Cumartesi

 

Gece biraz kitap okuduktan sonra yatmıştım, dalmak üzereydim ki, sokaklardan, meydanlardan, caddelerden bağrışmalar, feryatlar, çığlıklar gelmeye başladı. Otomobillerde deli gibi korna çalınıyordu. Silah da atıldı sanırım. Ahali evlerden, kahvehanelerden dışarıya fırlamış haykırıyordu.

Meğerse Galatasaray Kopenhag’ta oynadığı maçı kazanmış, kupayı almış. Halk buna seviniyormuş.

Kaç sene oldu bilmiyorum, bizim millî takım İsveç’e gitmiş, oranın takımı ile bir müsabaka yapmaya hazırlanıyordu. Televizyonda seyretmiştim, Türk medya ekiplerinden biri sokakta İsveçli bir adamı çevirmişler ve sormuşlardı: “Hangi takımın kazanmasını istiyorsunuz?” İsveçli umursamaz ve önemsemez bir tavırla, “Türk takımının…” cevabını vermişti. Şaşıran televizyoncu “Niçin?” diye sorunca da, “İhtiyacınız var da ondan” demişti.

Gerçekten böyle şeylere halkın, kütlelerin büyük ihtiyacı var. Siyaset iyice kirlenmiş, iktisat ve finans batmış, borç 150 milyar doları geçmiş, bütçe bunun faizini ödemeye yetmiyor; yakın zamana kadar dünyanın sayılı tahıl ambarlarından biri olan Türkiye şimdi ekmeklik buğdayını dışarıdan getirmek zorunda; hayvancılığımız da baltalanmış, çoğu domuz eti olmak üzere dışarıdan külliyetli miktarda et getirtiliyor; pirinç, fasulya, nohut, mercimek bile dışarıdan geliyor; ülke tam bir sömürge haline getirilmiş; müzmin ve yüksek enflasyon bütün müesseseleri çürütmüş; yirmi milyon işsiz var; kokuşma, rüşvet, hortumlama almış yürümüş; cinayetler, rezaletler, skandallar birbirini kovalıyor… Bırakın da halk şu son futbol zaferinin sevinciyle dertlerini unutsun, biraz neş’elensin.

O gece bazıları o kadar coşmuş ki, rastgele atılan sevinç mermileriyle on kişi ölmüş, elli kişi yaralanmış.

İsveçli sokaktaki adam bile halimize acımıştı da, “Bizim takımın kazanmasını değil, Türk takımının kazanmasını istiyorum, çünkü buna çok ihtiyacınız var…” şeklinde konuşmuştu.

Ağyar ağlar hal-i perişanımıza…

Ertesi gün sokağa çıktığımda herkes futbol zaferinden bahsediyordu. Yüksek tabakaya mensup okumuş kişiler bile sevinç sarhoşluğu içindeydi. Gazeteler fevkalade günlere mahsus birinci sayfalar hazırlamışlardı. Yüzler güleçti, sinirlerin gerginliği izale olmuştu.

Dinamiti icad eden İsveçli âlimin bir asırdan fazla bir zamandır verilegelen “Nobel ödülünü” henüz hiç bir Türk alamadı. Ne fen, ne edebiyat, ne barış sahasında. Biz kendi lisanımızın mükemmel bir gramerini bile yazamamışızdır. Jean Deny adlı bir Fransız himmet edip de mufassal ve mükemmel bir Türk grameri yazmamış olsaydı ne yapacaktık? Henüz Larousse gibi, büyük Robert gibi, başka dillerdeki gibi yüz bin kelimeyi ihtiva eden geniş, derin, ciddî bir lügatimiz de yok. Dört başı mâmur bir Türkiye tarihi, Türkiye coğrafyası, Türkiye sanatı külliyatı da ortaya koyamamışız.

Bırakın da, biraz olsun futbol zaferiyle mest olalım.

Tehlike Çanları

NATO, Tübitak ve İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından tertiplenen seminer sonunda, İstanbul ve Marmara bölgesinde yaşayan yirmi otuz milyon nüfus için tehlike çanları bir kere daha çalındı. Yapılan resmî açıklamada “Marmara bölgesinde, özellikle Marmara denizinde deprem riski artmıştır. Yapılan tahminî hesaplar beklenen depremin 7 şiddetinin üzerinde olacağını göstermektedir… vs… vs…” denilmektedir. Bu toplantıya dünyanın çeşitli ülkelerinden ilim adamları ve uzmanlar katılmış. (Türkiye Gazetesi, 17 Mayıs 2000,)

İlgililer ne gibi tedbirler alıyorlar acaba? Milyonlarca ceset torbası, yeni mezarlık sahaları, kazılan kabir çukurları… Kağıt üzerindeki talimatlar… Benim zelzele ile ilgili yazılarımdan bazıları son derece rahatsız ve tedirgin oluyormuş. Zavallılar. Böyle yazılar kaleme alınmalı ki, hiç olmazsa halkın bir kısmı uyansın, alabileceği kadar tedbir alsın.

Böyle büyük âfetlerin ve felaketlerin beklendiği zamanlarda bir takım sâlih kişilerin görecekleri rüyaların bile önemi vardır. Elbetteki her rüya için ille de doğrudur, çıkacaktır demiyorum. Lakin bazı rüyalar pekala sadık olabilir, uyarabilir.

Zelzelede en fazla çürük çarık binaların yıkılmasından korkuluyordu. Şimdi yeni bir konu daha çıktı. Korozyon meselesi. Bina sağlam yapılıyor ama, rutubet aldığı, terası ve duvarları suya ve neme karşı korunmadığı için, zamanla betonun içindeki demirler çürüyor, inceliyor ve mukavemet gücünü kaybediyor. Bina şimdilik ayakta duruyor ama ilk sarsıntıda yıkılabilir. İstanbul’daki binaların epeycesi bu korozyon yüzünden çürük hale gelmiş.

Zelzele korkusu ve tedirginliği milyonlarca insanımızda şuuraltı gerginliklere ve huzursuzluklara sebebiyet vermiştir. Bilhassa kadınlar ve çocuklar bu durumdadır.

İstanbul’un erkek nüfusu fazla renk vermiyor, kanıksamış durumda. Herkes işiyle, gücüyle, ticaretiyle, kimileri dalgasıyla