıların geri teknikli, kalitesiz otomobillerini üretmekten vaz geçilmeli ve yüzde yüz millî ve yerli mükemmel otomobiller üretilerek ihraç edilmelidir.
40. Kimsenin gözünün yaşına bakmadan son yüz yılın muhasebesi yapılmalı, Türkiye’yi bugünkü hale getiren şahısların, zümrelerin, zihniyetlerin, putların, tabuların hesabı görülmelidir.
41. Ülkenin bazı bölgeleri kasıtlı bir şekilde boşaltılmaktadır. İleride buralara başka halklar mı getirtilecektir? Bu mesele üzerinde durulmalı ve o bölgelere tekrar kendi halkımızın iskanı için çareler aranmalıdır.
42. Türkiye’nin üzerindeki Lozan’ın gizli protokollarındaki vesayet ve ipotek kaldırılmalıdır.
Geçen cumalardan birinde İstanbul’un büyük camilerinden birine namaza gittim. Biraz geç kalmıştım, Ezan-ı Muhammedî okunmuştu. Sokaklar, caddeler, meydanlar insan kaynıyordu. Lokantalar, kahvehaneler, dükkanlar açıktı; içlerinde müşteriler vardı. Otobüsler, tramvaylar dopdoluydu. Taksiler vızır vızır işliyordu. Bu ne biçim İslâm şehriydi ki, Cuma ezanı okunduktan sonra hayat durmamış, mü’minler camilere ibadet için koşmamıştı?
Camiye girdim, iç ezanı okunuyordu. Hoparlörler sonuna kadar açılmıştı ve kulaklara zarar verecek kadar yüksek bir ses camiyi çınlatıyordu. Şunu, gerektiği kadar açsalar olmaz mıydı? Yoksa, “Madem ki, dinimiz büyüktür, hoparlörün sesi de güçlü çıkmalıdır” diye aptalca bir mantık mı yürütüyorlardı.
Cami maalesef dolmamıştı. İstanbul’un nüfusu bir milyon kişi iken camiler vakit namazlarında bile dolarmış, şimdi şehirde onbeş milyon kişi yaşıyor ve ibadethaneler dolmuyor.
Cemaatin kılık kıyafetine baktım. Sırtındaki ceketimsi elbisesinin üzerinde İngilizce yazılar olan bir genci gördüm. Kılık kıyafetler genellikle pek itinalı değildi. Takkelilerin nisbeti onda biri bile bulmazdı.
Beş vakit namaz ve cuma namazları dinimizin temel emirlerindendir. Müslümanların başını çeken büyüklerin; kodaman ve kocaman İslâmcıların, din baronlarının, şeyhlerin, pabucu büyüklerin namaza, cemaate, camiye bütün Müslümanları çekmek için çalışmaları gerekmez mi? Niçin çalışmıyorlar?
Birtakım İslâmcılar büyük büyük lâflar ediyor, “Biz Türkiye’ye İslâmî bir sistem getireceğiz” şeklinde boylarından büyük sözler sarfediyor. Onlarda zerre kadar iz’an, vicdan, akıl, sağduyu, firaset olsa bir cuma namazı vakti İstanbul’un haline bakar da, bu kadar iddialı konuşmazlar.
İslâm adına ortaya çıkan kişilerin, üzerinde durmaya mecbur oldukları birtakım hayatî, zarurî, önemli meseleler ve maddeler vardır.
Bunların birincisi tashih-i itikad meselesidir. Zamanımızda itikad konusunda büyük bozukluklar, sapıklıklar başgöstermiştir ve İslâmcı kodamanların umurunda bile değildir bunlar.
İkinci önemli ve zarurî husus Müslümanların namaz kılmaya dâvet edilmesidir.
Üçüncü husus, namaz kılan hür erkeklerin bu ibadetleri camilerde cemaatle yapmaya dâvet edilmesidir.
Dördüncü husus, kadınların tesettürlü olmaları için çalışmaktır.
Beşinci husus, emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasının yapılmasıdır. Bunu herkes kendi bildiği şekilde yapamaz. İktidar sahipleri fiilen, ulema meşâyih söz ve yazı ile, halk da kalben yapar.
Altıncı husus İslâm’ın kesinlikle yasaklamış olduğu lüks, israf, aşırı tüketim, gösteriş, kibir, gurur ile mücadele etmek; Müslümanları mütevâzı, kanaatkâr, tutumlu olmaya çağırmaktır. Bu çağrıyı yapan kodaman, kocaman, ileri gelen Müslümanların da yaşayışları ile örnek olmaları gerekir. Nemrud, Firavun, Neron gibi ihtişamlı ve debdebeli bir hayat sürenlerin, Müslüman halka kanaat konusunda öğüt vermeleri gülünç olur.
Yedinci husus, insanın en büyük düşmanı olan nefs-i emmâre ile mücadele hususunda Müslümanları uyarmak ve bu hususta kendilerine yol göstermektir.
Sekizinci husus, zekâtların, Şeriat’ın öngördüğü şekilde yerli yerine, yani öncelikle muhtaç ve fakir Müslümanlara verilmesi hususunda Ümmet-i Muhammed’i bilgilendirmek ve şuurlandırmaktır. Allah Kur’ân’ında kimlere zekat verileceğini kesin ve açık olarak bildirmiştir. Zekat almaya hakkı olmadığı halde zekat alanlar ve toplayanlar iyi bilmiş olsunlar ki, cehennem ateşi toplamaktadırlar.
Maalesef İslâmî kesimde bu gibi konularda yeteri kadar faaliyet ve hizmet görülmemektedir. Birtakım adamların böyle konular ilgisini çekmez. Onların aklı fikri kendileri için para toplamaktır. Onlar nefs-i emmarelerine put gibi taparlar, nerede kaldı ki, başka Müslümanları nefsle mücadele konusunda uyarsınlar ve yetiştirsinler.
Namaz, cemaat konusunda bir seferberlik açılsa, sözlü veya yazılı olarak milyonlarca Müslümana nasihat edilse namaz kılanların ve cemaate devam edenlerin sayısında artış olmaz mı? Elbette olur. Ancak din baronları böyle bir seferberliği başlatmazlar. Çünkü bu gibi hizmetlerde onlar için maddî ve mânevî menfaatler yoktur.
On milyonlarca Müslüman boş, faydasız, incir çekirdeğini doldurmaz işler ve dedikodularla uğraşıyor. Peygamber “Namaz dinin direğidir. Kim o direği ayakta tutarsa dinini ayakta tutmuş olur, kim direği yıkarsa dinini yıkmış olur” diyor. Namaz Kur’ân-ı Azimüşşan’da elliden fazla yerde emir ve tavsiye buyurulmaktadır. Yine Kitabullah’ta kötü bir kavim için “Onlar şehvetlerine uydular ve namazı terkettiler” deniliyor.
Müslümanlar geçen asrın başlarına kadar beş vakit namazı kılmışlardır. Son elli altmış sene içinde namaz konusunda ihmal, tehâvün (hafife almak) başlamıştır.
İslâm’ı temsil iddiasında olup da namaz kılmayanlar haindir. Millî Mücadele yıllarında Ankara’ya giden Bediüzzaman Hazretleri, bir kısım mebusların namaz kılmadıklarını görmüş, çok üzülmüş ve bir küçük risale çıkartarak onları uyarmıştır.
İstanbul’da, mutlaka namaz kılmakla mükellef olan, bu konuda Müslümanlara örnek ve model olması gereken otuz-kırk kadar resmî şahsiyetten sadece sekizi muntazaman beş vakit namaz kılıyormuş. Yazıklar olsun!
İzinli oldukları günlerde namaz kılmayan birtakım adamlar varmış. Onlara da yazıklar olsun!
İmam-Hatip mektepleri için feryad-ü figan kopartıyoruz. İşin içyüzünü bilenlere soruyorum: Bu okullardaki namaz kılan öğrencilerin nisbeti kaçta kaçtır? Bu çocuklarımızın yüzde yüz namaz kılmaları gerekmez mi?
Türkiye Müslümanları namazı bırakacaklar ve sonra da iflah olacaklar. Ne boş ümittir bu.
Beyim İslâm nizamını getirecekmiş. İslâm nizamını kullar getiremez. Allah dilerse tesis eder. Bizim vazifemiz, her şeyden önce, dinimizin temel ibadeti olan beş vakit namazı kılmak, cemaate devam etmek, namaz ve cemaat için gereği gibi çalışmaktır.
Yazılarımdan dolayı üç hapis cezası almıştım ve Yargıtay da bu cezaları tasdik etmişti. 1984’te Bayrampaşa cezaevine tıkıldım. Bir müddet sonra taşradaki başka bir cezaevine nakledilecektim. Dilekçe verdim; gazeteci olduğumu, yaşlılığımı, sağlığımın müsait olmadığını belirterek naklimin, masrafları tamamen tarafımdan karşılanmak üzere özel bir vasıta (bir otomobille, yanımda iki jandarma olduğu halde) ile olmasını istedim. Bu benim kanunî hakkımdı, birçok mahkum böyle naklediliyordu. İsteğimi kabul etmediler. Bir Eylül sabahı erkenden uyandırıldım, sevk yerine götürüldüm. Ceplerimdeki her şeyi boşalttılar, bir çöp bırakmadılar. Ellerimi bir zincir ile bileklerimden bağladılar, bir kilit astılar, anahtarını, gittiğimiz yerde açılmak üzre bir zarfa koydular, üzerine iki resmî mühür bastılar ve beni yirmi beş mahkum ile birlikte, madenî büyük bir tabuta benzeyen bir mahkum arabasına koydular. İçeride yirmi beş kişi vardı; hepimizi büyük bir sevk zinciri ile birbirimize müteselsilen bağladılar. Önde ve arkada polis eskort arabaları olmak üzere cehennemî bir hızla hareket başlatı. İstanbul sınırlarına geldik, eskortlar değişti, Kocaeli polisi nöbeti devr aldı. Benim sevkim Gerede’ye çıkmıştı, oraya kadar ellerimiz çözülmedi. Bir lokma ekmek yiyemedik, bir yudum su içemedik. Bazı ilaçları kullanıyordum, tabiî ki, onları da yutamadım. Bu şartlar altında tuvalet ihtiyacını da görmek imkansızdı.
Hapishane arabası akşama doğru Gerede’ye vardı, orada zincirlerimiz çözüldü.
Düşününüz, Türkiye’nin sözde medenî, sözde ilerici, sözde çağdaş sistemi, benim gibi yazılarından mahkum olmuş bir gazeteciye bu muameleyi reva görüyordu. Tehlikeli bir cani değildim, kaçacak halim de yoktu. Niçin yanımda iki kolluk vazifelisi olduğu halde bir otomobille sevkime izin vermemişlerdi?
Mahkumiyetime sebep olan yazılardan birinde, “Bu hükümet hergün yüce divanlık birkaç suç işliyor” demiştim. Bu cümle suç sayılmıştı. Halbuki ben o yazıyı yazdıktan sonra o mâlum ve mâhut hükümetin iki bakanı yüce divana verilmiş ve hapis cezasına çarptırılmışlardı.
Epey sıkıntılar çektim, Gerede’den Şile cezaevine tekrar sevkedildim ve hayli zaman geçtikten sonra bir cumhuriyet bayramı günü ceza müddetim doldu, salıverildim.
Bu eski hatıraları niçin mi yazdım? 9 Kasım 2000 tarihli Hürriyet’te ünlü ve kabadayı bir vatandaşın, içinde bulunduğu cezaevi müdürünü döğdüğü, sonra ora savcısının başına sandalye attığı, ortalığı birbirine kattığı, hapishanede isyan çıkarttığı, birkaç mahkumu pencereden atıp öldürdüğü yolunda bir haber okudum da eski hatıralarım canlandı.
Rejimin gücü, bakan protesto eden onbeş yaşındaki kıza yetiyor. Zavallı çocuğu tam kırk küsur gün içeride tuttular.
Birçok hapishaneler devlet içinde devlet haline gelmiştir. PKK militanlarının ve teröristlerinin kapatıldığı bir cezaevi bir ara gerilla okulu, devrim üniversitesi gibi çalışmış diye rivayetler duyuyoruz.
Hapishanelere telsiz telefonlar, cep telefonları, tabancalar sokuluyor.
Hapishanelerde can güvenliği yok. Geceleyin âniden ışıklar sönüyor bir müddet sonra tekrar yanıyor. Bu süre içinde birtakım canhiraş feryatlar, küfürler, homurtular, böğürtüler duyuluyor ve bir de bakıyorsunuz ki, birkaç mahkum veya tutuklu şişlenmiş, yerlerde, yatakların üzerinde debeleniyorlar.
Medya hapishanelerin durumu ile fazla meşgul olmuyor. Öyle birkaç sansasyonel haberle bu mekanların esrarı aydınlanmaz.
Yıllarca önce Nokta dergisi bir yazı yayınlamıştı. Bir sübyan koğuşunda zavallı gariban bir çocuğun ırzına geçilmiş ve zavallı birkaç gün sonra ölmüş…
Bu günkü hukuk, infaz sistemimizle bizi kesinlikle Avrupa Birliği’ne almazlar.
Elbetteki sakin cezaevlerimiz de vardır. Lakin genelde durum çok bozuktur. Kanunlar nizamlar hiçe sayılmaktadır. Âsâyiş kalmamıştır. Yolsuzlukların, yamuklukların bini bir parayadır. Derin devlet büyüklerinin bu işlerle uğraşmaya vakitleri yoktur. Onların en birinci derdi ve meselesi irticadır. Onların nazarında bu ülkeye, bu devlete en zararlı şey İslâm kadın ve kızlarının başörtüleridir.
Derin devlet dedim de hatırıma geldi: Eğitim Bilim dergisinin Kasım 2000 tarihli sayısında Sabataycı Ilgaz Zorlu ile yapılmış bir röportaj çıktı, başlığı “Derin Devlet Biziz” olan bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim. (Tel: 0212/534 38 43 ve 45)
Türkiye hapishaneleri niçin bugünkü hale gelmiştir? Bozulan sadece oraları değildir, bu memlekette her şeyin çivisi çıkmıştır. Bunun ana sebebi de ülkemizdeki sistemin, düzenin artık miadını doldurmuş, bitmiş olmasıdır.
Şimdi derin devletçiler statükoyu muhafaza etmek için bazı Moiz Kohen (Tekin Alp) milliyetçilerini ve Türkçülerini kullanmak istemektedir.
Türkiye’nin büyük değişimlere ihtiyacı vardır. Statükoda ısrar edilirse rejim ile devlet birden batacaktır.
Derin devletçiler, başörtüsü ile uğraştıkları kadar Ermeni meselesi ile de meşgul olsalar ya.
İç ve dış düşmanlarımız Türkiye’nin kuyusunu kazıyor, bizim egemen azınlıklarımız ise nelerle uğraşıyor.
Bakanlık makamına kadar çıkmış bir adam kaç banka batırdı, kaç katrilyon götürdü, onun hakkında hiçbir tahkikat yok.
Türkiye babalar ülkesi oldu. Mafya babası, politika babası, rejim babası… Büyük babalardan birinin akrabaları, canları ciğerleri bin türlü pisliğe bulaşmıştır. Sadece birinin üzerine gidilebildi. Hepsinin birden üzerine gidilmesi gerekmez mi?
Büyük, ünlü, güçlü Sabataycılardan birinin de pislikleri ortaya çıktı. Şimdi ne kadar Sabataycı, çağdaş, ilerici, sözde Atatürkçü varsa o adamı kurtarmak için seferber olmuştur.
Sultan Abdülhamid zamanında hürriyet yoktu ama adalet vardı. Padişah tarafından sürülmek tehlikesine mâruz kalan bazı Jön Türkler, bir çare olarak kendilerini sivil mahkemeler tarafından tutuklatır, cezaevine girerlermiş. O zaman İstanbul’da Hilmi efendi isminde bir cinayet mahkemesi (Ağır ceza) reisi varmış, onun tutukladığı kimseyi sultan bile cezaevinden çıkartıp da süremezmiş.
Adalet mülkün temelidir deyip duruyoruz. Bu söz Hazret-i Ali’nindir. Cezaevleri, infaz sistemi de adaletin önemli bir parçasıdır. Onların bugünkü durumuna bakarak, adalet temellerinin sarsıldığını, dinamitlendiğini söylersek mübalağa etmiş olmayız.
1912’de ilk yolculuğunda, “Bu gemi batmaz, bu gemiyi Allah bile batıramaz…” dedikleri Titanic transatlantiği buz dağına çarpar, geminin projesini hazırlayan mühendis açılan 70 metrelik deliği görür, hesaplarını yapar ve Titanik’in bu yara ile kurtulmasının imkânsız olduğunu, geminin birkaç saat sonra dibi boylayacağını söyler.
Yolcuları paniğe düşürmemek için bu acı hüküm hemen duyurulmaz. Orkestralar daha saatlerce çalar, lüks pistlerde danslar edilir, yeşil çuhalı masalarda kumarlar oynanır, nadide içkiler içilir. Lüks ve birinci mevkilerdeki hanımlar, beyler en şık elbisilerini giymişlerdir. Mücevherler ışıl ışıl parlamaktadır. Gülücükler, kahkahalar, gerdan kırmalar, füsunkâr bakışlar, iştihalı nazarlar, kibarlıklar gırla gitmektedir.
Nihayet gerçek duyulur, bilinir, herkes can derdine düşer ama ne çare. Geminin yapımcıları ve kumpanyası onun sağlamlığına ve batmazlığına o kadar inanmışlardır ki, yeterli sayıda can filikası koymamışlardır. Binden fazla yolcu ve gemi personeli Atlantik’in derin ve buzlu sularında can verir.
Aman yolcular paniğe kapılmasın, aman halk tedirgin olmasın, aman kütleler telaşa düşmesin diyerek acı, feci, katı gerçekler ve tehlikeler saklanıyor.
İstanbul’da beklenen büyük zelzele konusundaki felsefe bu değil midir? Böyle bir facia gerçekleştiği takdirde bu şehrin, bu halkın durumu ne olacaktır?
Uzmanlar geminin iktisadî, mâlî bakımdan dibe vurduğunu, vaziyetin gerçekten çok vahim olduğunu söylüyor. Titanic batarken orkestra en son “Tanrım bizi koru” ilahisini çalmış. Bizde Allah’a sığınmak da yasaktır, çünkü laikliğe aykırı olur.
İstanbul’daki eğlence, sefahat, fısk, fücur, fuhuş yerleri adam almıyor. İçki seller gibi akıyor. Seks azgınlıkları son haddinde. Hedonizm, materyalizm, fuhşiyat, azamî haz ve zevk alma hırsı son haddine varmış.
Ülke kazan gibi kaynıyor. Hapishanelerin durumuna bakmak yeterli fikir verir. Hapishaneler devlet içinde devlet olmuş. İktidar âciz vaziyette kalmış. Memlekette kanun korkusu kalmamış. Adam öldüren birkaç sene sonra çıkıyor.
İçişleri bakanının şu sözünü levha yaptırıp her yere asmalı: “Medyaya akseden pislikler, mevcut pisliklerin binde biri bile değildir!”
Ünlü, kodaman, kocaman bir adam vardı. Yüksek makam ve mevkilerde bulunmuştu. O da kaç banka batırdı, kaç katrilyon götürdü? Şimdi ne yapıyor? Yan gelmiş keyfine bakıyor, götürdüklerini çıtır çıtır yiyor.
Bu memlekette soygun, talan, eşkiyalık, haramilik, hortumlama olmasa, bütçe ülke ve millet için harcansaydı, yollar oniksle (yeşil mermer) döşense bile geriye yine para artardı. Birtakım domuzlar yediler, yediler, yediler. Çatlayıncaya, patlayıncaya, tıksırıncaya kadar yediler. Ülke kara-haram para ile doldu. Çivisi çıkmadık müessese kalmadı.
Millî kimliğe, dinî ve ahlakî değerlere, evrensel ve temel fazilet prensiplerine savaş açtılar. Bolşeviklik zamanında Rusya’da olduğu gibi Allah’la savaşa yeltendiler ve memleketi batırdılar. Hâlâ da akıllanıp uslanmış değiller. Zulümlerinde, küfürlerinde, azgınlıklarında, gaddarlıklarında bir azalma yok.
Eğitimi bitirdiler, üniversiteleri resmî ideolojinin ve bozuk düzenin fidelikleri haline getirmek istediler.
Birtakım namussuz, şerefsiz, alçak, vicdansız, rezil, bayağı, pespaye adamlar kendi küçük menfaatleri için, ihtiyacın üç misli memur tâyin ettirdiler. Bütçe bunların maaşlarını ödemeye yetmiyor.
Ülkeyi, altından kalkamayacağı iç ve dış borçlara soktular. Devlet bunların faizlerini ödemekten âciz kaldı. Borç alınan paralar ne oldu? Onlarla gelecek nesillere ne gibi müesseseler, işletmeler bıraktılar?
Uğursuz, meş’um, meymenetsiz bir zihniyet ve felsefe memleketi kuruttu. Tahıl ambarı olan, dışarıya buğday ihraç eden Türkiye şimdi ekmeklik buğdayını dışarıdan getirtiyor. Pirinç, fasulya, nohut bile ithal ediliyor.
Dini imanı para olanlar, nefs-i emmarelerine put gibi tapanlar; şehvet ve içki kurbanları, kalpleri mühürlü imansızlar güruhu memleketi batırdı, bitirdi. Şimdi harabeler üzerinde baykuşlar gibi ötüyorlar.
Yakın tarihimizin nice önemli kişisini, kodamanını tarihin yüce divanına vermek lazım. “Türkiye niçin bir Japonya, bir Güney Kore, bir Taiwan, bir Singapur gibi zenginleşemedi, sanayi kuramadı, kalkınamadı; şimdiye kadar niçin bir tek Nobel bile kazanamadı?..” Ülkemizin geri kalışının, batışının sorumlusu elbetteki halk değil, idarecilerdir.
Dünyanın hangi medenî, hukuklu, ileri, oturmuş, sağlıklı ülkesinde bizdeki gibi din düşmanlığı yapılıyor? Stalin, Mao, Enver Hoca, Pol Pot zihniyetli birtakım adamlar, Don Kişot’un yeldeğirmenlerine saldırması gibi Allah’a, Resûlüne, Kur’an’a, İslâm’a, Şeriat’a savaş ilân etmişlerdir. Pol Pot kâfiri Kamboçya’da, altıbuçuk milyon nüfusun yarısının canını katlettirdi de ne oldu? Başarabildi mi? Enver Hoca, 1966’dan itibaren dinleri, ibadet etmeyi, inanmayı yasaklamıştı? Sonunda ne oldu? Kendisi geberdi gitti, kızıl rejimi yıkıldı. Arnavutluk’a hürriyet geldi ama korkunç tahribat olmuştu.
Bizde birtakım dinsizler, dindarları ortaçağ kafalı olmakla suçluyorlar. Asıl ortaçağ zihniyetliler onlardır. Ortaçağ Avrupasında din taassubu varmış, bizdeki fanatiklerde ise küfür, dinsizlik taassubu var.
Batırılan bankalar yüzünden devlet şimdiye kadar seksen milyar dolar ödemiş. Bunun hesabını kim soracak, kim verecek? Bizdeki bazı adamlar kendilerini ondördüncü Louis gibi görüyor, “Devlet benim” diyorlar.
Vaktiyle bundan yirmi beş yıl kadar önce bin bir türlü dalavere ile on bir milletvekili satın alınmış, bunlarla iktidar olunmuştu. Sonra bu satın alınan onbirlerden ikisi yüce divana verilmiş, hapse mahkum edilmişti. Başa geçmek için adam satın alan zihniyetten bu ülkeye, bu halka, bu devlete ne hayır gelir.
Müslümanlara yakın tarihimizde nefes aldırmadılar. İslâm’ın ve Müslümanların bütün eğitim müesseselerini, okullarını, medreselerini, üniversitelerini, akademilerini kapattılar. Müslümanların güçlü bir aydınlar sınıfı yetiştirmesini engellediler. Dindar kesim içine birtakım casuslar, ajanlar, provokatörler, ajitatörler soktular. Çoğunluğu teşkil eden dindarları cahil bıraktılar. Böylece, bozuk düzenin alternatifini de yok ettiler, dejenere ettiler.
Şimdi kurtulmak için Avrupa Birliği’ne girmeye çabalıyorlar. Nafile, siz bu kafa ve vicdan ile Avrupa Birliği’ne dahil olursanız, orayı da batırır, bitirirsiniz.
Eğitim Bilim dergisinin Kasım 2000 tarihli nüshasında Ilgaz Zorlu ile yapılan röportaj gerçekten önemli bir yazıdır. “Derin devlet biziz!” başlığını taşıyan röportajdan bazı cümleler ve paragraflar sunuyorum:
“Türkiye’de bu konu neden gizleniyor?” sorusuna cevap olarak Zorlu şöyle diyor: “Çünkü modern Türkiye’nin kurucuları arasında çok sayıda Sabataycı var… Türkiye’de büyük bir Sabataycı cemaat var ve bu cemaat çok şey yaptı, bunu kabul etmek lazım.”
Soru: Kaynaklara ulaşılması engelleniyor olabilir mi?
– “Tabiî ki engelleniyor, çünkü modern Türkiye’nin oluşumunda bu kadar etkin bir topluluğun faaliyetlerinden rahatsız olacak çevreler var.”
Ilgaz Zorlu röportajın bir yerinde “Sabataycıların eski dinlerine (yâni Museviliğe)
dönmeleri zamanı geldi” diyor.
Zorlu şunları da söylüyor: “İttihad ve Terakki döneminde Sabataycıların fonksiyonunu üç yerde görüyorsunuz: İttihad ve Terakki Mason locaları ve İslâm tarikatları. Özellikle Melâmilik ve Mevlevilik içinde yaygınlar… 1924 nüfus mübadelesiyle Türkiye’ye geldikten sonra da Cumhuriyet kadroları içinde yer almışlardır. Aslında bu konudaki tüm soruların cevapları Genelkurmay arşivindedir. Genelkurmay arşivi açılmadığı sürece bu konu gizemini (esrarını) sürdürmeye devam edecektir.”
“Sabataycılar kendi din adamlarını Melâmilik tarikatı içinde yetiştirmişlerdir. Bu da çok ilginçtir. Adam hahambaşıdır ama dışarıdan baktığınız zaman Melamilik, Mevlevilik, Bektaşilik tarikatları içinde yetişmiş (Müslüman) din adamı gibi görünür…”
Soru: Peki hangi alanlarda etkili oluyorlar?
– “Ekonomiden politikaya, eğitimden devletin derin organlarına kadar bütün alanlarda etkilidirler.”
Soru: Sabataycılar bilindiği gibi üç gruba ayrılıyor. Bunların ortak bir özelliği var mı ve farklılıkları açısından yapmak istedikleri nedir?
– “Tabiî çok ortak noktaları var. Sadece para kazanmak…”
Yirminci asrın en büyük oryantalisti olan Louis Massignon “Müslüman Dünyası Yıllıklarında” ve başka yazılarında 1908’deki ikinci meşrutiyet hareketinin ve İttihad Terakki’nin arkasındaki en büyük güç ve tesirin Dönmeler ve Masonlar olduğunu yazmıştır. Sabataycılar modern Türkiye’ye damgalarını basmışlardır. Selanik Dönmeleri konusunun fazla abartıldığını, bir nevi paranoya haline getirildiğini iddia eden bazı yazarlar gaflet uykusundadır. Gerçekçi olmakla paranoyak olmak arasında büyük fark vardır. Türkiye’deki son yetmiş yıllık buhranlarda, ârızalarda Sabataycıların tuzu biberi çoktur. İzmirli haham ve sahte Mesih Sabatay Sevi, dolaylı olarak modern Türkiye’ye damgasını vurmuş bir şahsiyettir. İğreti ve yüzeysel Türk ve Müslüman kimliğiyle Şemsi efendi; hakikî kimliğiyle haham Şimon Zvi olan eğitimci de yakın tarihimizin çok önemli bir şahsiyetidir. Uzmanlar tarafından yazılmış olan ilmî araştırmaları okumadan, tedkikat yapmadan, doğru dürüst bir bilgi sahibi olmadan “Paranoyadır, kıpırdayan her yaprağın arkasında Yahudi ve Sabataycı arıyorlar… Konuyu çok abartıyorlar… Adamcağızlar “Biz Müslümanız” diyor, öyleyse hüsn-i zan etmemiz gerekmez mi?..” diyen köşe yazarları yanılıyor ve yanıltıyorlar.
Müslümanlar artık saflığı, bönlüğü, kırsal kesim zihniyetini, tarihin dışına itilmişliği, taşralılığı bıraksınlar ve var güçleriyle ilme, irfana, kültüre, araştırmaya yönelsinler. O zaman gerçekleri göreceklerdir.
Köylü kafasıyla, delidana gibi koşuşturarak, Arap dünyasından ve Pakistan’dan gelen aktivist İslâmcılıklarla bugünkü hâle geldik, zillete duçar olduk.
Bizim bilmediğimiz konu sadece Sabataycılık mıdır? Biz son yüzelli yıllık tarihimizi de bilmiyoruz. Dört başı mâmur, en az on ciltlik sağlam ve sahih bilgilere, belgelere dayanan bir “Türkiye Millî Mücadele Tarihi” yazabildik mi? Mustafa Kemal Paşa hakkında büyük, objektif, sadece gerçekleri yazan bir araştırmamız var mıdır?
Müslümanlar asırlardan beri geri kalmıştır ve geri kalmışlık bugün de devam etmektedir.
Türkiyeli Müslümanların şu aşağıdaki konularda temel eserler ortaya koymaları gerekmez miydi?
1. Şu anda Batı Türkçesinin en büyük ve mükemmel gramer kitabı, Fransız Jean Deny’nin eseridir. Ondan daha iyisini ve güçlüsünü bizim yazmamız icap etmez mi?
2. Zengin edebî-yazılı Türkçe’nin doğru dürüst, Fransa’daki Larousse ve Robert lügatleri gibi bir lügatı yoktur. Böyle bir eseri yazmak da Müslümanların vazifesidir.
3. Başlangıcından bu güne kadar bin yıllık bir Türkiye tarihini de Müslümanlar yazmalıdır. En az on bin sayfalık belgeli, resimli, mükemmel bir tarih…
4. Cuinet adlı Fransız’ın bundan yüz küsur yıl önce yayınladığı altı ciltlik Küçükasya Coğrafyası adlı kitap ayarında bir Türkiye Coğrafyası’nı da Müslümanlar yazmalıdır.
5. İslâm Türk sanatları hakkında da yirmi yirmibeş ciltlik büyük bir külliyata ihtiyaç vardır. Mimarlık, hüsn-i hat, süsleme sanatları, Türkevi, Türk şehirciliği, halıcılık, kilimcilik, tahta sanatı, maden sanatı, giyim kuşam, serpuşlar ve daha yüzlerce konu…
6. Henüz büyük bir edebiyat tarihimiz bile yoktur. En büyük şair ve edibimiz Fuzulî hakkındaki en geniş araştırma, Terzibaşıyan adlı bir Ermeni rahibi tarafından Ermenice yazılıp üç cilt halinde yayınlanmıştır.
Biz, ülkemizdeki gizli, esrarlı, çok güçlü, modern Türkiye’ye damgasını vurmuş, iki kimlikli bir cemaati aydınlığa çıkartmak için uğraşıp duruyoruz. Bazı köşeyazarı beyefendiler de “Bunlar paranoyaklıktır, fazla abartılıyor, yaprak oynasa Yahudilerden ve Sabataycılardan bilecekler, bu kadar da olmaz ki, madem ki, adamlar “Biz Müslümanız” diyorlar, öyleyse Müslümandırlar…” gibi ucuz bir edebiyatla bizi baltalamaya çalışıyor. Ne günlere kaldık?
Efendiler biraz ciddî ve mâkul olalım. Şu anda Türkiye’nin en güçlü şahsiyeti, Ankara’da önemli bir iktidar adamının eşi olan bir hanımdır. Bu kadın militan ve fanatik bir Sabataycı olup, çoğunluğu teşkil eden Müslümanların temel hak ve hürriyetlere sahip olmalarını, demokrasiden nasiplenmelerini, hukuktan yararlanmalarını, birinci sınıf vatandaş olarak kendi vatanlarında korkusuzca ve güven içinde yaşamalarını istememektedir. Sadece bu Sabataycı eş bile, Müslümanların bu konuyu dikkatle ve derin bir şekilde incelemelerini, araştırmalarını gerektirmez mi?
BİR gazetede bir takım yazarlar halkın anasına, avradına, kızına söğüp saysalar, böyle yayınlar alçaklık, edebsizlik, rezillik, namussuzluk, şerefsizlik, vahşilik olmaz mı?.. Milletin dinine, imanına, mukaddesatına, Şeriatına saldırmak da bunun gibidir ve belki daha alçakça ve namussuzcadır.
Dünyanın hiçbir medenî, ileri, sağlıklı, hukuklu ülkesinde dinsiz ve şirret bir azınlığın, o ülkede hakim olan dine ve dinlere savaş açtığı, saldırdığı, hakaretler savurduğunu göremezsiniz. Böyle bir gerilik ve medeniyetsizlik bize, bazı üçüncü dünya ülkelerine mahsustur.
Milletin dinine, imanına, inandığı gibi yaşamak hürriyet ve hakkına karşı gelenler halk yığınlarını devletten soğutmak ve böylece, dolaylı bir şekilde Türkiye’nin temellerini dinamitlemek, ülkeyi çökertmek istiyorlar.
Başörtüsü İslâm’ın sembolüdür. Başörtüsüne saldırmak İslâm’a saldırmak demektir. Atatürk, falan diyeceklerdir. Yalandır. Atatürk’ün tesettür lehinde beyanı vardır, tarihe geçmiştir.
İslâm’a ve Müslüman halka düşmanlık yapanların hepsi Sabataycıdır demiyorum ama onların içinde çok militan, çok azılı, çok ileri giden Selanik Dönmeleri vardır. Bu adamlar ne yapmak istiyor?
Halk yığınları, hattâ âmme hukuku ve devlet nazariyeleri okumamış üniversite mezunları bile devletin ayrı şey, rejim veya sistemin ayrı şey olduğunu bilmezler. Bu yüzden birkaç yıldan beri, militan ve azılı din düşmanları yüzünden devletimizin itibarı erimektedir.
Türkiye’yi Tunus’a benzetmek istiyorlar. Eskiden batıcılık yaparlardı, ilhamlarını Batı’dan alırlardı. Şimdi Batı’da büyük bir din ve vicdan hürriyeti var. İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da milyonlarca Müslüman yaşıyor. ABD’de, Hıristiyanlıktan sonra İslâm ikinci din olmuştur. O medenî, hukuklu, gerçekten demokrat, insan hak ve hürriyetlerine hürmet ve riayet edilen ülkelerde Müslümanlar, dinî kimliklerini koruyarak güven ve huzur içinde yaşıyor, kızlarını başörtüsü ile üniversitelere gönderebiliyor. Bizdeki gizli ve derin devlet idarecileri ilhamlarını diktatörlükle idare edilen küçük Tunus’tan alıyor. Orada Müslüman halka din hürriyeti tanınmıyor. Kadın ve kızların sokaklarda tesettürlü gezmesi yasaktır. Beş vakit namaz kılmak bir cesaret meselesidir. Camilerde ayrı ayrı zamanlarda vakit ezanları okunmakta, birkaç ihtiyar namaz kıldıktan sonra kapılar hemen kapanmaktadır. Tunus Müslümanlar için bir zindan, bir cehennem olmuştur. Oradaki rejim sağlıklı mıdır, uzun ömürlü olur mu? Böyle küçük bir Afrika ülkesi, imparatorluklar kurmuş Türkiye’ye örnek ve model olabilir mi? Elbette olamaz.
Türkiye’de siyasal İslâm varmış ve bu bir tehlikeymiş. Siyasal Masonluk, siyasal Sabataycılık, siyasal dinsizlik, siyasal ilhad oluyor da siyasal İslâm niçin olmayacakmış? Dini siyasete âlet etmenin mahzurları varsa (ki elbette vardır) bunu önlemek devletin işi değil, Müslümanların işidir. Müslümanlara din hürriyeti tam sağlanır; kendi eğitim sistemlerini kurmalarına, üniversitelerini açmalarına, İslâm ve çağ seviyesinde aydın kadrolar yetiştirmelerine imkân tanınırsa, onlar tabiî ki, din istismarına, siyasal İslâm’ın dejenere edilmesine fırsat vermeyeceklerdir.
Devletin temel nizamlarını Masonluk, dinsizlik, ateizm, Rotaryenlik, Lionsçuluk, Sabataycılık üzerine oturtmak maksadıyla propaganda yapmak, faaliyette bulunmak serbest ama Müslümanların İslâmî prensip ve hükümleri hayata hâkim kılmak için çalışmaları yasak. Böyle hürriyet, böyle demokrasi olur mu?
İslâm ve Müslümanlara düşmanlık edilmesi, dindar halkın ezilmesi Türkiye’nin en büyük ayıbıdır.
Yedinci asırda İslâm Mekke’de zuhur ettiği zaman, müşrikler iman edenlere büyük zulümler yapmışlar, Peygamber de onların Habeşistan’a hicret etmelerine izin vermişti. Müslümanlar için bugünkü Habeşistan medenî Batı ülkeleridir. Türkiye’de okumalarına engel olunan tesettürlü kız çocuklarımızın bir kısmını Hıristiyan Batı ülkelerine göndererek onlara yüksek tahsil yaptırtmalıyız. Onları en güçlü üniversitelerde, bilhassa sosyal ve siyasal kültür alanlarında yetiştirmeliyiz. Memnuniyetle öğreniyorum ki, birtakım varlıklı Müslüman aileler kızlarını dış ülkelerde okutmak üzere harekete geçmişlerdir. Bu iş o kadar kolay değildir. Kız çocukları korunmaya muhtaçtır. Bu yüzden tesettürlü kızların, gruplar halinde ve başlarında yaşlı ve tecrübeli hocalar, hocahanımlar olduğu halde okutulması gerekir. Ben öncelikle ABD, Kanada ve İngiltere’de öğrenci okutulmasını tavsiye ederim.
Dünyanın en ileri ülkelerinde, en parlak üniversitelerinde lisan ve edebiyat uzmanları, türkologlar, tarihçiler, sanat tarihi ve kültürü üzerine derin ihtisas yapmış elemanlar, siyasetçiler, hukukçular, mimarlar yetiştirmeliyiz. Böyle değerli kişiler açıkta kalmaz. Türkiye’deki sıkıntılar hep böyle ilelebed devam etmez.
Ülkemizdeki dinsizlik baskıları hür ve medenî dünyaya duyurulmalıdır. Müslümanlardan, hizmet ve yardım parası olarak milyarlarca dolar toplayan din baronları İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça kitaplar ve broşürler çıkartarak bizdeki egemen azınlığın İslâm’a ve Müslümanlara nasıl saldırdığını, Müslümanlara nasıl eziyet ettiğini dünya aydınlarının gözleri önüne sermelidir. “Dünya zaten biliyor…” demek ahmaklık olur. Birkaç uzman ve diplomat dışında Türkiye’deki dinsizlikleri dünya bilmiyor. Bunları duyurmak vazifesi bize ait bir iştir.
Maalesef bazı kodaman ve kocaman din baronları bozuk düzenle, kötü sistemle, zalimlerle anlaşmış vaziyettedir.
Müslümanlara yapılan zulümler din sömürücülerini hiç ilgilendirmiyor. Onların dini imanı paradır, putları ise nefs-i emmareleridir.
Bugünkü gidiş gösteriyor ki, dinsizler başörtüsü yasağını sokağa kadar genişletmek istemektedir. Köylülerden, gecekondu halkından, ihtiyarlardan başka kimsenin başörtüsü takmasını istemiyorlar. Bu bir vahşettir, medeniyetsizliktir, asıl gericiliktir.
Müslüman kızlar ABD, Kanada, İngiltere, Almanya ve diğer medenî ve demokrat ülkelerin üniversitelerine başörtüleriyle serbestçe gidiyorlar, yüksek tahsil yapıyorlar da Türkiye’de niçin gidemeyecekler, yapamayacaklarmış…
Müslümanların başlarına gelen felâketlerin asıl sebebi din sömürüsü yapılmasıdır. Dini imanı para olan, nefs-i emmarelerine put gibi tapan birtakım alçak ve rezil adamlar islâmî hareketi kirletmişler, Müslümanları aldatmışlardır. Dinsizlere en büyük kozu bu sefiller ve sürüngenler vermiştir.
Yüce İslâm dinini âlet ve vasıta kılarak, mukaddesat bezirgânlığı yaparak zengin olmak, ün ve makam kazanmak en büyük alçaklıktır.
Ümmet işleri meşveret (danışma), adalet, emanete riayet, ihlâs, istikamet, sıdk ile görülmelidir. İslâmî hizmet ve faaliyetlerde şarlatanlığın, soytarılığın, Firavunluğun, Nemrudluğun yeri yoktur. Hiçbir islâmî hizip, fırka, tarikat, cemaat din ile özdeşleştirilemez.
İslâmî hizmet ve faaliyetlerde İslâm ahlâkının ilkeleri hâkim olmalıdır. Tağutî ahlâk ile, Makyavelizm ile hareket edilirse, hizmet edilmez, hezimete sebebiyet verilir. 15 Kasım 2000 Çarşamba
Politikacılar içinde son derece temiz, namuslu, vatansever, şerefli kimseler yok mudur? Elbette vardır ve hangi partiden olursa olsunlar onlara saygı duyarız. Temiz ve namuslu politikacı eli öpülecek kimsedir.
Lakin bizde siyaset çok kirlenmiştir ve politika alanına son derece bulaşık, şâibeli, kirli, hiçbir ahlâk kuralı ile bağlı olmayan düşük ve tehlikeli adamlar da girmiştir. Bu millet, bu ülke, bu devlet ne çekiyorsa öncelikle onların kötülükleri, hıyanetleri, alçaklıkları yüzünden çekiyor.
Politika bizde en büyük rant kaynağı haline gelmiştir. şu listeyi her vatandaş zihnine iyice yerleştirsin: Kirli politikacı+kirli büyük bürokrat+Kirli büyük medyacı+Kirli iş adamı… İşte memleketi bugünkü perişan hale getiren dörtlü çete.
Bunlar sadece siyaseti pislemekle kalmamışlar, bütün temel müesseseleri sarsmışlar; ülkeyi, devleti, halkı ayakta tutan bütün değerleri bitirmişlerdir. Onların yüzündendir ki, bugün ülkemizde tek değer para olmuştur.
Cumhuriyet lafla, sloganla olmaz. Cumhuriyet fazilet rejimi demektir. Faziletin olmadığı yerde hakikî cumhuriyet aramak, kutup bölgesinde Hindistan cevizi ağacı aramak kadar abes bir şey olur.
Faziletsiz politikacı, ülkesi ve milleti için dış düşmanlardan daha büyük bir tehdit ve tehlike teşkil eder. Ulkeler, devletler, milletler dış düşmanların toplarıyla, bombalarıyla, saldırgan ordularıyla değil; içindeki hainler vasıtasıyla yıkılmaktadır. Bir memleketin, sağlıklı olması için içindeki kötüleri tasfiye etmesi, onlarla mücadele temesi, onları dışlaması gerekir. Aksi taktirde hastalık genişler, tahribat yaygınlaşır ve maazallah büyük bir çöküş ve yıkım olur. Tarih boyunca hiçbir ülke ve devlet, Sicilya mafyası gibi bir idareci sınıfla ileriye gitmemiştir.
Yeterli sayıda iyi, vasıflı, güçlü, üstün idareciye, politikacıya büyük bürokrata sahip olmayan bir ülkenin batması haktır.
Yıllardan beri esefle görüyoruz ki, kötüler bu memlekette iyi politikacılara hayat hakkı tanımıyor, onları hizmetten men ediyor.
Zavallı Adnan Kahveci. Ahlâklı, faziletli, ilkeli, yüksek karakterli bir politikacıydı. Milletvekili olduktan sonra ülkenin çeşitli vilayetlerinde üç bin köyü gezmiş, incelemiş, dert dinlemiş, çare ve çözüm aramıştır. Milletvekillerinin aylıklarına ve emekliliklerine zam yapılması için girişilen teşebbüse bütün gücüyle karşı çıkmış, teklif kanunlaştıktan sonra da mahkemeden karar çıkartarak o zamları almamıştır. Bu babayiğitliği yapan kaç kişi vardır? Halkın gözüne girmek için “Olmaz arkadaşlar, millet fakr u zaruret içinde kıvranırken biz vekillerin refah ve bolluk içinde yaşamamız doğru değildir…” edebiyatı yaparlar ve kanun çıkınca da zammı yan ceplerine atarlar…
Adnan Kahveci’nin “normal” bir trafik kazasına kurban gittiğine inanmıyorum.
Halen hayatta olan temiz ve şerefli bir politikacının, zulmü protesto ettiği için başına gelmedik kalmamıştır. Zindanlara atılmıştır, şimdi de “Sabıkalı ve sicillidir” bahanesiyle siyasetin dışına itilmek isteniyor.
Büyük partilerden birinde tecrübeli, kültürlü, memleketin dertlerini iyi bilen; memlekete, millete, devlete hizmet edebilecek vasıflı bir politikacı vardı. O şimdi milletvekili bile değildir. Cünkü, bulunduğu partinin lideri kendisini rakip gibi görmüş ve ekarte etmiştir.
Bu memleketin yüz kadar büyük derdi, hastalığı vardır ki, onlardan biri de siyasetin son derece pislenmiş olmasıdır. Bunun için de mutlaka anayasanın değiştirilmesi, siyasî partilerle ve seçimle ilgili köklü değişiklikler yapılması gerekir. Bizdeki düzen partileri birer aşiret, birer anonim şirket haline gelmiştir. Başlarına geçen lider, ne kadar başarısız olursa olsun, ne kadar pisliğe bulaşmış olursa olsun ölünceye kadar daima yerinde kalmaktadır. Böyle demokrasi olmaz. Rejim demokratik ise, siyasî partilerin de demokratikleşmesi gerekir.
İngiltere’de olduğu gibi, her birinden sadece bir milletvekili çıkacak dar bölge seçim sistemine gidilmelidir ki, vasıflı, güçlü ve temiz adaylar kazanıp Meclis’e girebilsinler.
Politikayı bir rant ve vurgun kaynağı olarak gören mafyacı zihniyet elbette ki, bu gibi köklü reformlara karşı çıkacaktır. Memleketin, devletin, halkın batması onlar için önemli değildir. Onlar sadece kendi ikballerini, kendi menfaatlerini, kendi batasıca saltanatlarını düşünürler.
Amerika’dan Kemal Derviş getirtildi ve ekonomiyi düzeltmek için işe başladı. Başladı da ne oldu? Adamcağızın ayağını kaydırmak için bir sürü, çoban kepeneğine bürünmüş kurt seferber oldu.
Türkiye’yi, Türkiye’deki devleti, Türkiye’nin halkını kurtarmak istiyorsak siyasî sistemi feda etmeye mecburuz. Devlet ile rejimi özdeş hale getirmek büyük ve vahim bir hatâdır.
Birkaç ay içinde iki büyük kriz yaşandı ve ülke neredeyse komaya giriyordu. Yoğun bakımda olan bu memlekette hâlâ yüzde on komisyon alan hâinler ve hırsızlar vardır. Ankara’da ve İstanbul’da çeteler, mafyalar çirkin icraatına devam ediyor.
Büyük medya bunların üzerine gidemez. Cünkü onlar da pisliğe bulaşmışlardır. Millet dönen dolaplardan, büyük vurgunlardan nasıl haberdar olacaktır? Doğruyu yazan gazeteciler işlerinden atıldı.
Büyük gazeteler ve televizyonlar sadece birer ticarî müessese değildir. Misyonları vardır, birtakım ahlâk prensiplerine ve değerlerine bağlı olmaları gerekir.
Öyle kodaman gazete müdürleri, sunucular var ki, ayda elli bin dolar maaş alıyor. Lüks bir binada on bindolar aylık kira ile oturan bir genel yayın müdürü olduğunu duydum. Yalılar, köşkler, villalar, kâşâneler… Lüks yatlar, zırhlı lüks limuzinler… Yahu bunlar gazeteci ve televizyoncu mu, yoksa Hint mihracesi mi? Bu adamların hepsi de halktan kopmuştur. İçlerinden birini sokakta, çarşıda, halkın içinde ve arasında göremezsiniz. Tramvay’da, otobüs’te, minibüste, banliyö treninde veya vapurunda bir büyük gazeteci gördünüz mü hiç? Bunların bazılarının milyonlarca dolarlık kirli ve haram komisyonlar aldığı söyleniyor.
Ceteciler, mafyacılar, kirli politikacılar, kirli medyacılar dikkatleri başka tarafa çekmek için gayret gösteriyor. Birtakım adamları kurtarmak için cehennemî ve şeytanî faaliyetler yapılıyor.Halk olup bitenleri gazetelerden ve televizyonlardan öğrenemiyor.
Maalesef İslâmcıların da bir kısmı düzenci ve düzenbaz olmuştur. Kutsal dinimizi ve dâvamızı âlet ve vasıta kılarak birtakım hâbis ve rezil kişiler ve zümreler büyük vurgunlar yapmaktadır.
Yine birtakım sahte milliyetçiler ve Türkçüler de, yüzde onculuk yapmakta, emanetlere hıyanet etmektedir.
Şu anda bu pisliklerin.. (devamını yazalım)
MÜSLÜMAN kitleyi sömüren, aldatan, yanıltan ve dolandıran arivistler cahilliği teşvik ediyorlar. Onlar ancak cahilliğin karanlığında iş yapabilir, tezgah kurabilir. İlmin, irfanın, edebin, firasetin nuru onların foyasını kısa zamanda açığa çıkartır.
İlkokul tahsilli nice kişi çıkıyor ve sanki siyaset kültürünün ordinaryüs profesörüymüşler gibi ahkam kesiyor. Astıkları astık, kestikleri kestiktir. Kendileri gibi düşünmeyen kişiler münafıktır. Onlar has Müslümandır, onların meşreblerinden olmayan, tercihlerini paylaşmayan Müslümanlar ise sapık ve bozuktur. Müslümanları aldatan ve dolandıran birtakım baronlar bu çarpıklığa hiçbir tepki göstermezler. Tepki göstermek bir tarafa, âferin derler, sırtlarını sıvazlar, daha da kışkırtır ve azdırırlar.
Geçmiş tarihte, bir Ramazan ayının Kadir gecesinde, Bursa’nın Ulu Camii’nde feci, dehşet verici bir cinayet işlenmiştir. Tarikat mensubu bir grup Müslüman o gece oraya cemaatle tesbih namazı kılmak için gelmişler, câhil bir güruh “Dinimizde böyle bir namaz yoktur, kılamazsınız, size bu konuda izin vermeyiz“ demişler, tartışma çıkmış, tartışma arbedeye ve fiilî çatışmaya dökülmüş ve sonunda o mübarek gecede, o mübarek makamda, beytullah olan o camide çok muhterem bir Müslüman öldürülmüştür. İşte cahilliğin, işte taassubun, işte müsamahasızlığın, işte hizib ve meşreb asabiyetinin, işte kemalsizliğin korkunç sonucu.
Zamanımızda da böyle gözü dönmüş mutaassıplar vardır. Bunlar mezheplerini, tarikatlarını, hizip ve fırkalarını, meşreblerini, tercihlerini İslâm dini ile özdeşleştirmişler ve bunları paylaşmayan farklı Müslümanları müşrik, kâfir, sapık olarak ilân etmişlerdir. Allah böylelerinin şerlerinden Ümmet-i Muhammed’i, Türkiye’yi muhafaza buyursun.
Ben bir ara bu kabil adamların çok iftirasına, düşmanlığına, kinine mâruz kaldım. Kendilerini islâh etmişlerse hakkım helâl olsun. Taassupta ve azgınlıkta devam ediyorlarsa helâl etmiyorum hakkımı.
Allah mü’minleri Kur’ân’da kardeş etmiştir. Âyette meâlen “Hiç şüphe yok ki, bütün mü’minler kardeştir“ buyuruluyor. Allah’tan korkmaz mutaassıp cahiller mü’min kardeşine karşı sönmez bir kin, bitmez bir düşmanlık besliyor. Onlar kendilerini yalancıktan pohpohlayan kâfirlere ve müşriklere karşı pek nazik, pek yumuşak, pek merhametli; farklı meşreb ve görüşlere bağlı mü’min kardeşlerine karşı pek şiddetli, pek yavuz, pek amansızdırlar.
Din sömürüsü yapan arivistler, demagoglar, sahte şeyhler (hakikilerinin ellerinden öperim), sahte mesihler, sahte gavslar, sahte koca mücahidler, sahte kutublar, sahte kurtarıcılar bu mutaassıpları kışkırttıkça kışkırtıyor. Bizden olmayanlara sövün sayın, dedikleriniz azdır, daha fazla düşmanlık edin, hakaretler savurun. Bize para toplamayı da unutmayın. Dâvâmızın çok paraya ihtiyacı vardır, neyiniz varsa verin. Paranız yoksa karılarınızın mücevherlerini toplayıp getirin, evinizi satıp parasını bize ulaştırın…
Birtakım adamlar çıkıyor, kendileri gibi düşünmeyen farklı Müslümanları tekfir ediyor (küfürle suçluyor). Bir Müslümanı küfürle suçlamak, kâfirliğini ilân etmek hiç kimsenin hakkı değildir. Bu iş, sadece hakikî müftülerin verecekleri fetvalara dayanılarak selahiyetli kadılar tarafından hükme bağlanabilir. İtikad ilmiyle ilgili kitaplarımızda, “Bir mü’mini tekfir edenin kendisi kâfir olur“ diye yazılıdır.
Bir takım cahiller memleketin başında bulunan, ülkeyi idare eden kimselere verip veriştiriyor, sövüp sayıyor. Bu adamlar bilmiyorlar mı ki? Resûl-i Kibriya Efendimiz (Salât ve Selâm olsun O’na), “Siz ne halde iseniz öyle idare olunursunuz“ buyurmuştur. İslâm inancına göre, bir memlekette re’s-i kârda (işin başında) bulunan kimseler o makamlara ilâhî kaderle geçmişlerdir. Onların zulmünden kurtulmanın tek çaresi, onlara sövüp saymak, küfür etmek değil, kendimizi islâh etmektir. Çünkü biz Müslümanlar cahil, bozuk, ilimsiz, irfansız, büyük ve küçük cihadsız kaldığımız müddetçe, paramparça , binbir fırkaya bölünmüş olduğumuz takdirde başımıza iyi ve salih kimseler gelmeyecektir.
Filanca büyük zat çok bozukmuş, falanca iktidar sahibi çok kötüymüş, feşmekan idareci çok fasık ve facirmiş… Böyle konuşan adamlara aynaya bakmalarını tavsiye ederim. Sizin gibi Müslümanlara böyle adamlar uygun ki, onlar başa geçirilmiş. Yoksa siz Fahr-i Kâinat efendimizi tekzibe mi yelteniyorsunuz?
Ezanlar okunur, şuurlu Müslüman geçinen, İslâmcı postuna bürünen adamlar camiye gelmezler, Şeriat’ın kesin emri olan cemaati yerine getirmezler. Dinimiz gıybeti yasaklamıştır. Kur’ân’da gıybet eden kimse sanki ölü kardeşinin etini yemiş gibi günah işlemiş, çirkin bir iş yapmış olur buyuruluyor. Koyu dindar ve sofu bir güruh vardır ki, durmak dinlenmek bilmeden devamlı şekilde gıybet eder. Dinimiz, zina suçu işlememiş kadınların namusuna dil uzatılmasını da yasaklamıştır. Bir kadının namusuna dil uzatıp da onun kötülüğünü isbat edemeyen kimseye yetmiş sopa vurulur. Buna kazf haddi (cezası) denir. Şeriat’ın vurduğu sopa da şiddetlidir.
Peygamber Efendimiz, “Müslüman öyle bir kimsedir ki, onun elinden ve dilinden öteki Müslümanlar emin olurlar“ buyurmuştur. Şimdi nice yalancı ve sahte Müslüman var ki, dilleriyle iman kardeşlerine eza ve cefa etmektedir.
Bu yazım bazılarının hoşuna gitmeyecektir. Gitmesin. Ben zaten şunun bunun hoşuna gitsin diye yazmıyorum. Kaybedecek hiçbir şeyim de yoktur.
Her Müslüman aklını başına toplamalıdır. Ehl-i tevhid ve ehl-i kıble olan herkes Müslümandır. Biz kimsenin kalbini bilemeyiz. İki temel ölçü, ehl-i tevhid ve ehl-i kıble olmaktır. Hiçbir meşreb, mezhep, tarikat, fırka, hizip din ile özdeşletirilemez. Bunları İslâm ile özdeşleştirmek sapıklıktır. Meşrebi, tercihi, tarikatı, metodu seninkine ters düşse de mü’min kardeşini dışlamaya, ona düşmanlık etmeye, ona sövüp saymaya, ona kin beslemeye hakkın yoktur. Kebair (büyük günah) işlese de mü’mine düşmanlık edemez, onu kardeşlikten atamazsın. Çünkü mü’minde iman denilen ilâhî bir cevher vardır. Düşmanlık, ondaki günaha edilir, onun şahsiyetine değil.
Hangi adam çıkıp da “Biz Türkiye Müslümanları bu idareye, bu idarecilere layık değiliz“ diyebilirler. Böyle bir söz, Peygamber’in, “Siz ne halde iseniz öyle idare olunursunuz“ hikmetine ve hükmüne aykırı düşmez mi?
Bu memlekette ulema kalmadı mı ki, bu gerçekler halka anlatılmıyor?
Kitabullah’da “Allah, bir toplum kendini bozmadıkça onu bozmaz“ buyuruluyor. Bugünkü bozukluktan kurtulmak için kendimizi islâh etmemiz gerekir.
Peygamberimiz (Salât ve Selâm olsun O’na), “Siz birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız“ buyuruyor. Yüreklerindeki kin ve garaz ateşi ağızlarından saçılan adamlar bu âyet ve hadîslerden ibret almıyorlar mı?
Hinoğlu hin din baronları peşlerine düşen cahil ve irfansız Müslümanları kandırarak, kışkırtarak, birbirlerine düşman ederek, daha fazla para, daha fazla ün, daha fazla itibar temin etmeye çalışıyor. Zaten fitnenin başı onlar değil midir?02/02/2000
BENCE Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’nın temsilcileri ile Türkiye Başhahamlığı temsilcilerinin bir araya gelerek Sabataycıların tek bir dine ve kimliğe kavuşturulması için müşterek bir çalışma yapmaları gerekmektedir.
Yazık ki, Müslümanların Diyanet’i de, Musevilerin Hahambaşılığı da bu işi netameli görüyor ve bilmezlikten geliyor.
Ortada gerçekten garip bir durum vardır. Sabataycılar Yahudi midir, Müslüman mıdır?
Onların Müslümanlığı zâhirdedir, bâtınen Yahudi veya Musevî olduklarında şüphe yoktur.
Sabataycıların gizli bir hahambaşıları olduğu, İstanbul’da dört yerde yine gizli sinagogları (havraları) bulunduğu, bazılarının gizli tutulan ikinci bir Yahudi adına sahip oldukları, lüks otellerde veya başka yerlerde düğün yaparken kendi dinlerine göre gizlice nikâh kıydırdıkları, evden eve dolaşarak Sabatay dinini anlatan hocaları olduğu söylenmektedir.
Kırımlı Karaylar ne kadar Yahudi ise Sabataycılar da o kadar Yahudidir.
Nüfus kağıtlarında Musevî olduğu yazılan kişilerin hepsi bir kalıptan çıkmış gibi midir? Hayır. Yahudilerde de mezhepler, gruplar, çeşitlilik vardır. Sefaradlar, Eşkenazlar, reformcular, hattâ ateist Yahudiler bile vardır. İsrail’de dindar ortodoks Yahudilerin sayısı, genel nüfusun onda biri kadardır. Bizdeki 26 bin kişilik Yahudi cemaatinin dindar olanları bir iki bini bile geçmez. Sadece bayramda, merasimlerde havralara giden, kendi şeriatlarının kurallarını çiğneyen Yahudiler çoğunluktadır. İstanbul’daki son koşer lokanta kapanalı yıllar oluyor. Sabat gününün (cumartesi) yasaklarını dinleyen de pek kalmamıştır.
Türkiye Sabataycılarından Ilgaz Zorlu beyin çıkışları gerek Museviler, gerekse Selânik Dönmeleri arasında tedirginlik yaratmış bulunuyor. Onlar statükonun muhafazasını, Sabataycı cemaat üzerindeki esrar perdesinin öylece kalmasını istiyorlar. Bu onlar açısından haklı bir istek olabilir ama, şu anda Türkiye’nin belki de bir numaralı güçlü lobisi olan Sabataycı cemaatin açığa çıkmasını isteyenler de var. Ben, bunlardan biriyim. Antisemitizm falan da yaptığım yoktur. Sadece gerçeklerin bilinmesini istiyorum. O kadar. Onlarsa bilinmek istemiyorlar.
Türkiye çok acayip bir memleket. Böyle iki kimlikli, zâhirde Müslüman ve Türk, gerçekte ise Yahudi ve Musevî bir cemaat var. Bu cemaat ülkenin en büyük siyasî, kültürel, iktisadî gücü haline gelmiş. Medyanın yüzde kırkı onların elinde. Kabinede bakanları bile var. Ve milletin bundan haberi yok. Olacak şey mi bu?
Sahibi bulunduğum Bedir Yayınevi vasıtasıyla, İstanbul Darülfünunu müderrislerinden Profesör Avram Galanti’nin “Arabî Harfleri Terakkimize Mâni Değildir“ adlı Osmanlıca kitabını tekrar basıp yayınladım. Yahudi profesör iddiasında haklıdır. Zaten zaman da onu haklı çıkartmıştır. Galanti, 1927’de, nice Müslümanın ve Türkün idrak edemediği bir gerçeği cesaretle beyan etmiştir.
Galanti’nin zıddı bir Yahudi fikir adamı da vardır. Tekin Alp takma adıyla kendini Türkçü imiş gibi gösteren bu kişi, kitaplarından birine “Kahrolsun Şeriat!“ başlıklı bir fasıl koymuştur. Moiz Kohen Tekin Alp, Türkçü Ziya Gökalp’in büyük dostu ve müttefikidir.
Ilgaz Zorlu bey, zorlu bir işin içine girmiştir. Artık iki kimliklilik yeter, biz Selanik dönmeleri Yahudiyiz, Yahudiliğimizi ilân etmeliyiz diyor. Böyle bir şeyi ne Yahudi cemaati istiyor, ne de büyük bir güç ve saltanat sahibi olan Sabataycı cemaat. Bakalım bu işin sonu nereye varacak?
Gerçeklerin bilinmesini istemek antisemitizm olarak görülemez. Onlar bilinmemeyi istiyorsa, millet de bilmeyi istiyor.
KUTSAL takunyalar… Kutsal hoparlörler… Kutsal ışıldaklar… Kutsal fırıldaklar… Kutsal meşrutalar… Kutsal yaldızlar ve boyalar… Kutsal “Müslüman kardeş pabucunu böyle tut“ levhaları… Kutsal yel makinaları… Kutsal halılar, mermerler, flüoresan lambalar… Üç şerefeli sipsivri kutsal minareler… Cemaatten para toplamaya mahsus kutsal masalar… Kutsal betonlar… Sanatsız, fakat kutsal çiniler…
Ve kutsal geri zekalılar…
KARDEŞ İslâm-Türk ülkelerinden birinde Türkiyeli Müslümanların yayınladıkları bir gazete, kraldan ziyade kralcı kesilerek Latincilik propagandası yapıyormuş. A mübarekler, bırakın da Latinciliği Hıristiyan misyonerleri, Batıcılar, çağdaşlar yapsınlar, size ne oluyor?
Müslüman Türkler, gerek Osmanlı ülkesinde, gerekse diğer bölge ve ülkelerde anadilleri olan Türkçeyi, bin yıl kadar İslâm-Kur’an yazısıyla okuyup yazmışlardır. Kütüphânelerimiz ve arşivlerimiz bu yazı ile kaleme alınmış, basılmış milyonlarca yazma ve matbu eserle ve belgeyle doludur. Atalarımızın, ecdadımızın mezar taşları da bu yazıyladır.
Sovyetler, boyunduruk altında tuttukları Tatar, Azerî, Orta Asya Türklerinin kültür devamlılığını kopartmak, onları kendi kimlik, kişilik ve tarihlerine yabancılaştırmak için önce Latin, daha sonra da Kril alfabesine geçiş yaptırmışlardır. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bu ülkelerin tarihî kopuklukları ve ârızaları tâmir etmeleri gerekirdi. Yazık ki, Türkiye Latincileri ağır basmışlar ve onları Kril yazısından Latin yazısına geçmeye teşvik etmişlerdir.
Bağımsızlıklarına kavuşan Türk ülkelerinde bizde olduğu gibi alfabe konusunda mecburiyetler, yasaklar getiren kanunî mevzuat yoktur. Oralarda isteyen Müslümanlar, Kur’an-İslam yazısıyla kitaplar, gazeteler, dergiler çıkartabilirler.
Bizi üzen husus, bir takım Türkiyeli Müslümanların oralarda aşırı Latincilik yapmalarıdır. Kendilerini itidale, insafa, akl-ı selime çağırıyoruz. 02/02/1999
DİYANET İşleri Başkanlığının eskiden bir “Müşavere Kurulu“ vardı. Merhum Mustafa Runyun Hoca orada aza yardımcısı idi. Tarih her halde 1957’ydi, genel seçimlerde onu Demokrat Parti’den Konya meb’us adayı olarak göstermek istemişlerdi. Hoca tereddüt içindeydi. Olsam mı, olmasam mı diye istişare ediyordu. Köşk’te Celâl Bayar “Meclis’e yine hocalar doluyor“ diye söyleniyordu. Sonunda hoca politikaya atıldı, seçimleri kazandı ve Meclis’e girdi. Keşke girmemiş olsaydı. 27 Mayıs 1960’da Adnan Menderes iktidarı bir gece baskını ile tepetaklak oldu, iktidar partisine mensup bütün milletvekilleri de soluğu Yassıada zindanlarında aldılar. Runyun Hoca orada çok eziyetler gördü, zulümlere mâruz kaldı. Kendisi içeride, âilesi dışarıda perişan oldular. Bu bir uzun hikâyedir, tafsilatı Mahşer’e kalmıştır.
Şâir
demiş. Evet deryada menfaatler çoktur ama sen selâmet istiyorsan o sahildedir, mânasına gelir.
Elbette politika yapılacak, partiler kurulacak, milletvekilleri seçilecek, Meclis toplanacak, hükümet teşkil olunacak,
dönecektir. Evet âblar akar, dolablar döner durur. Lakin milletvekilliği, politikacılık, bakanlık gibi makam ve mansıblar
Bunların dünya ve âhirette hesabı ve çok defa azabı vardır. Hazret-i Ömer gibi âdil ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmakta son derece yetenekli olan bir zat bile, hilâfeti esnasında ağlarmış, “Ya Rabbi! Dicle kenarında bir kuzuyu kurt kapsa, bunun hesabını benden soracağından korkuyorum” diye gözyaşı dökermiş.
Böyle işlerin âhiretteki azabından ve hesabından başka dünyada da hayli sıkıntıları vardır. 27 Mayıs’tan sonra Demokrat Parti mebuslarının çektikleri herkese ibret olmalıdır. Koskoca bir başvekil ile iki vekil
âdi birer cani gibi asılmışlar; cenazeleri islâmî usûllere göre techiz, tekfin edilmeden, namazları kılınmadan birer çukura atılıvermişti. Siyasetin şakası yoktur. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe demişlerdir.
Geçenlerde safdil bir dostum, “Sana bir teklif gelmedi mi, milletvekili olmak istemez misin?” diye sormuştu da kahkaha ile gülmüştüm. Benim milletvekilliği yapacak, Meclis’e girecek halim mi var? Bu zayıf omuzlarımla ben o ağır yükü nasıl taşırım? Ayda
nasıl alırım? Meclis’te nasıl yemin edebilirim? O yeminin altından kalkabilir miyim?
70’li yıllarda yayınladığım
adlı mevkutenin bir sayısında “Mebus olmaktansa mahbus olmayı tercih ederim” demiştim. Birkaç yıl sonra da
epey çile doldurmuştum.
Listelere giremeyenler, açıkta kalanlar teessür, keder, üzüntü içinde. Aday olanlar sevinç ve ümit içinde. Bir yanda giryeler, öte yanda handeler.
İhtilâfâtıyla uğraşmakta dehrin zevk yok
Zevk ânın mirsad-ı ibretten temâşâsındadır
On veya oniki kişiden müteşekkil bir “Yüksek Danışma Heyeti“ olsa. Bunun içinde ülkenin belli başlı kesimleri olan Şeriatçı Laik, Sünnî Alevî, Türk Kürt, Sağcı Solcu vs aydınlar olsa. Bu heyetin resmî bir tarafı olmasa. (Bir derneğe veya vakfa bağlı olabilir).
Üyeler ülkenin en seçkin, en namuslu, en kültürlü, en şerefli, ruh soyluluğu bakımından en asil, en ağırbaşlı, en faziletli, en tecrübeli, en hikmetli (bilge), en güvenilir insanları olmalı. Mâzileri temiz olmalı; kokuşmaya, rüşvete, talana, kara paraya, hortumlamaya, soyguna, çeteciliğe, karanlık işlere bulaşmamış olmalılar. Adaletlerine, ciddiyetlerine, vatanseverliklerine, insaflarına herkes güvenmeli. Kendi şahıslarının ve kesimlerinin aleyhinde de olsa doğruyu söylemekten, doğruyu savunmaktan asla vaz geçmeyecek bir karakter yapısına sahip olmalılar.
Bu heyet, uzmanlara raporlar hazırlatarak ülkenin siyasî, iktisadî, kültürel, eğitimle ilgili, üniversiteleri ilgilendiren ve başka konulardaki temel meseleleri ve dertleri ile ilgili çareler ve çözümler araştırmalı, bunları bildiriler, manifestolar şeklinde aydınlara ve halka ilân etmeli, duyurmalı.
Bu heyetin hiç bir yaptırım gücü olmamalı. Üyeleri başkanlık, makam mevki, siyasî liderlik yapamamalı, geçimleri dışında büyük ticarî işlere bulaşmamalı.
Bu bir hayaldir. Lakin emin olunuz Türkiye’nin, hepimizin bu hayalin gerçekleşmesine ihtiyacımız vardır.
Bugünkü pis, kirli, iğrenç hava hepimizi boğuyor. Temiz havaya çıkmalıyız. Böyle bir heyet teklifleri, çare ve çözümleri, yapıcı tenkitleri, güçlü tahlilleri, değişimle ilgili plan ve programları ile ülkeye temiz hava getirebilir. Bu heyet, muhtaç olduğumuz millî tesanüt, barış ve uzlaşmayı sağlayabilir.
Toplum şaşırmış vaziyettedir. Günlük dedikodularla uğraşmak yüzünden asıl önemli ve devamlı meselelere eğilen kalmamış gibidir. Bütün ileri, medenî, akıllı ülkeler ve milletler akıl almaz gelişmeler sergilerken biz anarşi, kokuşma, rüşvet, hırsızlık, bütçe talanı, çetecilik ve mafyacılık, zulüm, ehliyetsizlik, câhillik içinde nur topu günlerin kanına giriyoruz. Osmanlı cihan devletini kurmuş olan şu milletin haline bakınız. Bu böyle devam eder mi? Bu rezaletler ve hıyanetler hep böyle sürer mi? Bir gün gelecek büyük bir çatırtı olacak ve dam başımıza çökecektir. Niçin tedbir alınmıyor?
1. Herkesi okuturuz, böylece bilgi ışıkları her yeri aydınlatır ve halk yükselir, ülke kalkınır.
– Okutmakla halkın yükselmesi ve ülkenin kalkınması iki şeye bağlıdır. Bir, ne okuttuğuna; ikincisi kimleri okuttuğuna; Hak, doğru, güzel, faydalı, hikmetli ilimler okutacaksın; bunları okumaya, öğrenmeye ehil, layık kaliteli insanları okutacaksın. Hazret-i Ali, “Eşrara (şerlilere, kötülere) ilim öğretmek, eşkiyaya silah temin etmek gibidir“ buyurmuştur.
2- Bugünkü anayasa iyi ve uygun değildir. Onun yerine iyi bir anayasa hazırlanıp yürürlüğe konulursa devlet, halk, ülke kurtulur.
– Bu kadar ucuz değildir kurtulmak. Anayasanın değiştirilmesi elbette gerekir ama anayasa sihirli değnek değildir. Tepeden tırnağa kadar köklü, büyük, esaslı bir değişim gerekmektedir. İlk önce resmî ideoloji kaldırılacak, sonra eğitim ve üniversiteler millî kimliğe, akla, hikmete uygun bir yapıya sokulacak; politika, hukuk, temel müesseseler islah edilecektir. Dört başı mâmur ve her konuyu içine alan bir kurtuluş plan ve programı hazırlanıp tatbikata geçirilmedikçe kurtuluş ve yücelme bir hayaldir. Böyle bir plan ve program yapılsa bile, başarılı bir şekilde uygulanmadığı taktirde yine netice alınmaz.
3. Şu anda en büyük eksikliğimiz paradır. Para bulunur, borçlarımız ödenir, iktisat rayına oturtulursa kriz ortadan kalkar.
– En büyük eksikliğimiz para değil beyindir. Biz bu kafa ve zihniyetle gidersek, Amerika’nın bütçesini bize verseler onu da yer bitirir, israf eder ve yine düze çıkamayız. Bize, 1945’te İkinci Dünya Savaşı’ndan feci şekilde yenik çıkan ve kayıtsız şartsız teslim olan Almanya ve Japonya’daki gibi beyinler, kaliteli insanlar ve iradeler lazımdır. Ülkeleri, devletleri, milletleri güçlü yapan insanlarının kalitesidir.
4. İslâm uygulanırsa Türkiye kurtulur, yükselir.
– Nazarî bakımdan bu söz doğrudur. Lakin İslâm’ı hangi kadrolar, hangi beyinler uygulayacak, bu husus mühimdir. Pakistan bir İslâm Cumhuriyetidir ama orada işler iyi gitmiyor, darbeler oluyor. 200 milyar dolar kara para varmış orada. Ülkede büyük bir kokuşma mevcutmuş. Bu ülkede İslâm’ı kırsal kesim, gecekondu, varoş zihniyetli Müslümanlar hakkıyla uygulayamaz. Bilgi, aksiyon ve estetik bakımdan çok kaliteli, çok güçlü, çok üstün Müslüman kadrolar bulunmadıkça İslâm uygulanamaz.
5- Bizi düşmanlarımız bu hale getirdi. Onlar olmasa her şey düzelecek, işler yoluna girecek.
– Bunlar kuruntudur. Bizim en büyük düşmanımız kendimiziz. Dışarıdaki düşmanların önemini abartmayalım. Cahil, ahlâksız, kalitesiz, faziletsiz, emanete hıyanet eden bir Müslüman İslâm’ın ve Müslümanların dolaylı bir düşmanıdır. Yine yamuk işler yapan faziletsiz bir Türkçü ve milliyetçi de Türklerin ve Türkiye’nin düşmanıdır.
6- Türkiye’yi kurtaracak şey sekülerleşme, yani çağdaşlaşma, din ile hayatı birbirinden ayırmaktır.
– Türkiye dinden uzaklaştıkça batmaktadır. Çağdaşlığın bu noktasında bu kadar batmış bulunuyoruz. Çağdaşlık daha ilerlerse daha fazla batacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Din hayat demektir, o giderse hayat, varolmak da gider.
7- Türkiye İslâm ülkeleri içinde durumu en iyi olan memlekettir. Bunu da dinsizliğe borçluyuz.
– Ne büyük bir hezeyan. Bir kere Türkiye’nin durumunun iyi olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Binaenaleyh en iyi olması da mevzuubahis değildir. “İslâm dünyası içinde durumu en az kötü olan Türkiye’dir“ denilse bile bu da tartışılabilir bir iddiadır.
8. Cumhuriyet tehlikededir. Devletimizi tehdit eden en büyük tehlike de irticadır.
– Cumhuriyetin tehlikede olduğu doğrudur. Ancak irtica diye bir tehlike yoktur. Asıl tehlike ehliyetsizlik, liyakatsizlik, derin devletçilik, resmî ideoloji, demokrasiye ve hukuka aykırı teori ve uygulamalar, kokuşma, devletin ve mahallî idarelerin bütçelerinin hortumlanması, ülkenin çok kötü idare edilmesi, İslâm’ın ve Müslümanların tehlike olarak görülmesi, Sabataycı militan bir azınlığın diktatörlük hevesi, rüşvetin yaygınlaşması, eğitimin ve üniversitelerin dejenere edilmesi, din ve inanç hürriyetinin çiğnenmesi, yüksek tabakanın dejenere olması gibi hususlardır. Cumhuriyet fazilet rejimidir. En büyük tehlike faziletsizliktir.
9- Laikliği var gücümüzle koruyacağız.
– Bir şeyin korunabilmesi için öncelikle var olması gerekir. Türkiye’de laiklik yoktur ki, korunabilsin. Bizdeki sistem “Devlet dini“ sistemidir. Laiklik boş bir edebiyattan ibarettir. 1928’de anayasadan, “Devletin dini, İslâm dinidir“ maddesi kaldırılmıştır ama uygulamada bu madde yürürlüktedir. Kabinede din işlerinden sorumlu bir bakan bulunmaktadır. Devletin resmî bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardır. Devletin, resmî memur statüsünde yüz bin imamı, müezzini, müftüsü, vaizi, din hocası mevcuttur. Devletin beş yüzden fazla İmam-Hatip okulu, onyedi İlahiyat Fakültesi vardır. Böyle bir sistem nasıl laik olabilir?
10- Laiklik cumhuriyetin, medeniyetin, yücelmenin, ilerlemenin vazgeçilmez şartıdır.
– Dünyada, anayasalarında laiklik yazan iki ciddî ve büyük devlet vardır ki, bunun biri Türkiye, diğeri Fransa’dır. Türkiye’de laikliğin adı vardır, kendisi yoktur. Fransa gerçekten laiktir. Bu iki devletin dışındaki bütün büyük, güçlü, kalkınmış, medenî, ilerleyen devletler laik değildir. Meselâ demokrasinin, hukukun, insan haklarının vatanı olan İngiltere’de devlet başkanı aynı zamanda millî Anglikan kilisesinin de başkanıdır. Komşumuz Yunanistan Avrupa Birliği’ne girdi, orada da laiklik yoktur; din ve devlet uyumu ve işbirliği vardır. Dünyanın en güçlü devleti olan ABD’de paraların ve pulların üzerinde “Biz Allah’a güveniyoruz“ yazılıdır ve orada yaşayan Müslümanlar dinlerinden, inançlarından, başörtülerinden, sakallarından, kıyafetlerinden dolayı hiçbir zulme, baskıya mâruz kalmamaktadır.
11- Biz kadınları hürleştirdik. İslâm’da kadın hakları kısıtlıdır.
Sınırsız hürriyet olmaz. Kadınlara, üzerinde devletin resmî damgası bulunan “vesikalarla“ fuhuş yapmak hürriyeti ve imkanı tanınamaz. Hürriyet tek başına bir değer ve mânâ taşımaz. Onun yanında saygı, haysiyet, adalet gerekir. Kadın, insan olmak bakımından hukuk önünde erkeğin eşitidir. Lakin kadın kadındır, erkek de erkek. Niçin futbol takımlarında kadınlarla erkekler birlikte oynamıyor? Niçin olimpiyatlarda kadınlar ayrı, erkekler ayrı ekipler halinde yarışıyor? Niçin orduların yarısı kadın, yarısı erkek değil? Niçin dünyanın hiçbir ülkesindeki parlamentoda milletveklilerinin yarısı kadın, yarısı erkek değil?.. İslâm anne olarak, zevce olarak, iffetli kadın olarak kadınlara en büyük değeri vermiştir. Ne kölelik ve ikinci sınıf insan statüsünde bulunmak, ne de ölçüsüz bir hürriyet. İslâm’ın kadın konusundaki hükümleri ve tutumu orta yoldur, itidaldir, yaratılışa ve tabiata en uygun mevkidir. Kadına resmî fahişelik vesikası verenler, kadını seks ve şehvet âleti olarak görenler, tesettür ve kafes aleyhtarı bir edebiyatın gölgesinde kadını her yerde ve her fırsatta kafesleyenler kadın haklarından bahsetmesinler.
MÜSLÜMANLAR rahata, konfora, lükse, keyfe, zevke, kolaylığa düşkün oldu. Dinî hassasiyet ve titizlik her geçen gün azalıyor. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapılmıyor; kötülüklere, zulme, zındıklık ve sapıklıklara meşrû hudutlar içinde gereken reaksiyon gösterilmiyor, haksızlığa ve felakete mâruz kalan Müslümanların yardımına gereği gibi koşulmuyor.
Müslümanlar böyle pasif, mızmız, uyuşuk, duygusuz, gayretsiz, hamiyetsiz hale nasıl gelmişler veya getirilmişlerdir?
Din baronlarının aklı fikri para, menfaat, şöhret, riyaset ve alkış temin etmektir. Kendilerine bir tenkit yöneltilince küplere binerler ama dine saldırılınca sesleri çıkmaz.
Din nasihat (öğüt) demektir. Resûlullah efendimize (Salat ve selam olsun ona) “Din nedir?” diye sorulmuş, “Nasihattir” buyurmuşlar. Soru iki kere daha tekrarlanmış, ikisinde de aynı cevabı vermişler, “Nasihattir” demişlerdir. Bugün ülkemizde Müslüman halka, idarecilere, aydınlara, hattâ İslâm karşıtlarına nasihat edecek ulema ve meşâyih sınıfı kalmamıştır. Diyanet teşkilatı rejimin ağır baskısı altındadır, gerekli ve yeterli nasihati yapamıyor.
Yıllardan beri Müslümanlar günlük dedikodular, incir çekirdeğini doldurmaz sun’î reçeteler, faydasız gündem maddeleri ile meşgul edilip duruyor. Milyonlarca dindara, olmayacak dualara âmin dedirtiliyor. İslâmî hizmetler yapacağız, İslâm nizamını getireceğiz, Asr-ı Saâdet’i yine yaşatacağız diyerek son otuz yıl içinde Müslümanlardan, yekûnu milyarlarca dolara varan paralar toplandı. Bunların ne kadarıyla mutlaka yapılması gereken, elzem, zarûri, hayatî hizmetler yapılmıştır? Müslümanların birinci ligte oynayan çok vasıflı, çok güçlü, çok üstün bir medyası bile yoktur.Din baronları köylü, gecekondu zihniyetli, varoş kafalı insanlardı; İslâmî kesimi de kendilerine benzettiler. Ümmet-i Muhammed’i futbol kulübü yapılı bir sürü cemaate, hizbe, fırkaya ayırdılar; câhil Müslümanları bu kulüplerin hooliganları haline getirdiler, birtakım amigolar yetiştirdiler.
Müslümanların stratejik araştırmalar yapan ciddî enstitü ve vakıfları yok. Müslümanların dünya standartları seviyesinde eğitim veren güçlü kolejleri yok. Müslümanların mimarlıkla, şehircilikle, hukukla, güzel sanatlarla, giyim kuşam tasarımıyla ilgili müesseseleri yok. Müslümanlar bu ülkede kelle sayısı, kemiyyet itibarıyla çoğunluktalar ama barolar birliği onların elinde ve kontrolünde değil, mühendisler odası onların kontrolünde değil, keza mimarlar odası da Müslümanların elinde değil, Müslümanlar sanki kuru kalabalık durumuna düşürülmüştür. Peki bunca din baronu, kocaman ve kodaman Müslüman, küçük dağları ben yarattım edasındaki pabucu büyükler şimdiye kadar ne yapmışlardır? Bunların bazıları mal beyanında bulunabilirler mi?
Zındıklar, sapıklar dinî sahada cirit atıyor, ucu küfre kadar gidecek bir sürü yanlış fetva ve ruhsat veriyor, lakin dinî kesimin sorumlularından bir itiraz iniltisi bile çıkmıyor. Geçen gün bir gazetede ilahiyatçı bir adamın “Kur’ân’da kadınların tesettürü konusunda kesin emir yoktur” şeklinde bir görüşünü okudum. Böyle bir hezeyana karşı Müslüman kesimden büyük reaksiyon gelmeliydi. Eli kalem tutan hocalar, din tahsili yapmış kişiler hemen cevap vermeliydi. Maalesef böyle şerhler, reddiyeler, cevaplar yazılmıyor. Şeyh Filânüddin efendiye bağlı olan bir Müslüman, Filanüddin hazretlerine saldırılınca büyük reaksiyon gösteriyor ama dine, Peygamber’e, Kur’ân’a, Şeriat’a saldırılınca tepkisiz kalıyor. Bu da bir sapıklık değil midir?
İlahiyatçı bir zındık on küsur yıldır bir sürü hezeyan üretti. Bu adamın kitap ve makalelerinde binlerce bozuk yer var. Bu adamı bütün dinsiz gazeteler, televizyonlar reklam ediyor. Kazandığı paraların milyonlarca doları bulmuş olduğu söyleniyor. Peki bu adama karşı ehl-i sünnet ve cemaat hocaları gereken cevapları veriyorlar mı? Heyhat!
Dinsizliklere, zındıklıklara, sapıklıklara cevap vermek o kadar zor bir iş değildir. Yüzlerce sayfalık bozuk bir kitap, otuz kırk sayfalık bir reddiye ile berhava edilebilir. Lakin bu işi kimler yapacak? Bu iş için para lazımdır. Hizmet edeceğiz, faydalı faaliyetler yapacağız, sizi kurtaracağız diye Müslümanlardan milyarlarca dolar toplayan sahte önderler, din baronları, sahte şeyhler, sahte kurtarıcılar böyle zarurî ve elzem (en lüzumlu) hizmetler için zırnık vermezler.
Dinî bir cemaat, dinimizi temellerinden dinamitleyen bir zındığa resmen ödül vermiştir. İslâmî kesimin kalemşörlerinin, çokbilmişlerinin, baronlarının bu taltifi tenkit etmeleri gerekmez miydi?
Bazıları, zındıkların da din hizmeti yaptığını iddia ediyor. İyi bilinmelidir ki, zındıklıkla din hizmeti birlikte yürümez. Hindistan ve Pakistan’da kendilerini has Müslüman olarak gösteren Kadiyaniler vardır. Bunlar, 1912’de vefat etmiş olan sahte mesih ve yalancı peygamber Gulam Ahmed Kadiyanî’nin peşinden giderler. Onların dininde Kelime-i şehadet şöyledir: “Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hazret-i Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna ve Mirza Gulam Ahmed’in nebi olduğuna şehadet ederim.” Bende onların Moris adasında basılmış Fransızca bir ilmihal kitapları var, aynen böyle yazmaktadır. Bu adamlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, hacca giderler, din propagandası yaparlar. Fakat Mirza Gulam Ahmed’i peygamber olarak kabul ettikleri için dinden çıkmışlardır. Pakistan millet meclisi, Kadiyanilerin Müslüman olmadıklarına dair bir kanun çıkartmıştır. Bu adamlar hem Kur’ân okurlar, hem de Gulam AhmedKadiyani’nin Arapça, Farsça, Sanskritçe karışımı kitaplarını kutsal kitap olarak kabul ederler. Bunların dünyanın çeşitli yerlerinde misyonerlik teşkilatları vardır. İslâm’a çağırıyoruz diye kendi özel dinlerine çağırırlar. Şimdi Kadiyaniler için, “Bunlar dine hizmet ediyorlar, tenkit edilmesinler” demek doğru olur mu?
Müslümanlara nasihat etmek gerek. Müslümanları uyarmak gerek. Müslümanların daha hassas, daha gayretli, daha hamiyetli, daha uyanık, daha şuurlu olmaları için propaganda ve telkinat yapmak gerek.
GEÇEN cumartesi gecesi Konya’da, Belediye’nin dâveti üzerine bir konuşma yaptım. Ben bir şehre gidince öncelikle orada sahhaf ve antikacı dükkanı var mı, onu sorarım. Konya’da epeyce antika ve eski eşya satan dükkan var, hayli dolaştım, bir şey alamadım. Lakin bu büyük ve tarihî şehrimizde hiç sahhaf dükkanı yoktu. Bu büyük bir eksikliktir. Konya rastgele bir şehir değildir. Selçuklu ve Karamanlı devletine başkentlik yapmış, büyük bir tarih, kültür, sanat mirasına sahip böyle bir metropolde mutlaka sahhaf dükkanları bulunması gereklidir. Şehirleri şehir yapan şeyler kütüphaneler, mektepler, üniversiteler, sanat faaliyetleri, ilim ve irfan çalışmalarıdır.
Selçuklu eski belediye başkanı İsmail Öksüzler bey anacaddede “Topkapı Sanat Galerisi” adıyla bir Türk-İslâm el sanatları mağazası açmış. Hüsn-i hatlar, ebrular, minyatürler ve başka sanat eserleri satılıyor. Gezen, ilgilenen, satın alan vatandaşlar vardı. Tebrike şayan bir teşebbüs. Böyle mağazalar her şehirde açılmalı. İsmail beyden Konya’da millî sanatlarımızla uğraşan bazı zatların isimlerini öğrendim:
– TEZHİP: Sami Öksüz, Sinan Hidayetoğlu, Bilün Martı.
– HÜSN-İ HAT: Dr. Hüseyin Öksüz, Yar. Doç. Fevzi Günüç, Dr. Esad Güçlü.
– ÇİNİ: Veli Tuna, Erdoğan Uslu, Nurgül Uslu.
– RAHLE (Ağaç oyma): Faiz Bilge, Cengiz Bilge.
– TESBİH: Nuri Küçükokka.
– BAKIR DÖĞME: Ziya Öztürk.
– KEÇECİLİK: Mehmet Girgiç.
– EBRU: Saadettin Özçimi.
– KÜNDEKÂRİ: Mevlüd Çiller, Ahmed Yılçay.
– SERAMİK: Ali Rıza Yeni.
Başka değerli sanatkarlar da vardır ama, benim isimlerini öğrendiklerim bunlar. Belediyenin bu sanatkarları ve sanatlarını himaye ve teşvik etmesi, tanıtması temenni olunur.
Konya Belediyesi “Destegül Güzel Sanatlar Mektebi” adıyla bir müessese kurarak büyük bir hayır ve hizmet etmiş bulunuyor. Bu mektepte şu anda hüsn-i hat, tezhib, Selçuklu çinisi, klasik kitap cildi sanatlarıyla Osmanlı dersleri veriliyor. Konya gibi büyük bir şehrimize beş sanat ve bilgi dalı azdır. Haddim olmayarak en kısa zamanda bunlara:
El yapımı kağıt, kumaş üzerine yazma, pişmiş topraktan sanat eserleri, sedefli eşya ve mobilyalar yapımı gibi sanatların da eklenmesini temenni ederim. Kaybedecek zamanımız yoktur. Bir kere başlansın, devamı gelir.
Belediye Mevlana dergahı civarındaki eski evleri istimlak edip büyük masraflarla oralara eski Konya evleri yaptırmış. İftar yemeğimizi o evlerden birinde yer sofrasında yedik.
Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Özkafa bey inançlı, enerjik, kültürlü, ufku geniş bir zattır. Kendisinden çok hizmetler, nice hayırlı faaliyetler bekliyoruz.
Konya’da en az bir milyon kitabı ihtiva edecek büyük, ciddî, kıymetli kitaplarla dolu bir kütüphane kurulması şarttır. İnşaallah Belediye bu hususta da teşebbüse geçer. Böyle bir kütüphaneye değerli özel kütüphanelerini hibe edecek birçok şahsiyet çıkacaktır. Mısır’da İskenderiye’de sekiz milyon kitaplık bir kütüphane kurulma faaliyetleri yapılıyor, binası bitti. Konya’da niçin bir milyonluk bir kütüphane olmasın?
Konya’yı Konya yapacak şeyler asfalt yollar, beton binalar, kanalizasyonlar, çeşmeler değildir. Konya, Mevlânâ medeniyetinin ve kültürünün merkezi haline getirilmelidir. Bu da kaliteli mimarî eserleri, ilim faaliyetleri, araştırmalar, kültür, sanat ile olur.
Belediye bir tasavvuf musikisi ilahî grubu kurmuş, konserlerini zevkle dinledik. Tebrik ediyorum.
Alakamı çeken bir hususu da zikretmek isterim: Karatay Belediyesi eski geleneksel tandır ekmeklerimizi birkaç ev hanımına yaptırıp sattırmaya başlamış, iftarda onlardan yedik. Eskiye ait, kendimize mahsus böyle şeyleri yaşatmak, diriltmek gerekir.
Konya’ya uçak seferleri yapılıyor ama sivil havaalanı yok, askerî havaalanından istifade ediliyor. Bir an önce sivil havaalanı yapılmalı ki, gidiş geliş daha kolay olsun, ticaret ve sanayi daha fazla inkişaf etsin.
Pazar sabahı Konya’dan uçağa binerken bekleme salonundaki bazı manzaralara ibretle baktım. Uçak yolcuları genellikle varlıklı kişilerdir. Lakin hayli yolcunun çantaları ve bavulları iplerle bağlanmıştı, kılık kıyafetler de pek düzgün değildi. Bu hal Türkiye’ye hâkim olan köylü ve kırsal kesim kültürünü gösteriyor. İlerlemek istiyorsak şehirlileşmeliyiz. Avrupaî mânada değil, bizim kendi kimliğimize, kişiliğimize, geleneklerimize göre şehirlileşmeliyiz.
Konuşmamı dinlemeye hayli üniversite talebesi gelmişti. Onlara var güçleriyle, öncelikle yazılı ve edebî zengin Türkçe’yi, Osmanlıca’yı öğrenmelerini tavsiye ederim. Bizdeki liseler, eğitim sistemi iflas etmiştir, diplomaların hiçbir kıymeti kalmamıştır. Paralel ve alternatif eğitim yolları bularak genel kültür edinmeleri şarttır.
Konya Belediyesi, o yapamazsa başka kuruluşlar Müslüman kadın ve kızların daha kaliteli, daha sanatlı, daha zarif, daha üstün bir tesettür kıyafetine bürünmeleri için çalışmalar yapmalı; gerekirse kurslar açmalıdır. Bunun için icabında Konya’ya modacılar, tasarımcılar, bu işi iyi bilen kimseler davet edilip fikirlerinden, görüşlerinden, tavsiyelerinden yararlanılmalıdır.
Mevlana törenleri dolayısıyla Konya’da geleneksel sanatlarımızla ilgili sergiler açılmıştı, onları gezdim, sevindim.
Yapılan hizmet ve faaliyetler tebrike, teşekküre, takdire şayandır. Lakin bunlar asla yeterli değildir. Milletimiz, ülkemiz, inançlarımız, kendi öz kimliğimiz için ne kadar çalışsak ve çırpınsak azdır.
Kısa seyahatim esnasında görüştüğüm, bana yardımcı olan, ilgi ve güleryüz gösteren herkese teşekkürlerimi arzetmeyi bir borç bilirim.
BU memlekette her şey var. Üç tarafı denizlerle çevrili geniş bir ülke, yetmiş milyona yaklaşan bir nüfus; münbit topraklar, ormanlar, madenler; ziraate, hayvancılığa, sanayie müsait imkanlar ve şartlar; büyük bir tarih ve kültür mirası, evet her şey mevcut. Lakin çok önemli bir unsur yok. O da vasıflı, güçlü, üstün insan unsuru. Yeterli miktarda böyle insanlar bulunmadıkça hiçbir şey yapılamaz.
Politikacılarımız, idarecilerimiz, aydınlarımız, seçkinlerimiz, üst tabakamız vasıflı değil. Nasıl vasıflı olunur. İnsana vasıf, güç, üstünlük kazandıran şeyler üç kategoride mütalaa edilir:
Birincisi: Bilgi ve inanç bakımından,
İkincisi: Aksiyon, amel, ahlâk, fazilet bakımından,
Üçüncüsü: Güzellik, sanat, estetik bakımından.
Vasıflı, üstün, güçlü, yeterli insanlar kendi kendilerine yetişmez. Okullar, üniversiteler, eğitim sistemleri adam yetiştirir. Bizde vasıflı adam yetiştiren müessese yoktur. Bu gibi müesseseler çökertilmiştir. Türk milleti cahillik ile terbiye edilmektedir.
İyi bir anayasa yapılırsa her şey düzelirmiş. Ben böyle aptalca dualara âmin demem. Elbette iyi bir anayasa yapılmalıdır. Ama iyi, güçlü, vasıflı, üstün adamlar ve kadrolar olmazsa iş başında, sadece iyi anayasa bir işe yaramaz.
Müslüman, inançlı, dindar elemanlardan müteşekkil kadrolar işleri düzeltir, memleketi selamete çıkartabilirmiş. Bu da bir hayalden ibarettir. Şayet Müslümanlar vasıflı, güçlü, üstün, yüksek seviyede olmazlarsa onlar da bir iş yapamazlar.
Dünyanın güçlü, medenî, ileri, başarılı, mâmur, zengin ülkelerini böyle yapanlar oralardaki kaliteli idarecilerdir.
Birkaç istisnaî vasıflı kişi ile ülke düzelmez. Yeterli sayıda olmaları ve kadrolaşmış bulunmaları gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu 17’nci asırdan itibaren duraklamaya, gerilemeye ve çökmeye başlamıştır. Japonya harikalar meydana getirirken biz boş veya yanlış işlerle uğraşıp durduk. Japonlar Şintoizme ve Budizme karşı savaş ilan etmiş, milletin kimliğini değiştirmek için didinip durmuş olsalardı bugünkü ileri, güçlü, üstün hale gelebilirler miydi?
Sovyetler Birliği ateizm propagandası yaptı, Bozbenjik teşkilatı ile Allah’la ve dinle savaş etti de neticede ne oldu? Sistem çöktü, ardından korkunç bir kaos ve iflâs meydana geldi.
Kaliteli, güçlü, üstün insanlar soygun, talan, hortumlama, haramilik, hırsızlık, rezillik yapmazlar. Devletin malı deniz, yemeyen domuz zihniyetiyle hareket etmezler. Vasıflı olmanın şartlarından biri de ahlâklı, faziletli, şerefli, namuslu, hakkaniyetli olmaktır.
Türkiye’nin bugünkü hale gelmesinin iki ana sebebi vardır:
Birincisi: Azgın, saldırgan, kuduz, militan, insafsız din ve iman düşmanlığıdır.
İkincisi: Dine hizmet perdesi ardında din sömürüsü yapılmasıdır.
İsrail’de dinsiz ve Allahsız Yahudiler bile Tevrat’a ve Musevî şeriatına hürmetkârdır. İsrail’de, bizde olduğu gibi, millî kimliği ayakta tutan dine karşı savaş ilan edilse; devlet de, ülke de bir iki yılda çöker, batar.
Amerika Birleşik Devletleri’ni bugünkü hale getiren güç kaynaklarından biri de, orada dine, inanca, din hürriyetine son derece önem verilmesi, saygı gösterilmesi, paraların ve pulların üzerine “Biz Tanrı’ya güveniyoruz” diye yazılmış olmasıdır. Amerikan rejimi dinlere, dindarlara savaş açsın, kısa zamanda ülke de, devlet de, millet de dejenere olur batar.
Türkiye’de Müslüman çok ama vasıflı, güçlü, tuttuğunu kopartan, himmetiyle dağları deviren, harikalar meydana getiren üstün Müslümanlar ya hiç yok, yahut birkaç istisnaî kişiden ibaret. Üstün Müslümanlar yetiştirecek ne mektep var, ne üniversite, ne de bir eğitim sistemi. Şucular, bucular, ocular, feşmekan efendiciler, falan hazret taraftarları ile sadra şifa olacak bir şey yapılamaz.
Kötü sistemi değiştirmek, onun yerine doğru ve iyi bir sistem getirmek için yola çıkmışlar, bir sürü edebiyat yapmışlardı. Sonra ne oldu? Bozuk sisteme entegre oldular ve onun haram, necis, kirli, pis, gayr-i meşru rant ve kemiklerini yemeye başladılar.
Selahaddin Eyyubî ile Haçlılarla işbirliği yapan bazı hain ve sürüngen atabekler bir olur mu hiç? Şeyh Şâmil gibi hakikî ve muhlis mücahidlerin mağlubiyetleri bile sahte kahramanların düzmece cihad ve zaferlerinden üstündür.
Dini imanı para olan, nefs-i emmaresine put gibi tapan adamlar İslâm’a ve ümmete hizmet edebilir mi?
Ben malının ve servetimin hiçbir kısmını ve parçasını saklamamak şartıyla mal beyanında bulunamayan adamlara dâvâ adamı demem. Dâvâ adamlığı ile bezirganlık birlikte yürümez.
Memleket, millet, devlet çok kötü vaziyette, her taraftan çatırtılar duyuluyor ve o sefiller güruhu hâlâ kendi hubb-i riyasetleri, kendi şahsî menfaatleri ve nüfuzları, batasıca nefslerinin tatmini için çırpınıyorlar. Bu sefillere adam denilir mi?
Suya hasretinden şerha şerha çatlamış toprak gibi Türkiye kaliteli adam hasretiyle yanıyor. İlimli, irfanlı, kültürlü, hikmetli, ahlâklı, faziletli, karakterli, mürüvvetli, sanatlı, asaletli, ihlâslı, istikametli adamlar.
TÜRKİYE üzerinde büyük oyunlar oynanıyor. Lozan’ın gizli protokolları kadar önemli birtakım yeni anlaşmalar yapıldı ve yapılıyor. Milletin, aydınların bunlardan haberi yok. Köşebaşlarına Yahudi kökenli, yâni Sabataist, Selânik Dönmesi, Avdetî şahıslar ve kadrolar geçiriliyor.
Bundan sonraki devlet başkanının ve başbakanın Yahudi kökenli olması için sinsi faaliyetler, kulisler sürüp duruyor. Hal-i hazırda çok önemli bir şahsiyetin karısı Sabataycıdır ve perde arkasından hayli işler çevirmektedir.
Telaviv, Türkiye’de olup bitenleri, yapılanları, yapılması gerekenleri çok iyi takip ediyor ve planlıyor. İsrail’de ülkemizi bizden iyi bilen dünya çapında uzmanlar var. Bizde ise, İbraniceyi iyi bilen, İsrail’i tanıyan resmî veya gayr-i resmî tek büyük uzman yok.
Türkiye’nin başına büyük çoraplar örülüyor. Lozan’dan sonra bize sûrî ve zâhirî bir bağımsızlık tanımışlardı, şimdi onu da elimizden almak istiyorlar. Başkan Clinton Türkiye’ye geldiğinde, ABD Senatosu’nun Lozan’ı niçin imzalamamış olduğunu ona sormak gerekirdi.
Üniversitelerde terör havası estiren, Müslümanlara kan kusturan bir adamın Selanikli olduğunu söylediler. Resmine baktım, tipik bir Yahudi siması gördüm. Hayır, ben antisemit değilim. Profesör Avram Galanti gibi bir Yahudi, üniversitelerin başına geçse itiraz etmem.
Bir kısım Sabataycılar İslâm’a ve Müslümanlara sanki savaş ilân etmişlerdir. Çoğunluğunu Müslümanların teşkil ettiği bir ülkede bunu yapmaya hakları var mı? İslâm’a saygı göstermeye, Müslümanlarla iyi geçinmeye mecbur değiller mi? Bindikleri dalları kestiklerinin, kendi kuyularını kazdıklarının farkında değiller mi?
Müslüman kesim şaşkınlık içinde. Vaktiyle demokrasi küfürdür diyenler şimdi demokrasiye kasideler düzüyor; ABD’ye sövüp sayanlar şimdi ABD’den medet umuyor. Kırsal kesim, köylü, gecekondu kafalı, varoş zihniyetli bazı İslâmcı aydınlar tutarsızlıklar içinde.
Türkiye’nin bugünkü durumu, iç ve dış siyasî gelişmeler, İsrail ile yapılan sıkı ittifak ve işbirliği konusunda ciddî, ilmî, seviyeli, aydınlatıcı raporlar yok, stratejik araştırmalar yapılmıyor.
Meclis’te milletvekillerine yine kıyak yapılmak istendi. Lakin imanlı, İslâmcı, vatansever geçinen şahıs ve çevrelerden buna karşı büyük bir reaksiyon görülmedi. “Yan cebime koy” mu diyorlar?
Milletvekili maaşlarına zam yapılmasına şiddetle karşı çıkan, bu zam yapılınca da gerekli makamlara ve Meclis Başkanlığına müracaat ederek bu zammı almayan merhum Adnan Kahveci’yi hatırlıyorum. Rahmet olsun!
Aydınlık gazetesinde Yalçın Küçük Selanik Dönmeleri hakkında bilgi verip duruyor. Bunca mâlumatı hangi kaynaktan elde ediyor?
İslâmî kesimde yarım ağızla birbirlerine “Canım” diyenler var. Aslında onların “canım”ları, “canın çıksın” mânasınadır. Dil ile canım diyen, içlerinden ise canın çıksın diye beddua eden bu adamlar kimlerdir?
Birileri su gibi para harcıyor, trilyonları hesapsızca sarf ediyor. Bu paraları nasıl kazandılar acaba, bilgi verebilirler mi?
Hasan Celal Güzel hapishaneye girdi. Şimdi Ramazan, oraya kadar gidemem, inşaallah bayramdan sonra ziyaretine gitmeyi düşünüyorum. Soyadım tutmuyor diye görüştürmezler mi? Bilmem. Gerede cezaevinde yattığım sırada (1984), bir ziyaret günü ta İstanbul’dan gelen dostlarımı, soyadı tutmuyor diye benimle görüştürmemişlerdi.
Dört yüz bin lira para ile birkaç tişört gasbeden çocuklara yetmiş yedi sene hapis cezası verilmiş. Koskoca bankayı soyan büyük, kravatlı, pahalı elbiseler giyen, özel uçağıyla seyahat eden adam ise izzet-i ikbal ile yaşıyor. Pozitif hukuk sisteminin böyle cilveleri var.
Bu Kaçıncı Soygun
CAMİLERDEKİ soygunlar devam ediyor. En son, Beşiktaş’ta Sinan Paşa camiine giren hırsızlar kıymetli hüsn-i hatları alıp götürmüşler. Götüremediklerine de zarar vermişler. Önce hırsızlardan başlayayım: Bunlar namussuz, şerefsiz, alçak, rezil, muhannes, hayvandan da aşağı kimselerdir. Bunlar para, menfaat için kudurmuştur. Çaldıkları levhalardan birkaç milyar kazanıp da bunları âfiyetle yiyeceklerini sanıyorlarsa çok aldanıyorlar. Uğursuzluk, belâ, musibet içinde yaşayacaklardır.
Vakıflar ve Diyanet maalesef camilerdeki halıları, tarihî eşyayı, çinileri, alemleri, hatları gereği gibi koruyamadı. Emirgân camii hat müzesi gibiydi. Birkaç levhadan başka bir şey kalmadı orada. Soyguncular da bildiğimiz cihetten hırsızlar değildi.
Eski camilerde yüzyılların birikimi olan antika halı ve kilimler de planlı, sistematik bir şekilde yok edildi.
Camilerdeki, türbelerdeki vakıf kıymetli eşyanın nasıl çalındığına, nasıl korunmadığına, nasıl yok edildiğine dair mutlaka ve mutlaka bir kara kitap çıkartılmalıdır.
Koskoca bir padişahın türbesine gidiyorsunuz, sandukasının üzerinde en âdisinden yeşil bir bez görüyorsunuz. Halbuki vaktiyle bunun üzerinde çok kıymetli, tarihî, sanat değeri yüksek bir pûşide örtülüydü. Bu örtü ne oldu? Hangi kırılasıca eller onu alıp yerine berbat bir yeşil bez serdiler?
Birtakım kimseler para ve menfaat hırsıyla çılgına dönmüştür. Bazıları da cahillikten, nâdanlıktan geberecek haldedir. Bunlar ne beyinsiz adamlardır ki, değeri bir milyar lira eden antika eski bir seccadeyi verip yerine on milyon lira etmez makina dokuması bir paçavra sermekte ve sonra da ellerini eblehçe oğuşturarak “Oh ne gözel oldu, eski ve pis halıdan kurtulduk. Yepyeni, yemyeşil, güpgüzel bir seccade serdik…” demektedir.
Yakın tarihimizde başta camiler ve tekke binaları olmak üzere taşınır ve taşınmaz vakıf malları tam mânasıyla bir yağmaya mâruz kalmıştır. Bende 30’lu yıllarda, satışa çıkartılmış vakıf binalarının listesini gösteren ve resmî bir makam tarafından reklam ve ilan maksadıyla bastırılmış bir broşür bulunmaktadır.
Bazıları için cami soygunlarının önemi yoktur. Halılar, kilimler, hüsn-i hatlar, şamdanlar, çiniler, alemler gidiyormuş, ne gam. Hoparlörler, takunyalar, “Aziz Müslüman, pabucunu öyle değil, böyle tut” levhaları, kaloriferler, “Buraya ayakkabı koymayınız” yazıları ve plastik tesbihler çalınmasın da, isterse cihan yıkılsın.19 Aralık 1999 Pazar
Mübarek Ramazan ayındayız. Bu ay rahmet ayıdır. Müslüman olarak kendimizi toparlamamız, islah etmemiz için Ramazan fırsatından yararlanmamız gerekir. Bu ay oruç ve ibadet ayıdır. Tıkınma, israf, gösteriş zamanı değildir. Zekatlar, sadakalar, fitreler fakirlerin hakkıdır. Hiçbir din baronunun ve cemaatinin bunları başka maksatlarla toplamaya hakkı yoktur. Ülkenin iktisadî ve ticarî durumu çok bozuk, milyonlarca vatandaş işsiz ve sefil duruma düşmüş bulunuyor. Bunların yardımına koşulmalıdır. Muhtarlara, esnafa, bilenlere sorulmalı ve sıkıntı çeken vatandaşlar, aileler bulunarak kendilerine nakdî (para olarak) yahut aynî (mal ve eşya olarak) yardım yapılmalıdır. Eğer bazı baronlar, cemaatler dinî hizmet ve faaliyetler için para toplamak istiyorlarsa, zekattan ve fitreden başka paralar istemelidir. Fakirlerin hakkını almak asla doğru olmaz. “Biz sadece kendi hizmet ve faaliyetlerimize bakarız, başka hiçbir şey bizi ilgilendirmez” demek doğru değildir. Müslümanlar bir bütündür, ülke bir bütündür. Bizim, gerektiğinde gayr-i müslim fakirlere bile yardım etmemiz gerekir. Bir de, iftarları siyasî, ideolojik, şahsî nüfuz ve prestijle ilgili propagandalara âlet etmemek lazımdır. Böyle show’lar İslâm ahlâkına uygun düşmez.
Senelerce feryat ederek yazdım, “Müslümanlar ciddî bir stratejik araştırmalar enstitüsü veya vakfı kursunlar, gerekli araştırmaları yapsınlar, istikbale ait senaryoları tesbit etsinler” diye. Bu feryatlarım hiçbir ilgi görmedi. Böyle bir müessese kurulmuş olsaydı, Türkiye Avrupa Birliği’ne girebilir mi? Girerse; siyasî, hukukî, iktisadî yapısında ne gibi değişiklikler olur? AB’ye girmenin Müslümanlara ne kadar yararı dokunur, ne kadar zararı olur? Bu işin maslahatı mı daha çoktur, mefsedeti mi?.. gibi soruların cevaplarını şimdi öğrenmiş olurduk.
Atatürkçü, Birinci Cumhuriyet’çi, laik, devrimci Altemur Kılıç AB’ye aday olmamız dolayısıyla derin üzüntü ve keder izhar ediyor. Neredeyse karalar bağlayacak, yas tutacak.
Vaktiyle AB’ye girmemize son derece muhalif olan birtakım İslâmcılar ise şimdi fikir değiştirmiş bulunuyorlar ve katılmamızı uygun görüyorlar.
Bugünkü haliyle Türkiye AB’ye kabul edilir mi? Kesinlikle kabul edilmez. Resmî ideolojinin kalkması, rejimin değişmesi, anayasanın tekrar yazılması gerekir. 28 Şubat’ta dolaylı bir hükümet darbesi yapılmıştı. Şu anda Türkiye’yi devlet değil, derin devlet idare etmektedir. Avrupalılar deli değiller ki, böyle bir rejime sahip olan bir ülkeyi birliklerine üye olarak alsınlar.
AB’ye üye olarak kabul edilmemiz için ordu ile ilgili birtakım büyük değişikliklere, reformlara gidilmesi gerekir. Bazıları buna razı olurlar mı?
Ülkemiz Avrupa Birliği’ne kabul edildi diyelim. Türklere Avrupa’da serbest dolaşım imkanı tanınırsa, bizdeki on milyon işsiz tası tarağı toplayarak Batı ülkelerine gideceklerdir. Böyle bir göç Avrupa medeniyetinin çökmesine yol açar. Onlar böyle bir şeye izin verir, razı olurlar mı?
Avrupa Birliği’ne üye olduğumuz taktirde Müslümanlar üzerindeki hukuk dışı baskı ve zulümlerin hafiflemesi, kalkması icab eder. Ancak madalyonun arka yüzü de vardır. Laikçilik baskısı kalkacak, buna mukabil sekülerleşme ile Müslümanların kimlikleri silinmeye çalışılacaktır.
Müslümanlar, Avrupa Birliği üyeliğinin kendilerine sağlayacağı menfaatlerden, avantajlardan, imkanlardan yararlanabilecekler midir? Bunca zulme uğradıkları halde Türkçe, İngilizce kara kitaplar, broşürler, bildiriler, açık mektuplar ile dertlerini duyuramayan Müslüman kesim eline şimdiye kadar geçmiş olan bir sürü altın fırsatı heba etmiş bulunuyor. Cami hoparlörü ve helası kafalı, abdest ibriği ve takunya zihniyetli kimseler ve kadrolar hiçbir imkanı değerlendiremez.
Türkiye Avrupa Birliği’ne girdikten sonra:
1. Lozan Andlaşması ile İstanbul’da yaşamalarına müsaade edilen, lakin sonradan çeşitli baskı ve terörlerle kaçırtılan Rumların şehre tekrar dönmeleri için devletimize baskı yapılacaktır. Zaten bu konuda gizli protokollar yapılmış olduğunu duyuyorum.
2. Bazı bölgelere, şehirlere Ermeni nüfusu yerleştirmek için de harekete geçilecek, bu iş için müsait zaman gözetilecektir.
3. Pontus meselesi de kurcalanacaktır.
4. Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan, parçalayan, Türkiye’yi küçülten misyonerler, emperyalist güçler ülkemizdeki bütün eski kilise harabelerini restore ederek Anadolu’yu Hıristiyanlaştırma faaliyetine başlayacaklardır. Zaten devletimiz bundan on küsur sene önce “Avrupa Mimarî Mirası Andlaşması”nı imzalamak suretiyle bütün eski kiliselerin ihyasını kabul ve taahhüt etmiştir.
5. Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Arnavutlar, Nusayriler, Araplar, Fellahlar ve diğer etnik çeşitlilikler kışkırtılacak; kendi dilleriyle eğitim yapmak, gazeteler çıkartmak, televizyon kanallarına sahip olmak haklarını isteyeceklerdir. Bu ise Türkiye’nin bölünmesine, dağılmasına yol açacaktır.
Lozan andlaşmasının gizli protokolları vardı. Hahambaşı Hayim Nahum’un aracılığı ile hazırlanıp kabul edilen bu protokollar, ülkemizi Batı’nın bir sömürgesi haline getirmiştir. AB’ye üye olmamız sırasında da böyle gizli protokollar yapılacağından korkuyorum.
Gazeteler, televizyonlar olup bitenlerin iç yüzünü yazmıyor. AB konusundaki yazılar, yorumlar, açıklamalar son derece sathî, basit, yetersizdir. Zaten büyük halk kütlelerinin ciddî konuları anlayacak aklı, iz’anı da kalmamıştır.
(Not: Bazı okuyucularım, evlerine asmak için hüsn-i hat levhaları istiyorlardı. Büyük boy (uzunluğu 1 metreden fazla) etrafı ebrulu, yaldızlı çerçeveli birkaç adet Kelime-i Tevhid levhası hazırlattım. Hattatı Fuad Başar beydir. Ancak isteyenler Bedir Yayınevi’nden (Cağaloğlu Yokuşu, no: 6- Tel. 0 212/519 36 18) temin edebilir.)
Zelzele hakkındaki uyarılarım bazılarını rahatsız etti, şikayetçi oldular. İkaz edilmek istemiyorlar. Onlara soruyorum: Devlet ve belediye niçin İstanbul’da milyonlarca ceset torbası hazırlatıp dağıtmıştır, niçin yeni mezarlık sahaları açılmıştır, niçin okul çocuklarına künyeler taktırılmıştır, niçin toplantı üzerine toplantı yapılmaktadır, niçin yabancı ülkelerden uzmanlar çağırtılıp görüşlerine müracaat edilmektedir?
Zelzele’nin olmasını kim ister? Böyle bir âfetin olmasını isteyen çıkar mı? 17 Ağustos’da zelzele olacağı Ankara mercilerine yazılı olarak bildirilmişti. İdareciler halkı uyarıp da, birkaç gün açıkta yatmalarını, evlerini boşaltmalarını sağlamış olsalardı, onbinlerce vatandaşımız hayatlarını kaybetmeyeceklerdi.
Zelzele hakkında rüyalar görülüyor. Rüyalar görenleri bağlar ama başkaları da uyanıp tedbir alırsa fena mı olur? Rüyaların delil ve kaynak olmaması şer’î hükümler, dinî mesail içindir. Rüya zelzele hakkında uyarıyorsa bundan herkes yararlanmalıdır. Bazı rüyalar elbette şuur altına vuran sıkıntı ve tedirginliklerden meydana gelebilir. Lakin hepsi de böyle değildir. Meczublara, saf kişilere bazı şeyler mâlum olur. Onlar meczubtur diye yabana atmamak gerekir.
İnşaallah zelzele olmaz. Cenab-ı Hakk’tan ümidimiz, Allah’ın geniş rahmet ve keremiyle bizi korumasıdır. Yine de tedbirli olmak, uyanık bulunmak gerekmez mi?
Muhtaç fakirlere, yoksullara, sıkıntı çekenlere (profesyonel dilencilere değil) sadaka vermek, Allah’a yalvarmak, tevbe ve istiğfar etmek, yapabildiğimiz kadar emr-i mâruf ve nehy-i münker etmek, bizzat edemezsek edenleri desteklemek suretiyle belâ ve felaketlerin önlenmesi için çırpınmamız gerekmez mi?
Müslümanlar rahata çok alıştılar. Rahat, konfor, lüks, aşırı tüketim Ümmet-i Muhammed’in en büyük düşmanlarıdır. Müslümanlar evlerini, dünyayı kendilerine yalancı bir cennet haline getirmek istiyorlar. Hak uğrunda, din için, kötülüklerle mücadele etmek için sıkıntıya girmekten, çile çekmekten nefret ediyorlar. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyeti vicdanları karartmış. Bunca kötülük, isyan, günah, tuğyan, azgınlık, fuhşiyat, münkerat yapılıyor; İslâmî kesimden bunlara karşı gerekli reaksiyon gösterilmiyor. “Aman sabredelim, aman fitne ve fesat çıkartmayalım” diyorlar. “Peygamber’i seviyoruz, onun yolundan gidiyoruz” diyorlar. Peki böyle diyenlerin kaçta kaçı o yüce Resûl’ün sünnetine uyuyor? Yemede, içmede, giyimde kuşamda, meskende, binitte, hayat tarzında sünnet üzere miyiz, bid’at üzere mi? Hali vakti yerinde olanlarımızın sofralarını Peygamber aleyhisselatü vesselam görseydi ne derdi? Bu kadar çeşitli, bol, lüks, leziz, pahalı, israflı sofralar Kur’ân’a, Sünnet’e, Şeriat’a, tasavvufa uygun mudur?
Rakı ve şarap içmek günah da, gıybet etmek değil mi? Gıybet alkollü içki içmekten daha iğrenç ve çirkin bir günah-ı kebair değil midir? Peki dindar geçinen bazıları niçin bu kadar gıybet ediyor? Dinimiz gururu, kibri, böbürlenmeyi, büyüklenmeyi yasak etmemiş midir? İnsanın en büyük düşmanı nefs-i emmâresi değil midir?
Peygamber, “Siz birbirinizi sevmedikçe hakikî mü’min olamazsınız” buyuruyor. Biz Müslümanlar birbirimizi seviyor muyuz? Niçin mezhep, meşreb, görüş, tercih ayrılıkları ve çeşitlilikleri yüzünden birbirimizle çekişip duruyoruz? Kâfirlere, ateistlere, münafıklara, zındıklara, İslâm dinine saldıran azgın militanlara toleransla yaklaşanlar, niçin din ve iman kardeşlerine soğuk davranıyor, dargın duruyor?
Çeçenistan’da şu mübarek ayda Müslümanlar kırılıyor, yurtlarından kovuluyor. Bu zulümlere karşı gösterdiğimiz reaksiyonlar, cılız iniltiler yeterli midir? Nice dindar geçinen Müslüman var ki, Tağutlarla can ciğer olmuşlar muhabbet içinde geçinip gidiyor. Bunlar ne biçim dindardır?
İstanbul’un nüfusu iki milyonun altında iken büyük camiler teravih namazlarında dolardı. Şehrin nüfusu on beş milyon oldu, camiler dolmuyor. İslâmcı geçinen, “Biz İslâmî sistemi kuracağız, Asr-ı Saâdet’i geri getireceğiz” diye nutuk atan nice kişi var ki, yatsı namazı vaktinde çaylarını yudumlayıp sohbet ediyor. Böyle İslâmcılardan ne köy olur, ne kasaba.
Peygamber, “Batı’daki Müslümanın ayağına diken batsa, doğudaki Müslüman onun acısını yüreğinde hisseder” buyuruyor. Nerede o Müslümanlar?
Lüks bir otelde on beş milyon liraya iftar yemeği yiyen zengin ve gafil Müslümana soruyorum: Tarhana çorbası, bulgur pilavı, üzüm hoşafı bile bulamayan fakirlerden haberin var mı? Sende zerre kadar vicdan, iz’an, insaf olsaydı bu kadar israf yapmazdın.
Fabrikasında işçi olarak çalıştırdığı zavallı köylü kızına ayda yirmi milyon lira maaş veren, kendisine ise tanesi 120 milyon liraya gömlek alan Müslüman patrona soruyorum: Sen ne biçim Müslümansın?
Müslümanın vasıflısı, güçlüsü, üstünü olur da, molozu, kalitesizi, alçağı olmaz mı?
Kendimizi niçin Kur’ân’a, Sünnet’e, Şeriat’a uydurmak için gayret ve cehd sarfetmiyoruz? Bir insanın iki dini birden olur mu? Parayı din iman haline getiren, nefs-i emmaresini putlaştırıp ona âdeta tapınan adam nasıl muvahhid ve Müslüman olabilir?
Zelzele korkusu ve tedirginliği bizi uyarmalı ve gafletten kurtarmalıdır. Ülkemizin uğradığı ve devamından korkulan âfetler bizim isyandan taate, bid’atten sünnete, cebanetten şecaate, cimrilikten cömertliğe, bencillikten diğergâmlığa, karanlıktan aydınlığa hicret etmemize vesile olmalıdır.
Müslüman kardeşlerime hitab ediyorum: Kur’ân “Öyle bir musibetten korkunuz ki, o içinizden sadece kötü olanlara isabet etmez”, (genel gelir, kurunun yanında yaş da yanar) diye haber veriyor, uyarıyor. Allah’ın azabından ve gazabından, O’nun büyük rahmetine iltica edelim. Tevbe ve istiğfarla, tashih-i itikad ederek, namaz kılarak, cemaate katılarak, sadaka vererek, hayır ve hasenat yaparak, emr bi’l-mâruf ve nehy ‘ani’l-münker farizasını eda ederek, halimizi islah eyleyerek rahmeti ilahiyeye sığınalım.
Tarih boyunca kendi beyinsizlikleri yüzünden helâke uğrayan kavimlerden, şehirlerden, ülkelerden ibret alalım. Sadece Müslüman olmak kişiyi ve toplumu kurtarmaz. Müslümanlığı yaşayalım, yaşatalım.
Büyük fikir adamları, gerçek ve güçlü aydınlar, seçkin kimseler, ülkenin, halkın temsilcileridir. Temsilci ve vekil olmak için mutlaka seçimleri kazanıp da Millet Meclisi üyesi olmak gerekmez.
Bir müddetten beri Millet Meclisi, temsilcilik ve vekâlet vazifesini hakkıyla yapamamaktadır. Devletin, milletin, Meclis’in, ülkenin, hükümetin, yargının üzerinde gizli ve derin bir güç vardır, en son sözü o söylemekte, işlere ve gidişata o yön vermektedir.
Böyle bir durumda fikir adamlarına, aydınlara, seçkin insanlara büyük ve mühim vazifeler düşüyor. Kötülüklerle mücadele etmek, tenkitler yöneltmek, sorgulamak, uyarmak…
Fikir adamları ve aydınlar mecâzî mânâda birer savcı durumundadır. Onlar ülkenin, milletin, devletin korunması için dosyalar hazırlamak, iddianâmeler yazmak, milleti uyandırmakla mükelleftir.
Bizdeki kartelleşmiş büyük basın murakabe (denetleme) ve muhalefet vazifesini yapamıyor. Çünkü büyük gazeteler birtakım dev şirketlerin, bankaların, holdinglerin, büyük para babalarının kontrolu altındadır. Bir zatın yetmiş kadar büyük şirketi varmış. Bu meyanda bir iki büyük gazetesi ve dergisi de bulunuyormuş. Sahip olduğu basın ve televizyon kurumları memleketin, milletin, Türkiye’nin menfaatleri için değil, öncelikle bu zatın şirketlerinin menfaati için çalışmaktadır. Elbette böyle bir medyadan hayır gelmez.
Ülkemiz çok kötü günler geçirmektedir. Devlet, millet, memleket sanki sahipsiz kalmıştır. Korkunç, dehşet verici, tarihte benzeri az görülmüş bir kokuşma tufanı içinde çırpınıyoruz. Rüşvet, hırsızlık, talan, yağma, hortumlama, mafyacılık, namussuzluk akıllara hayret verecek derecede çoğalmış ve yaygınlaşmıştır. Eğitim, üniversite, diğer temel hizmet ve müesseseler dejenere olmuştur. Memleket batıyor, bazıları “İrtica tehlikesi” diye feryat ediyor. Türkiye’de kesinlikle irtica mirtica yoktur. İrtica tehlikesi diye diye bu milletin temel hak ve hürriyetlerini gasbediyor; ABD, İngiltere, İsviçre ve diğer bütün medenî ve ileri ülkelerde Müslümanlara sağlanan serbestliği halkımızdan esirgemek istiyorlar. Başörtüsü siyasal İslâm’ın simgesiymiş, binaenaleyh öğrenciler, memureler, milletvekilleri başörtüsü takamazmış. Böyle bir muhakeme tarzı hezeyandan ibarettir. İster dinî bir vecibenin yerine getirilmesi şeklinde, isterse siyasal bir simge olarak takılsın, başörtüsü ile örtünmek vatandaşın hakkıdır. Başörtüsü ile mücadele edenler bu milletin temel ve evrensel haklarını ihlâl etmektedir. Bir gün bunun hesabını vereceklerdir.
Bu memleketin bütün namuslu, vasıflı, ciddî, güçlü aydınlarının, seçkinlerinin, fikir adamlarının kötülüklerle mücadele etmek üzere komiteler kurmaları, kaleme sarılıp tenkit yazıları yayınlamaları, konferanslar vermeleri, bildiriler çıkartmaları gereken günlerdeyiz. Hepsinin bu işleri yapması gerekmez. Yeterli miktarda aydın ve seçkin, yine yeterli miktarda faaliyet yaparsa mesele halledilmiş olur.
17 Ağustos’tan sonra birçok gazeteci “Bu zelzele gösterdi ki, Türkiye’de devlet bitmiştir…” kabilinden lâflar sarfettiler. Bu sözler ve tenkitler gazete sütunlarında kaldı, unutuldu. Böyle önemli iddia, itham, tenkit ve özeleştirilerin broşür ve kitap şeklinde yayınlanması gerekir. Gazetelerin ömrü yirmi dört saat bile değildir. Televizyonların yayınları ise buz üzerindeki yazılar gibidir.
Medenî ülkelerde yolsuzluklar, skandallar, hıyanetler vaki olunca oralarda yaşayan kalem sahipleri, fikir adamları, aydınlar, toplumun fahri savcıları hemen harekete geçiyor ve çoğu zaman kitap çapında yayınlar yapıyor. Bizde bu gibi faaliyetler niçin pek cılızdır?
İkinci Meşrutiyet devrinde bile muhalefet, uyarma, tenkit, haksızlık ve kötülüklerle mücadele bugünkü kadar az ve yetersiz değildi.
Namuslu aydınlara, seçkinlere, fikir adamlarına ne oldu? Korkuyorlar mı? Enerjileri mi bitmiştir? “Dünya yıkılsa umurumuzda değil, biz keyfimize bakarız” mı diyorlar? Üzerlerine ölü toprağı mı serpildi?
Evet, inkâr etmemek gerekir, tenkit eden, çırpınan birkaç kişi var ama onlarla iş bitmiyor. Çok daha fazla sayıda aydının, seçkinin, fikir adamının milletin, memleketin, devletin yardımına koşması gerekiyor.
Birtakım çeteler ve mafyalar milleti ve memleketi haraca kesiyor. Bu uğursuzlar ve şerirler güruhu devlet imkânlarını yağmalıyor, hortumluyor. Zelzele yardımlarından, doğalgaz anlaşmalarından çok pis kokular gelmektedir.
Masonlukla ve evrim teorisi safsatasıyla mücadele eden Adnan Hoca ve yakınları tutuklandı, yayına hazır olan üç ciltlik, içi vesikalarla ve listelerle dolu masonlukla ilgili kitabın müsveddelerine el konuldu, lâkin aydın kesimden bir inilti bile çıkmadı. Bütün aydınlar mason değil ya, mason olmayanlar niçin protesto etmediler? Yapılanlar bir haksızlık ve zulüm değil midir?
Büyük hırsızlar, yüzsüzler, sülükler; saçı bitmedik yetimlerin, gözü yaşlı dulların, güçsüz ihtiyarların, felâketzede halkın hakkını yiyen namussuzlar kimlerdir? Koskoca bankayı soyup iflâs ettiren kimdir? Birtakım kocaman ve kodaman adamların kardeşleri, yeğenleri, dostları, akraba ve taallukatları, canları ciğerleri büyük büyük yolsuzluklar yapmaktadır. Bunlar niçin teşhir edilmiyor?
“Basında zaman zaman bazı yazılar çıkıyor…” denilebilir. Bunlar asla yeterli değildir. Cılız mırıltılarla, kısık seslerle yapılan tenkitlerin faydası olmaz. Bağırınca, feryat edince gökgürültüsü gibi ses çıkartacaksın ki, duyulsun.
Aydınları, seçkinleri, fikir adamları susan, nemelazımcılık yapan bir ülkede sabah olmaz.
NEFS-İ emmâre (kötülüğü çok isteyen benlik) Allah düşmanı tağutların en azgınıdır. İman eden kişinin ilk vazifesi nefsini terbiye etmek, nefs-i emmâre derekesinden yukarı çıkarak benliğini kontrol altına almaktır. Nefs-i emmâresine tâbi olan adam bilmeden şirk (Allah’a ortak koşma) uçurumuna düşer.
Nefsini temizlemeyen adamın ne kendine yararı olur, ne de halka faydası dokunur. Müslümanların başına geçecek, onlara yol gösterecek, Ümmet’e ışık tutacak kişilerin nefs dereceleri yüksek âlim, âbid, zâhid, sâlih, muttaki, müeddeb, hikmetli kimseler olması gerekir.
Hubb-i riyâset (başkanlık sevdası) denilen mânevî hastalığa yakalanmış kişilerden hayır yoktur. Hubb-i riyâset, cinsel şehvet azgınlığından üç yüz altmış derece daha kötü bir ihtirastır.
Müslümanlardan, “Bize para verin, biz bu paralarla İslâm’a hizmet edeceğiz, Ümmet-i Muhammed-i kurtaracağız” diyerek büyük paralar toplayıp da bunların büyük bir kısmını zimmetlerine geçirenler habîs ve şerir kimselerdir. Bunlardan yarar değil, zarar gelir.
Peygamber yolundan gidenler dünya mallarına, zenginliklerine asla tâlip olmazlar. Müslümanların içinden elbette zenginler olacaktır. Kazançları ve servetleri helâl ise onlara bir şey denilmez. Lakin önder, mücâhid, reis, rehber, çoban, kılavuz, mürşid durumunda bulunan kişilerin dünya malı yığmaları, efsanevî servetlere sahip olmaları asla iyi görülebilecek ve kabul edilebilecek bir şey değildir.
Gerçek İslâm büyükleri şöhrete, halkın alkışlarına, dünyevî makam, mevki ve unvanlara talip olmazlar, bunları istemezler, kabul etmezler. Büyüklerimiz “Şöhret âfettir” demişlerdir.
Dünya için “Dünya bir leştir, talipleri köpektir” buyurulmuştur. Hazret-i İsa aleyhisselâm, “Allah’ın melekûtuna zenginlerin girmesi, bir devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur” diyerek zenginliğin mes’uliyetini anlatmıştır. Helâlın hesabı, haramın azabı vardır.
Âhir zaman olan bu devirde insanlar tek değer olarak parayı kabul etmişlerdir. Câhil ve gafil Müslümanlar para konusunda küffarla ittifak halindedir. Para belâsının yanında bir de nefs-i emmâre canavarı bulunursa artık o kişinin kurtulması mümkün olmaz. Ancak, paraya olan muhabbetini terkeder, nefs-i emmâresini de dizginlerse kurtulabilir.
Müslümanlar arasındaki bütün çekişmeler câhil ve azgınların nefislerine bağlılıklarından dolayıdır. Bunlar, “Bizim şeyhimiz, hocamız, baronumuz en büyüktür, ötekiler alçaktır” gibi aptalca ve eblehçe sözler ederek fitne ve fesat çıkartırlar. Peygamber aleyhissalatü vesselam efendimiz “Siz mü’minler birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” buyurmaktadır. Müslüman kardeşlerine düşmanlık edenler ise, bu hadîsin tam zıddı bir yol tutmuşlardır.
“Benim tarikatım en iyisi ve en üstünüdür, öteki tarikatlar bozuktur” gibi lâflar da İslâm’a uygun değildir. Çünkü bütün hak tarikatlar tarikat-ı Muhammediye’dir, hangisine tâbi olunursa olunsun faydalıdır, bağlısını selamete ve saadete çıkartır. Müslümanın derecesi şu veya bu tarikata, filan veya falan mezhebe, o veya bu meşrebe bağlanmakla değil, ilim, irfan, takva, ihlas, istikamet sahibi olmakla ölçülür.
Nefs-i emmâre sahipleri doğru da olsa tenkit ve uyarılardan hoşlanmaz, yalan da olsa övgü ve pohpohlardan zevk alırlar. Bu gibi reis, önder, baron, hoca, çobanlardan hayır gelmez.
Çok kötü günlerde yaşıyoruz. Ülke bir uçurumun kenarındadır. İnkâr, dalâlet, isyan, tuğyan, fısk, fücur, nifak, şikak, azgınlık, fuhş, kebair yaygın hale gelmiştir. Mâruf, meşru, iyi şeyler yasaklanmış; münker, kötü, çirkin şeyler yapılır ve tavsiye edilir olmuştur. Bazı kendini bilmez güruhlar Allah’a, Resûlüne savaş ilân etmişlerdir. Felâketler, âfetler, uğursuzluklar, şeâmetler, kara bulutlar semamızı karartmıştır. Helâllar haram, haramlar helâl addedilmiştir. Sokaklarda birtakım gürûh-i lâ yüflihûnlar “Kahrolsun Şeriat” diye haykırabilmektedir. İşte böyle karanlık bir devirde İslâm’a hizmet etmek, Müslümanları kurtarmak maksadıyla ortaya çıktıklarını iddia eden bazı kodamanlar, baronlar para iddihar etmekten (toplayıp yığmaktan), mal mülk edinip Karun gibi zengin olmaktan, nefs-i emmârelerini tatmin etmekten, ün ve alkış peşinde koşmaktan başka bir şey yapmıyor. Bu ihlassızlar doların milyonuyla oynuyor. Onlar saray gibi köşklerde, meskenlerde, villalarda, yalılarda keyif sürüyor. En lüks binitlerine kurulup caka satıyor. Gardropları en pahalı ve fâhir Frenk libaslarıyla doludur. Sofraları o kadar zengindir ki, vaktiyle Nemrud ve Firavunlar bile bunlar kadar lüks, zengin, nâdide yiyecek ve içeceklerle donanmış sofralara malik olmamışlardı.
Ümmet-i Muhammed’i Peygamber’in sünnetine uyan, Ashab-ı güzinin ve Selef-i sâlihinin ahlâkıyla ahlâklı; Abdülkadir Geylanî, İmamı Rabbanî, Hasan Şazelî, Mevlanâ Celalüddin Rûmî; Emîr Abdülkadir Cezairî, Şeyh Şâmil gibi gerçek büyüklerin faziletlerine sahip önderler, mürşidler, reisler kurtarabilir.
Kendi şahsî emelleri, hubb-i riyasetleri, para ve zenginlik hırsları, şöhret ve alkış merakları, nefs-i emmârelerine bende oluşları ile İslâm davasını ve Muhammed Ümmetini satan adamlardan kurtulmadıkça Müslümanlar selamete çıkamazlar, zilletten kurtulup izzet bulamazlar.
Müslümanlar ihlasla, istikametle çalışan, nefs-i emmaresini yenmiş bulunan, dünyayı ayakları altına koymuş olan, tevazu ile yaşayan, “el-fakru fahrî” diyen Resûlullah’ın yolundan giden, ücretini sadece Allah’tan isteyen rehberlere tâbi oldukları takdirde kurtulacaklardır.
Kendi enelerinden başka bir şey düşünmeyen din baronlarına yardım edilmemelidir. Bunlara yardım edenler islâmî hizmet ve faaliyetleri dinamitlemiş olurlar.
GÜNEY Afrika’daki ırkçı rejim zencilerin yüksek tahsil yapmalarını engellemişti. Egemen beyaz azınlık, saltanatını devam ettirebilmek için siyah çoğunluğun câhil kalmasını, ülkeyi idare edebilecek yetişmiş kadrolara sahip olmamasını istiyordu. Yüksek tahsil yapmış, okumuş, uzman olmuş zencilerin sayısı pek azdı.
Japonya’nın da, Kore’yi hükmü altında tuttuğu yıllarda, ülkenin yerlisi ve sahibi olan Korelilerin orta öğrenimde fazla okumasına imkân vermediğini duymuştum.
Evet zâlim, sömürgeci, gaasıp egemen güçler ve azınlıklar esir ettikleri yerli halkın uyanmasını, işleri idare edecek kadrolara sahip olmasını hiçbir zaman istemezler.
Bugün ülkemizde gerek millî eğitim, gerekse üniversite seviyesi son derece düşmüştür. Egemen azınlık zengin olduğu için kendi çocuklarını özel kolejlerde büyük paralar ödeyerek okutabilmekte, lise tahsilinden sonra da Amerika’ya, Avrupa ülkelerine yüksek tahsil yapmaya gönderebilmektedir. Bazıları banka soyan, büyük yolsuzluklara karışan okumuş “Prensler” işte bu şekilde yetişmiştir.
Ülkenin ezici çoğunluğunu teşkil eden Müslüman kesim elli yıl boyunca çocuklarını yetiştirebilmek için Kur’an kurslarından, hâfızlık mekteplerinden, İmam–Hatip okullarından ve İlahiyat Fakültelerinden medet umdu. Bütün gücünü bu okul ve fakültelerin sayısını çoğaltmağa sarfetti. Böyle eğitim yolları ile Müslümanlar güçlenemez, yükselemez, kurtulamazdı. Nitekim de öyle oldu.
Şimdi devletimizi kontrol altında tutan zihniyet, üniversitelerde başörtülü Müslüman kız öğrencilerin okumasına izin vermiyor. Böyle bir şey bütün medenî ve ileri ülkelerde mümkündür de bizde niçin yasaktır? Bu yasak büyük ve vahim bir insan hakları ihlâli değil midir? Zavallı Müslümanlar böyle bir haksızlığa karşı Türkçe, İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça risaleler, “Kara Kitap”lar çıkartarak, haklarını savunamıyor. Hâfız mekteplerinden, İmam–Hatip’lerden, İlahiyat’lardan mezun olmuş milyonlarca okumuş Müslüman var; dindar halktan milyarlarca dolar hizmet ve dinî faaliyet vergisi toplayan din baronları var; yüzde yüz olmasa bile yine de demokrasi, medya hürriyeti, tenkit ve muhalefet etme hakkı var. Peki Müslümanlar niçin mâruz kaldıkları haksızlıkları protesto edemiyor, şu globalleşen dünya kamuoyuna seslenemiyor? Çünkü, yetiştirdikleri nesillerin, kadroların, aydınların, uzmanların kapasiteleri yeterli değildir.
Başörtüsü zulmünü protesto için nefis bir İngilizce ile, gayet mantıklı ve tutarlı, okuyan batılı aydınları ikna edecek bir broşürü hazırlayacak, yayınlayacak, dağıtacak kafalar var mıdır bizde?
On yıllarca “Ayasofya açılsın, başörtüsü serbest bırakılsın!..” teraneleriyle milleti oyalayan birtakım arivist ve yetersiz politikacılar ve baronlar para toplamak, demagoji yapmak, kendi nefs-i emmarelerini tatmin etmek konusunda pek başarılıdırlar ama doğru düzgün İngilizce bir broşür çıkartmaya güçleri, kültürleri yetmez.
Evet Müslüman Türkiye halkı sinsi, planlı, hâin bir câhil bırakma kampanyası ile karşı karşıyadır. İngiltere gibi demokrasinin, hukuk sisteminin, temel ve evrensel hakların ve hürriyetlerin beşiği olan bir ülkede, Müslüman kızlar ilkokuldan üniversiteye kadar başörtülü olarak okuyabiliyor da, bizde niçin okuyamıyor? Laiklikmiş… Yalan! Zorbalıktır, hukuksuzluktur, faşistliktir bunun adı.
İslâmî kesimdeki birtakım yetersiz kişiler elli yıldan beri beton binalar, cami helâları, imam ve müezzin meşrutaları, hoparlörler, cami kaloriferleri, hâfız mektepleri, İmam–Hatip okulları, İlahiyat Fakülteleri ile meşgul oldular. Arada, Ümmet-i Muhammed’i bir sürü fırkaya, hizbe, kliğe, gruba, cemaate böldüler, bir sürü nifak ve şikaka, tefrikaya sebebiyet verdiler. Zekâ özürlü, IQ’ları 70–80 civarında birtakım adamlar kendilerini allâme-i cihan sandılar, islâmî hizmet ve faaliyetleri kendi heva, heves ve kaprisleriyle yürütmeye kalktılar ve sonunda ülkenin de, milletin de, devletin de bugünkü perişan hale gelmesine sebebiyet verdiler.
Müslümanlar son elli yıl içinde uluslararası seviyede, son derece güçlü bir tek kolej açmış ve şimdiye kadar bu okuldan birkaç bin vasıflı aydın yetiştirmiş olsalardı bugünkü zillete, esarete, felakete mâruz kalmazlardı. Böyle bir okul açılabilir miydi? Pekala açılabilirdi. Türkiye’de mümkün olmasa bile İngiltere’de, İsviçre’de, Kanada’da açılabilirdi. Lakin açılmadı, çünkü kendilerini çok akıllı zanneden birtakım kodamanların, pabucu büyüklerin, baronların aslında kuş kadar akılları yoktu.
Yedi sene Arapça dersi verip Arapça öğretemeyenler, yüz binlerce çocuğu hâfız olarak yetiştirip, sonra bunlarla islâmî kalkınma yapacaklarını sananlar, beton cami binaları yapıp sonra ezan okunduğu vakit bu binalara gidip de büyük cemaatlerle ibadet edemeyenler; ilim, irfan, araştırma, kültür, sanat, mimarlık, hukuk tefekkürü, dekorasyon, edebiyat sahalarında başarılı ve üstün olamayanlar; muktedir olmadıkları halde iktidar olabileceklerini sananlar; olmayacak dualara âmin deyip duranlar; çok büyük ve kıymetli şeyleri pek ucuza satın alabileceklerini zannedenler bakınız İslâm dâvasını, Muhammed Ümmetini, ülkeyi ne hale getirmişlerdir.
Eski Müslümanlar, cihad yaparlar, zafer kazanırlar ve ganimetten hisselerini alırlarmış. Şimdiki bazı sefiller ve reziller ise ganimeti saf ve câhil Müslümanlardan topluyor. Böyle ganimet olur mu?
Bugün islâmî kesimdeki hizmet ve faaliyet elemanlarının büyük kısmı İslâm–Kur’an harfleriyle yazılan ve milletimiz tarafından bin yıl boyunca kullanılmış bulunan Osmanlı lisanını bile bilmiyor. Yazılı ve edebî zengin Türkçe’yi yeteri kadar bilmeyen aydın, idareci, önder kadrolardan ne hayır gelir?
28 Şubat 1997’den beri mâruz kaldığımız zulümler, hakaretler, esaretler, zilletler, haksızlıklar bizi uyandırdı mı? Bizi özeleştiriye yöneltti mi? Hatâlarımızı incelemeye ve araştırmaya sevketti mi?.. Maalesef hayır.
Buhran geçse, yine 1985 ile 1995 arasındaki gibi serbest, günlük güneşlik, oldukça hür bir hava gelse bizdeki İslâmcılar aynı çıkmaz yollarda yürüyecek, aynı verimsiz metodlarla iş yapmaya devam edecektir.
Kendimizi değiştirmedikçe bize kurtuluş ve izzet yoktur.
BAZI çok basit ve temel dinî gerçekleri halka, hattâ aydın Müslümanlara anlatmak, kabul ettirmek çok zor. Bunlardan biri emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasının Ümmetçe terkedilmesi halinde azap ve ceza geleceği hakikatıdır. Evet Müslümanlar ibadetleri eda etseler, hayır hasenat yapsalar, nafile namazlar kılsalar, oruçlar tutsalar, her gün Ağrı dağı kadar sadaka verseler, lakin emr-i mâruf ve nehy-i münkeri terk etseler azaptan ve ezadan kurtulamazlar.
Bu farz nasıl yapılır? Gücü yetenler, yâni emir sahipleri fiilen, ilim ve lisan sahipleri yazarak ve konuşarak buna da gücü yetmeyen halk (avam) tabakası ise kalben yapar, yapanları destekler.
Zamanımızda emr-i mâruf ve nehy-i münker farzı daha çok lisanla, yazıyla, medya yoluyla eda edilebilir. Günümüzde iletişim vasıtaları ve imkanları çoktur, hayli hürriyet vardır. Mesela akla, vicdana, dine, şer’a aykırı bir iş görüldü mü, milyonlarca Müslüman kalemle, daktilo makinasıyla, bilgisayarla yazdıkları protestonameleri, tenkit mektuplarını, dilekçeleri ilgili şahıslara, mercilere, makamlara göndererek emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmış olur. Kanun dairesinde, açık isim ve adres vererek, hakaret etmeyerek yapılacak bu protestoların büyük tesiri olur, münker işleri yapanlar çekinir, ayaklarını denk alırlar. İleri, medenî, gelişmiş Batı ülkelerinde bu gibi faaliyetler yoğun şekilde yapılmaktadır. Halk ve aydınlar, olumsuz ve kötü bir iş gördüklerinde binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce, bazen milyonlarca tenkit ve protesto mektubu göndererek harekete geçmektedir. Maalesef Müslüman dünyasında böyle toplu hareketler görülmüyor. Sanki ehl-i İslâm’ın üzerine ölü toprağı saçılmıştır. Cihan yıkılsa harekete geçmezler, tepki göstermezler.
Caddelerde, meydanlarda bazı azgın ve saldırgan güruhlar “Kahr olsun Şeriat” diye uluyarak dolaşırlar, gereken tepki gösterilmez, nehy-i münker yapılmaz. “Kur’an’ın 230 âyetinin hükmü kalmamıştır, onların yerine pozitif kanunlar yapılmıştır” şeklinde hezeyanlar sarfedilir, yine büyük bir reaksiyon gösterilmez. Bir sürü zulüm, haksızlık, saldırı olur; bütün bunlar cevapsız kalır. Halbuki kanunlar haklarımızı korumak için bir dereceye kadar imkân tanımaktadır.
Müslüman kütleleri bu pasif, mızmız, mıymıntı, hakkını aramaz, nemelazımcı, moloz hale kimler getirmiştir? Halkın bu hale gelmesinde yazıklar olsun ki, birtakım din baronlarının tesiri çoktur. Çünkü onların dini imanı para, riyaset, şöhrettir. Onların putları nefs-i emmareleridir. Onlar Müslümanlardan para, alkış, bağlılık isterler. Emr-i mâruf, nehy-i münker diye bir dertleri yoktur. Onların saltanatı sürsün, kâr ve kisbleri artsın, enâniyetleri tatmin edilsin de, isterse öte tarafta cihan yıkılsın, ne gam.
Öyle fanatik cemaatler ve gruplar vardır ki, kendi hazretlerine, baronlarına en ufak bir tenkit yöneltilse sırtlan gibi, kaplan gibi tepki gösterirler. Lakin aynı adamlar Allah’a, Peygamber’e, Kur’an’a, Şeriat’a saldırılınca alçakçasına köpek gibi susarlar. Neymiş sabretmeliymiş. Peki kendi şeyhinize veya hocanıza saldırılınca niçin sabretmiyor ve susmuyorsunuz?
Kur’an’da Müslümanlar, “Emr-i mâruf, nehy-i münker yapan hayırlı bir Ümmet” olarak vasfediliyor. Ehl-i İslâm bu farizayı terk ederse Ümmet olmaktan çıkar, sürü haline düşer. Neuzübillah.
Domuzlar
ÜLKEYİ, milleti, devleti bitirdiler, batırdılar. Hırsızlık, talan, soygun, namussuzluk, şerefsizlik, her türlü hıyanet ve kötülük inanılmaz boyutlara ulaştı. Dejenere edilmedik müessese bırakmadılar. Eğitimi, üniversiteleri, hukuku, her şeyi mıncıkladılar.
Şimdi kalkmışlar, harabelere tünemiş baykuşlar gibi nutuklar atıp duruyorlar. Devletin malı deniz, yemeyen domuz diyorlar. Hayır, yiyenler domuzdur.
Bunca domuza, namussuza, alçağa hakaret edemezsiniz. Adalet yakanıza yapışır, ağır cezalar yer, tazminatlara mahkum olursunuz. Herif koskoca bankayı soydu da ne oldu? Krallar gibi şan u şerefle yaşıyor.
Bunlar beyinsiz domuzlardır. Beyinleri olsa ne olacak. Namus, şeref, ahlâk, fazilet, vatanseverlik, doğruluk, asalet olmadıktan sonra.
Bunca domuz, sürüngen, alçak, rezil nasıl yetişti? Her taşın altından bir domuz ve domuzluk çıkıyor.
Türkiye Avrupa Birliği’ne girsin mi? Girsin, girsin. Avrupalılar bin türlü desise, entrika, sinsilik, hile ve hüd’a ile bizi bugünkü hale getirdiler. Biz de serbest dolaşım ile, Avrupa’nın içine entegre olarak kaç asırlık intikamımızı almış oluruz. Türkiye’yi batıran domuzlar Avrupa’yı da batırır.
Durum Vahim
DOSTLARIMDAN birine bir arkadaşı anlatmış, o bana söyledi, ben de size naklediyorum: Valinin riyasetinde sık sık toplantılar yapılıyormuş. Uzmanların raporları, beyanları… Alınacak tedbirler, yapılacak işler. Dostumun arkadaşı çok sıkıntılıymış. “Durum vahim ama halka söylemek istemiyoruz” diyormuş.
Ben bu konuda, yazacağım kadar yazdım. Teşekkür edileceğine tepki gösterildi, “Bizim rahat ve huzurumuzu bozmaya hakkın yoktur” gibisinden laflar edildi. Artık yazmayacağım.
VATAN, millet ve devlet hâini olmak için gizli askeri haritaları yabancılara para karşılığında vermekten başka yollar da vardır. Meselâ, Türkiye’nin yüzde yüz yerli-millî üstün otomobiller üretip bütün dünyaya satmasını engelleyip; demode, çirkin, ihraç imkânı olmayan, geri teknolojili berbat otomobiller üretip de iç piyasayı tokatlamak da bir türlü vatan hâinliğidir.
Bütün dünya nükleer enerji santrali yapmayı durdurmuşken şimdi ülkemizde atom santralı yapılmak isteniyor. Bu işin bütçesi mi? Üç milyar dolardır.
Ya Rusya ile yapılan doğalgaz pazarlıkları… Öncü gazetesi bu konuda “Grozni direniyor, Ankara düştü” diye manşet attı.
Emin Çölaşan önemli bilgiler ve belgeler bulmuş, bir yazı yazmış, lakin Hürriyet gazetesi bu yazıyı sansürlemiş.
Adamın biri hem Cumhurbaşkanı olmak istiyor, hem de kardeşi, yakınları ve dostları ile trilyonlar, katrilyonlar vuruyor. Aleyhlerinde yazan çizen var ama o ateşlerin bu heriflere fazla tesiri olmuyor. “Zırlasınlar dursunlar…” diyorlar.
Bir kodamanın kardeşi, yeğeni, eşi dostu, etrafı vurdukça vuruyor, götürdükçe götürüyor. Fazla ses çıkartan yok. Zaman zaman iftiraya uğradık diye mahkemeye veriyor ve milyalarca lira tazminat alıyorlar.
Birtakım temel müesseseler hakkında anketler yapılıyor, ciddî araştırmalar yapılıyor ve ortaya korkunç neticeler çıkıyor. Rüşvet, komisyon, kokuşma, haram para, yiyicilik… İsim vererek yazanı böcek gibi ezerler.
Önemli bir yerin belediye başkanı vardı. Kendisi, ağabeyi, akrabası, yakınları korkunç soygunlar yaptılar, vurgunlar vurdular.
Rüşvet gırla gitti, uyduruk paravan bir vakıf kurdular, iş sahiplerinden vatandaşlardan makbuzlu bağışlar topladılar. İmar izni olmayan arsaları ucuza kapattılar, sonra izin çıkartıp üzerlerine bina yapıp pahalıya sattılar. Bu yolla binlerce arsa ve bina inşa ettikleri söyleniyor. Katrilyonluk servetleri var. Zırhlı arabalarla, gorillerle, muhafızlarla dolaşıyorlar. Yine de korku, endişe, huzursuzluk içindeymişler. Beter olsunlar, sonları iyi olmasın!
Bir başkası dürüst adam rollerine çıktı, halkın gözünü boyadı. Duyuyoruz ki, 70 – 80 trilyon götürmüş bu dürüst adam.
Kimisi devleti, ülkeyi soyuyor, kimisi de peşine takılan ahmakları. Taraftarlarından yüzlerce trilyon toplayıp zimmetlerine geçiren haramiler var. Çoluk çocukları, yakınları hep süper zengin oldular.
Adapazarı’nda çok zengin bir aile varmış. Mülklerin, milyarların haddi hesabı yokmuş. 17 Ağustos zelzelesinde hepsi yerle bir olmuş. Bu dünya bir varmış bir yokmuş dünyasıdır. Gel de bu gerçeği gözleri para hırsıyla, menfaat azgınlığı ile dönmüş olanlara anlat.
Kimi kodamanlar artık iyice yaşlanmış, lakin hırsları, iştihaları dur durak bilmiyor. Bir ayakları çukurda, kabrin kapısına gelmişler, akılları fikirleri hâlâ para, menfaat, riyaset, şöhret, alkış, dünya dağdağası. Kırkından sonra azanı teneşir paklarmış, peki bunları ne paklar?
Otuzlu yıllarda büyük bir şehrin başındaki zat, üzerinde kutsal kelimeler yazılı mezar taşlarını toplatıp bunlarla lağımları kapattırmış. Aynı zat, önündeki otelin orkestrasını tâciz ettiği için tarihi bir caminin minaresini sabaha kadar bir gece içinde tanzifat amelesine (temizlik işçilerine) yıktırtıp molozunu denize döktürmüş. Mahalleli sabahleyin kalkınca bir de bakmışlar ki, minarenin yerinde yeller esiyor. Demokrat Parti iktidara geçtikten sonra, 1951’de bu minarenin yeniden yapıldığını gördüm. Cumhuriyet gazetesi konuyla ilgili alaylı bir makale yayınlamıştı. Merhum Üstad Necib Fazıl Kısakürek de, günlük Büyük Doğu’lardan birinde bu facia ile ilgili ifşaatta bulunmuştu.
Terör devirlerinde Müslümanlara zulm eden, nice din âliminin, tarikat şeyhinin, sâlih Müslümanın öldürülmesine yeşil ışık yakan bir zâlim vardı. Bu adam yaşlandı, amansız bir hastalığa tutuldu, hastahane odasında ağzından pislik gelerek korkunç bir şekilde can verdi. Etme bulma dünyası. Men dakka dukka…
Dünyevi laik adalet büyük hırsızların, büyük soyguncuların, büyük eşkıyanın cezasını veremiyor. Onların derileri kalın; gergedan derisi gibi. Ancak ilahî adaletten kaçamayacaklardır. Ülkeyi, milleti, devleti soydukları için çok azap çekecekler, cehennem ateşinde yanacaklardır.
Doğrudan doğruya olmasa bile dünyada da azaplara, sillelere mâruz kalacaklardır. Amansız hastalıklara yakalanacaklar; kimisinin karısının, kızının, oğlunun başına bela gelecek; ummadıkları yerlerden darbeler yiyip sonunda perişan olacaklardır.
Şu koskoca bankayı soyan haydutun kârı yanına mı kalacak sanıyorsunuz? Ne oldum demesin, ne olacağım desin o herif.
Biri vardı, sıfırdan başlamış, ülkenin en zengin, güçlü adamı olmuştu. Ankara’da devlet büyüklerinden biri ile günün her saatinde telefonla konuşabiliyordu. Büyük bir Ermeni zengini ile ortaktı. Yine zengin bir Yahudi ile birlikte işler çeviriyordu. Bu adam büyüdü, şişti, yükseldi ve sonunda balonu patladı, müflis ve bitmiş bir şekilde hayat sahnesinden çekildi.
Milleti, ülkeyi, devleti, mahalli idareleri soyup soğana çeviren büyük hırsızları, anlı şanlı haydutları, önemli eşkıyayı, saygıdeğer haramileri; şık elbiseler giyen, lüks limuzinlerde gezen, saray gibi evlerde oturan, pahalı restoranlarda ecnebi markalı şampanyanlarla yemek yiyen babaları Allah’a şikayet ediyoruz. Haram servetlerini huzur içinde yiyemesinler, belalardan kurtulmasınlar.
İLK Müslümanlar ile bugünküler arasında ne büyük farklar var. İlkler üstün insanlardı. İslâm’ı iyi biliyorlardı, iyi anlıyorlardı. Gayret, hamiyet, sabır, mürüvvet sahibiydiler. Yüksek ahlâka ve fazilete mâliktiler. Zamane Müslümanları kendilerini sakın onlarla bir tutmasın. Onlar kaliteli Müslümandı, bugünküler ise genellikle vasıfsız ve yetersiz Müslümandır.
İslâm’ın devirlerine bakalım. Miladî 636’da Müslümanlar Kudüs-i şerifi alırlar. 673’te İslâm donanması Kostantiniyye önündedir. 707’de İslâm ordusu Hindistan’da İndus nehri kenarına gelir. 711’de Tarık bin Ziyad İspanya’yı fethe başlar. 751’de Ortaasya’da İslâm orduları Çinlileri yener, Türkler akın akın Müslüman olur. 851’de Müslüman denizciler Çin’in Kanton limanına giderler. 856’da Müslümanlar Napoli’ye girerler.
İlk Müslümanlara bu gücü, bu hızı, bu fetihleri veren neydi? Onlar güçlerini İslâm’dan alıyordu. İslâm en büyük güç kaynağıdır. Lakin iyi anlamak, iyi uygulamak şartıyla. İlk Müslümanlar lükse, konfora, rahata düşkün değillerdi. Lüks, konfor, rahat, aşırı tüketim, hazperestlik (dünya zevk ve lezzetlerine düşkünlük) fertleri ve toplumları yumuşatır, çürütür, çökertir.
İlk Müslümanların arasından büyük kahramanlar çıkmıştır.
Bir de şimdiki Müslümanlara bakınız. Bilgi, ilim, irfan, kültür, sanat boyutları güdük; ahlâk ve faziletleri yetersiz; himmetsiz ve gayretsiz; ufukları dar, şahsî menfaatlerine düşkün, ihlassız ve istikametsiz kimseler. Elbette istisnalar var ama yetersiz kalıyorlar.
Dinimiz birliği emrediyor. Aralarında çeşitlilikler, farklılıklar olabilir ama bütün Müslümanlar tek bir Ümmettir. Şimdi böyle mi? Paramparça olmuşlar. Dinimiz, Ümmet’in üç günden fazla başsız, İmam-ı Kebirsiz kalmasına izin vermiyor. Müslümanların bir başı var mı? 1924’ten beri Riyaset-i Kübra makamı boş. Yüz milyonlarca Müslüman bu boşluğun ıstırabını vicdanında hissetmiyor mu? İslâm âleminde birleşmek için gayret var mı?
Batı dünyasında eski Haçlı taassubu kalmamış. Hıristiyan ülkelerde yaşayan milyonlarca Müslüman büyük bir hürriyete sahip. ABD, İngiltere, Almanya, İsveç, Kanada, Avustralya gibi medenî, demokrat, ileri memleketlerde sonsuz bir din hürriyeti var. Müslümanlar bundan yararlanabiliyor mu? Milyonlarca insan İslâm müjdesine, İslâm tesellisine, Hazret-i Muhammed aleyhisselamın getirdiği iyi habere muhtaç. Müslümanlar bu müjdeyi, bu teselliyi, bu iyi haberi tebliğ edebiliyorlar mı?
Binlerce cemaat, binlerce din baronu, binlerce tezgâh… 15’inci asırda Katolik dünyasında toplanan endüljanslar gibi şimdi İslâm dünyasında mütemadiyen para toplanıyor. Bu paralarla, olması gerektiği gibi dâvet ve tebliğ yapılabiliyor mu? Bunca para ne oluyor? Hangi din baronunun kaprisleri, heva ve hevesi için harcanıyor?
İlk Müslümanlar hukuk sahasında büyük çalışmalar yapmış, fıkıh ilmini kurmuş, mükemmel bir adalet sistemi tesis etmişlerdi. Şimdiki Müslümanların hukukî, fıkhî başarıları var mıdır?
İlk asırların Müslümanları medreseler, mektepler, üniversiteler, kütüphaneler, dergâhlar, zâviyeler, kervansaraylar kurmuşlardı. Endülüs İslâm üniversiteleri dünyanın en parlak, en üstün ilim ve irfan müesseseleriydi. Şimdiki Müslümanların böyle mektepleri, medreseleri var mı?
İlk Müslümanlar laf adamları değil, iş adamlarıydı. Şimdi laf ve demagoji çok, iş ve eser pek az.
İlk Müslümanlar karada yayan olarak yahut atla, denizde yelken veya kürekle yol alarak binlerce kilometre uzaklara gider ve i’lâ-yı kelimetullah ederler, büyük fütühata nâil olurlardı. Şimdikiler ne yapıyor?
İlk Müslümanlar namaza, ibadete, cemaate, zikrullaha, hayır ve hasenat yapmaya, cihad fî sebilillaha, nefsin terbiyesine, ilim ve irfan edinmeye, hikmete, ruh asaletine, ahlâka, fazilete düşkündüler. Şimdiki Müslümanlar ise müzeyyen meskenler, lüks mefruşat (mobilya, döşeme), lüks ve gösterişli binitler, bol ve pahalı yemekler, süslü ve kaliteli giyim kuşam, böbürlenme, çalım satma, dünya zevkleri peşinde koşuyor.
İlk Müslümanların zahirine baktığınız zaman onların İslâm kimliğine sahip olduklarını hemen anlardınız. İmâmeleri (serpuşları, sarıkları), elbiseleri, cübbe ve kaftanları İslâm kültür ve medeniyetinin eseriydi. Şimdiki Müslümanların çoğu Frenk kıyafetlerine bürünmüşler. Başları açık, üstlerinde Frenk gömleği, Frenk ceketi, Frenk pantolonu, ayaklarında Frenk iskarpini var. İlk Müslümanlar sakallıydı, şimdikilerin çoğu sinek kaydı matruş.
İlk Müslümanlar, günde beş kez Ezan-ı Muhammedî okunduğunda camilere seğirtirler, büyük cemaatler halinde namaz kılarak Allah’a ibadet ederlerdi. Şimdi yüksek tabaka, sözde okumuş ve aydın Müslümanları camide göremezsiniz. Cihad yapmaktan, İslâmcılık faaliyetlerinden namaza gitmeye vakit bulamıyorlarmış. Pöh!
İlk Müslümanların dirayetli imamları, fakihleri, müftüleri, müderrisleri, şeyhleri, mürşidleri, zâhidleri vardı. İlk Müslümanlar büyük şairler, büyük edipler, büyük mimarlar, büyük sanatkarlar, büyük kumandanlar, büyük mütefenninler yetiştirmişti.
İlk Müslümanlar emanetleri ehline verirlerdi. Bendelere, kardeşlere, bizdenlere, hocaperestlere vermezlerdi.
İlk Müslümanlar hukuk, ticaret, eğitim, askerlik sahalarında rakiplerinden, karşıtlarından üstündüler.
Sözü uzatmayayım. Biz onları görseydik ihlaslarını, istikametlerini, mürüvvetlerini, sabırlarını, fedakârlıklarını, himmetlerini anlayıp idrak edemezdik de onlara deli derdik. Onlar bizi görseler Müslüman demezlerdi.
Son otuz yıl içinde Türkiye’de ne kadar çok islâmî hizip, fırka, cemaat, grup peydah oldu. Bunların hepsi de az veya çok ehl-i sünnet dışı, bid’atlara sapmış, dini yanlış yorumlayan bölünmelerdir. Kısaca bir listesini vermek istiyorum:
1. Telfik-i mezâhib cereyanı. Yâni fıkıh mezheplerinin hükümlerini karıştırarak uygulama fırkası. Bu grubun taraftarları bir ara Diyanet’i ele geçirmişler ve Mısırlı Reşid Rıza’nın bu konudaki kitabını başkanlık yayınları arasında bastırmışlardı.
2. Mezhepsizlik. Fıkıh mezheplerini kabul etmezler, “bunlar sonradan çıkmıştır” derler. Herkesin, Kur’anı ve hadîsleri okuyup, kendi kafasına göre dinî ve şer’î hüküm çıkartmasını isterler. “Asr-ı Saadet’te mezhep yoktu, binaenaleyh bid’attir” diyorlar. Peki, Asr-ı Saadet’te Mushaf da yoktu, o da mı bid’attir? Büyük âlim Zâhir el-Kevserî Makalat’ında “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür” diyor.
3. Teşeyyu (şiileşme) cereyanı. İran’da Humeynî iktidarı kurulunca bizdeki bazı radikal Müslüman gençler ehl-i sünnet mezhebini bırakarak şiî olmuşlardı. Bunların kendi aralarında mut’a nikahı yaptıklarını da duyuyoruz.
4. Arap radikalizmi ve fundamentalizmi. Bunlar tasavvufu, mezhepleri açıkça veya dolaylı şekilde inkar ederler, siyasî çalışmaları ibadetin üstünde görürler, aktivist ve terörist metodları kullanmakta beis görmezler.
5. Pakistan’daki Cemiyet-i İslâmî taraftarları: Bunlar da Arap radikalistleri gibidir.
6. Kur’an Müslümanlığı. Bu tâife İslâm’ın tek kaynağı olarak Kur’anı kabul eder; Sünneti, icmâ-i ümmeti, kıyası kabul etmez. “Peygamber postacı idi, öldükten sonra işi ve otoritesi bitmiştir. Hadîsler uydurmadır. Sünnet din hükümlerinde kaynak olamaz” diyerek Şeriatsız, fıkıhsız laik ve seküler bir İslâm hümanizmini türetmek için çalışırlar. Rejim tarafından desteklenmektedirler.
7. Kavmiyetçi Müslümanlar. Bunların esas ideolojisi nasyonalizmdir. İslâm’ı kavimlerinin dini olarak görür ve bir dereceye kadar saygı gösterirler. Selahiyetleri, ehliyetleri, liyakatları, icazetleri olmadığı halde işkembe-i kübradan fetva ve ruhsat verirler, kendilerine göre bir İslâm türetmek isterler.
8. Cemaatlerini, meşreblerini, mesleklerini, fırkalarını İslâm ile özdeşleştiren, hattâ –neuzübillah– dinden de üstün ve önemli gören tâifeler. Bunların sayısı çoktur. Sayılsalar ve anlatılsalar kocaman bir kitap olur.
9. Kendilerini mehdi, hattâ bazıları resûl sanan birtakım adamların fırkaları. Bunların mehdilikleri ve resullükleri açıkça söylenmez. Sadece çok emin bağlılara bir sır olarak verilir. Burada isimlerini verip de başımı belaya sokmak istemem. Çünkü bazıları Haşhaşîn tarikatı reisi Şeyhü’l-cebel Hasan Sabbah gibidir; kolları uzun, hançerleri keskindir.
10. Bazı din baronlarının (hepsi değil) doktrinleri, inançları ehl-i sünnetten hayli uzaktır. Bunlar lâ yuhtî ve lâ yüs’el (Hatâ etmez, sorumsuz) olduklarına inanırlar ve inandırırlar. Asla hiçbir tenkit ve uyarı kabul etmezler ve dinlemezler. Dedikleri dedik, yaptıkları yaptık, astıkları astıktır. Kendilerini kâinatın mihveri sanırlar. Bazıları mevrid-i nasta (Dinin kesin hükümlerinde) Şeriat’a aykırı bozuk ictihadlar yaparlar, olmayacak fetva ve ruhsatlar verirler. Bu adamların peşlerine takılan beyinleri yıkanmış, robotlaşmış, zombileşmiş, ehlebleşmiş adamlar da bu uyduruk ictihadları, naylon fetvaları hikmetin kendisi olarak kabul ederler. Allah bunlara uyanmak nasip etsin.
11. Vehhabilik, pro-vehhabilik. Bunlar İbn Teymiye’yi, Muhammed ibn Abdülvehhab’ı din önderi, imam olarak kabul ederler. Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî’ye “Şeyh-i Ekfer=En kâfir şeyh” derler, mezhepleri kabul etmezler, inanç konusunda mücessime (antropomorfizm) kokan görüşleri vadır. Allah göktedir, O’nun yüzü, eli, ayağı vardır diye inanırlar. Dindarlıkları ruhsuz, kaba, zahirîdir. Parayı ve menfaati pek severler.
Listeyi uzatmıyorum… Eskiden ilm-i kelâm âlimleri bozuk fırkaları inceler, reddederlerdi. Şimdi ne Diyanet, ne İlahiyat fakülteleri ve ne de birkaç kişi kalan ehl-i sünnet âlimleri böyle şeylerle uğraşıyor. Her taraf sapık, bozuk, yamuk fırkayla doldu. Halkın ve gençliğin zihni teşvişe uğradı (karıştı). Maalesef bu kargaşa içinde en doğru şekliyle İslâm’ı anlatan, izah eden bir otorite yok.
Ehl-i Sünnet Müslümanları itikad konusunda İmamı Eş’arî ve İmamı Mâtüridî hazeratına bağlıdırlar, yâni inanca âit hükümlerde onların yorumlarını ve açıklamalarını kabul etmişlerdir. Ameliyata (işlemeye) âit hüküm ve konularda ise dört hak mezhepten birine bağlıdırlar. Mezhepleri birbirlerine karıştırmazlar. Telfik-i mezâhib çok yanlış bir metoddur.
Şeriat’ı esas olarak kabul eden bütün tasavvuf tarikatları haktır. Onların zikirleri, âyinleri, semaları hakkında Şeriat uleması tarafından fetva verilmiştir.
Maalesef ehl-i sünnet geçinen, fakat aşırılıklara kaçan birtakım fırka ve taifeler de vadır. Bunlar da bilinmelidir.
Bütün bozuk fırkalar ve güruhlar kendi kusurlarını ve reislerini çok büyütürler, âdeta onları erbab haline getirirler. Müslümanları “Bizden olanlar ve bizden olmayanlar” diye ikiye ayırırlar. Bizdenleri has kardeş kabul ederler, ötekilere pek itibar etmezler.
Âhir zamandayız, fitne ve fesat çoğalmıştır. Şeytanlar, nefs-i emmâreler, kâfirler, münâfıklar Müslümanları bölmek, birbirine düşürmek için tuzak kuruyor, hile ve hud’a yapıyor. İtikadda ve amelde ehl-i sünnet dairesinde olan kişi inşaallah kendini kurtarmış olur.
İslâm bilgeliğinin kurallarından biri de, cahillerle ülfet ve ünsiyet etmemek, onlarla kaldıramayacakları konularda konuşmamaktır. Cahil kişilerle selamlaşılır, merhaba alışverişi yapılır, onların hali ve hatırı sorulur elbette. Fakat onlarla siyasî, ilmî, kültürel, sanat meseleleri ve incelikleri asla müzakere edilemez.
Popülist politikacılar cahil kitlelerin hoşlarına gidecek sözler söyler, onların duygularını okşar, gururlarını tatmin ederler. Bu yolla da siyasî güç, iktidar, nüfuz ve menfaat kazanırlar. Cahillere, “Siz cahilsiniz, sizin aklınız ve fikriniz ile işler düzelmez” denilse, oy alınabilir mi?
Ahlâksız din sömürücüleri de geniş kalabalıkların nabızlarına göre şerbet verir ve sonra onlardan bol bol para devşirir.
İslâm’da istişare-danışma vardır. Lakin, danışma, uzmanlığı ve ehliyeti olan mu’temen kişilerle yapılır. Cahiller ile istişare yapılamaz. Yapan zararını görür.
Bundan yirmi küsur yıl önce, Cağaloğlu’ndaki yazıhaneme onaltı yaşında bir genç gelmişti. Ondan önce gelmiş, başka bir ziyaretçim daha vardı. Bu zat onsekiz senedir müftülük yapan, oldukça ilme ve irfana sahip, terbiyeli ve efendi bir kimseydi. Onaltı yaşındaki genç benimle tartışmaya, çekişmeye gelmiş. Suçum da, onun gibi düşünmemek, onun tercihlerine katılmamaktı. Yarım saat kadar bağırdı çağırdı, münakaşa etti, en sonunda cinleri başına çıktı ve:
– Zaten senin gibi adamla konuşulmaz!.. diyerek kalktı, odanın kapısını şiddetle çarpıp gittiydi.
O gittikten sonra, müftü efendi:
– Bunca yıldır müftülük yapıyorum, çok insan gördüm ama bunun kadar terbiyesiz bir genç görmedim demekten kendini alamamıştı.
İşin vahim tarafı, bu gencin dindar kesime mensup olması, bir cemaati fanatikçe desteklemesi idi. Kendisinde biraz edeb olsaydı, benim yaşıma hürmet ederek daha sâkin, daha mülayim, daha terbiyeli olması gerekmez miydi?
Kimdi, ismi neydi? Hatırlamıyorum. Hakkım kendisine helâl olsun. Lakin onu kışkırtan, böyle edepsiz ve dengesiz hale getiren din sömürücülerine hakkım helâl olmasın.
Müslümanlığın kuralları vardır. Bunlardan biri:
“Bizim büyüklerimize saygı beslemeyen, küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir” hadîs-i şerifidir. Maalesef bu devirde birtakım cahil Müslümanlar bu temel kuralı çiğneyip durmaktadır.
Din ve dünya işlerinde cahillerin, ehliyetsizlerin, uzman olmayanların, yetersizlerin, firasetsizlerin söz sahibi olması bir İslâm toplumunu ve bir İslâm ülkesini çökertir.
Yaz geliyor. Yine binlerce camiye soğutma cihazları, yel âletleri (vantilatör) alınacaktır. “Aziz Müslümanlar camiye yardım, İslâm’a yardım ediniz.” Neymiş yardım? Soğutucu ve vantilatör almakmış. Fesubhanallah. Bizim ülkemiz genellikle mutedil iklime sahiptir. Cami binaları dışarıya nisbetle serin olur. Her iş bitti de sıra bunlara mı geldi?
Cahil kişiler din ve siyaset işlerini futbol kulübü tutar gibi ele alırlar. Kaş yapayım derken göz çıkartırlar, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olurlar, yağmurdan kaçarken doluya tutulurlar, az kötüyü izale edelim derken çok kötüyü başa bela ederler.
Cahil sadece okumamış, mektep üniversite görmemiş kimseler değildir. Çok yüksek diplomalara sahip cahiller de vardır. Birincileri kültürsüz cahillerdir, ikinciler ise hinoğluhin cahillerdir.
Bir cahille konuşup sohbet ederken hakarete uğrayan, alaya alınan, zarar gören kişi, suçu muhatabında aramasın, asıl kabahatli bizzat kendisidir.
Peki cahiller uyarılamaz mı, yola getirilemez mi? Bu pek zordur. Cahilliğin ilacı ilimdir, irfandır, kültürdür. İyi bir eğitimdir. Onlar olmazsa, kuru lafla, bir iki nasihatle cehalet tedavi edilemez.
Demokrasi cahillerin, ayak takımının, tabanın, halk yığınlarının saltanatı değildir. Bir ülkenin medyası, eğitim sistemi, üniversiteleri, aydın tabakası, seçkinleri, idarecileri halkı devamlı şekilde eğitmekle, onlara öğüt vermekle, yol göstermekle, ışık tutmakla vazifelidir. Bizdeki durum mâlum. Büyük medya, eğitim, üniversiteler, aydın sınıf, yüksek tabaka, egemen azınlıklar bu halkın dinine, kimliğine, ülkenin tarihî devamlılığına karşıdır. Yüksek tabaka ile taban arasında büyük bir kopukluk mevcuttur.
İslâm ve Müslümanlar bu memlekette garip kalmışlardır.
Din sömürücüleri için âlim cahil farkının önemi yoktur. Onlar çok sayıda taraftar, büyük miktarda para, ün, alkış, menfaat, riyaset, itibar, ikbal peşindedir. Halkı uyarmak diye bir dertleri yoktur.
İslâm dini inanç, bilgi, ahlâk, nizam konusunda cahillikleri gidermek; sahih inanç ve bilgilerin, ilmin, irfanın, faziletin, medeniyetin, adaletin, güvenin, yardımlaşmanın, korkusuz yaşamanın hâkim olduğu bir toplum kurmak için gönderilmiştir. Şimdiki Müslümanlarda böyle bir misyonu yürütecek güç, vasıf ve üstünlük var mıdır?
Cahil kişi gelir, bir soru yöneltir. Verdiğiniz cevap hoşuna gitmezse size kırılır, gücenir, hattâ düşman bile olabilir.
Cahiller genellikle mutlak doğrulardan hoşlanmazlar. Onların kendi doğruları vardır.
Cahil bir kimseye basit bir gerçeği kırk gün anlatsanız, yine anlayıp kabul etmez.
Cahilleri şartlandıran cemaatler, hizipler, fırkalar vardır. Onların beyinlerini yıkarlar, robot ve zombi haline getirirler.
Cahil fanatik olur. Bundan yirmi küsur sene önce İstanbul’daki yüksek bir din mektebinin bazı hocalarının evleri gece karanlığında kurşunlanmıştı. Çünkü birtakım cahil fanatikler onların siyasî görüşlerini beğenmiyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu altı yüz küsur sene ayakta kaldı, bunun ana sebeplerinden biri de, Osmanlı nizamında cahillerin ve ehliyetsizlerin iki konuda, din ve siyaset konusunda konuşturulmamaları olmuştur. 1908’de İkinci Meşrutiyet’ten sonra zararlı bir serbestlik gelmiş, devletin idaresi İttihad ve Terakki çetesinin eline geçmiş ve koskoca devlet on sene içinde batmış ve bitmiştir.
Bu memlekette yüksek seviyede yüz Müslüman münevver olsa; bunlarda halkı uyarma, yönlendirme niyeti bulunsa; ellerinde medya imkanları olsa, İslâmî kesimdeki bugünkü bölünmüşlük, parçalanmışlık, çaresizlik, dağınıklık ve tefrika ortadan kaldırılabilir. Gazete ve televizyon yayınları, çeşitli konularda milyonlarca basılıp dağıtılan broşürler, camlatılıp duvarlara asılacak levhalar ve daha başka yollarla birtakım temel, hayatî, önemli bilgiler ve hükümler milyonlarca insanımıza duyurulabilir. Ancak, benim kanaatimce bu şartlar mevcut değildir. Bizde doların milyarıyla maddî imkan vardır ama, bunları kullanacak beyin, niyet ve irade yoktur.
Müslümanları bölerek, onların beyinlerini yıkayarak milyonlarca, milyarlarca dolar yardım ve hizmet parası toplayan din baronları cahillikle mücadele etmezler.
ALMANLARIN “Türk kâğıdı” dedikleri ebrû esrarlı ve garip bir sanattır. Eskiden geleneksel sanatlarımız hayat ile içiçeymiş. Sonra çeşitli sebeplerle hayattan kopmuşlar; müzelere, nâdir koleksiyonlara hapsedilmişler. Yakın zamanlara kadar ebrû, çok az kimsenin ne olduğunu bildiği ve bir örneğine sahip olduğu yetim sanatlarımızdan iken, biraz propaganda, biraz himmet, biraz merak ile kütlelerin duyduğu, evlere süs unsuru olarak girdiği, öğrenilmeye heves edildiği bir konu haline gelmiştir.
22 Nisan Cumartesi günü Sultanahmet’in altında Küçükayasofya Camii Sokağı 12 numaralı mekânda İstanbul’un ilk ebrû dükkanı açıldı. Bu bence, sanat ve kültür bakımından büyük bir hâdisedir. Bundan yüz sene öncesine kadar İstanbul’da, Bayezid civarında ebrûcu dükkanları varmış. Kitreli teknelerde, ödle karıştırılmış toprak boyalarla ebrulu kâğıtlar yapılır ve satılırmış. Sonra birer birer kapanmışlar, tarihe karışmışlar. Aradan bir asır geçtikten sonra bir diriliş başladı. Hayra alâmettir.
Atölye-dükkanın ismi “Menekşe Ebrû Evi”, sahibi ve sanatkârı da dostumuz Yılmaz Eneş Bey. Kendisini tebrik ediyor, bundan sonraki sanat hayatında başarılar diliyorum.
Menekşe Ebrû Evi’nin açılışı günü Suriye’de bulunduğum için bizzat bulunamadım. Eminönü Belediye Başkanı Lütfi Kibiroğlu beyefendi teşrif etmiş ve başkanlık adına ebrûlu bir hat levhası satın almış. Birtakım hattatlar, tezhipçiler, sanat ve kültür meraklıları da bulunmuşlar.
Yılmaz Eneş Bey 1960 İstanbul doğumlu, kalender meşreb, gözü paradan çok sanatta olan efendi bir kimsedir. Ebrû yapmayı sevmekte, bol eser vermekte, bunları uygun fiyatlarla geniş kütlelere yaymaya çalışmaktadır.
Şu anda şehrimizde birkaç ebrû kursunda ders verilmekte, öğrenci yetiştirilmektedir. Dükkanları olmasa bile evlerindeki atölyelerde ebrû yapan hayli değerli ebrû sanatkârımız bulunmaktadır. Bu çok güzel bir gelişmedir. Hat ve tezhib sanatımızın durumu da iyidir. Darısı, unutulmaya yüz tutan diğer geleneksel sanatlarımızın başına.
El yapımı kâğıt üretme ve bunları tabiî boyalarla boyama sanatımız da canlandırılmalıdır. Kültür Bakanımız İstemihan beyefendi vazifeşinas, titiz, meraklı, himmetli bir zattır. Kendisine bir dosya sunulsa bu sahaya el atacağından eminim. Dikkat edilecek tek nokta, birtakım yiyici, hortumlayıcı uğursuz heriflerin, birkaç kuruş tırtıklamak için bu gibi projeleri dejenere etmeleri tehlikesidir. Buna karşı tedbir alınmalıdır. Vakit bulabilirsem Kültür Bakanı’na bu konuda küçük bir dosya sunmak istiyorum.
Son Suriye seyahatimde Şam’da, Haleb’te elle kumaş dokuyan sanatkârlar gördüm. Turistlere, meraklılara biraz pahalıya satılan, sanat kıymeti olan ipekli kumaşlardı bunlar. Bizde hâlen Buldan’da elle kumaş dokunan tezgahlar var. Fakat piyasaya ucuz mal ürettikleri için bu yolla yeterli gelir temin edilemiyor. Biraz yol gösterilse, elle eğrilmiş ipliklerle lüks kumaş dokutturulsa bu sanatımız da kısa zamanda inkişaf edecektir. Duyduğuma göre Beymen ve Vakko müesseseleri Anadolu’dan böyle tezgahlar getirtip İstanbul’da kurdurtmuşlar ve benim dediğim işi yapıyorlarmış. Japonya, İsviçre gibi çok ileri ülkelerde bile bu eski sanat devam ettirilmektedir.
Cam sanatının da teşvike ihtiyacı vardır. Avrupa ülkelerinde, İran’da, Hindistan’da, birçok Asya ülkelerinde çok köklü, çok gelişmiş, çok güzel sanat ürünleri veren cam sanatı bizde maalesef geriliyor. Eskiden Akdeniz havzasında üç şehir cam sanatı bakımından başta gelirmiş: Venedik, Kahire, İstanbul. Venedik’te ve Kahire’de cam sanatı halen güçlüdür. Bizde kör topal yürümektedir. Kültür Bakanlığı’mızın, birtakım vakıfların bu konuya el atmaları temenni olunur.
İznik çinisi sanatımız, “İznik Eğitim ve Öğretim Vakfı” sayesinde eski seviyesine ulaştı ve harika eserler vermeye başladı. Duyduğuma göre, İznik’te sırf bu sanat üzerinde ihtisas verecek özel bir üniversite de kurulacakmış. Himmetleri dolayısıyla vakıf başkanı Profesör Işıl Akbaygil hanımefendiye teşekkür ve hürmetlerimi takdim ederim. Memlekete büyük hizmet etmektedir. Sağolsun.
Yeterli olmasa da Konya’da hat, tezhip, ebrû, Selçuklu çinisi gibi geleneksel sanatlarımız da teşvik görmeye, öğretilmeye başlanmıştır. Birkaç yıldan beri devam eden bu faaliyetler takdir ve tebrike şayandır. Diğer büyük şehirlerimizin de bu gibi sahalarda faaliyete girişmelerini temenni ederiz.
Mısır’dan, Suriye’den, Uzakdoğu’dan birkaç usta-öğretmen getirtilse, büyük şehirlerimizden birinde bir sedef kakmacılığı okulu açılsa, eminim ki bu sanat kısa zamanda gelişir, kökleşir.
Çini, porselen, seramik, toprak eşya konusunda da Çin’den, Kore’den, Japonya’dan ustalar getirtilmeli; meselâ Kütahya’da küçük bir okul açılarak hemen yeni çalışmalara başlanmalıdır.
El sanatları, büyük sanayi gibi milyonlarca insana istihdam ve iş imkânı temin etmeyebilir ama bunlar bir ülkenin medeniyet, kültür, zekâ göstergeleridir. Teşvik edilmeli, yaşatılmalıdır.
Gaziantep şehrimiz böyle sanatların inkişafı ve geliştirilmesi için çok müsait bir insan hazinesine sahiptir. Yeter ki, himmet sahipleri yol göstersinler, okullar ve kurslar açsınlar, kaliteli hocalar ve ustalar bulup talebe yetiştirtsinler.
Siyasete, futbola, iktisada haddinden fazla önem veriyoruz. Sanatı ise ihmal ediyoruz. Eskiden ülkemizde yüzlerce geleneksel sanat eseri üretiliyormuş. Bunların yüzde doksanı maalesef unutulmuştur. Bunlar canlandırılmalı, öncelikle turistlere ve bünyemizdeki kültürlü ve medenî insanlara bu sanatların ürünleri satılmalıdır.
Sanat hayattan kopmamalıdır. Evlerimizi, işyerlerimizi elden geldiği kadar “Türkçe” döşemeliyiz. Eldokuması halı ve kilimler, sedirler, kerevetler, yastıklar, şerbetlikler, dolaplar, kavukluklar. İmkânı olanlarımız evlerinin ve bürolarının tavanlarına ahşap oymalı, nakışlı tavan göbekleri koydurmalıdır. Duvarlarımızda hüsn-i hatlar, ebrular, gravürler, minyatürler gözlere ışık saçmalıdır. Masalarımızın, sehpaların üzerinde, büfe ve vitrinlerde Türk işi cam, porselen, çini, toprak, bakır, tunç objeler bulunmalıdır. Bu dediklerimi gerçekleştirmek o kadar zor değildir. Yeter ki, biraz niyet, biraz irade, biraz zevk, biraz kültür ve medeniyet olsun. (Menekşe Ebrû Evi – Tel: 0212/516 87 76, Cep: 0532/322 99 10)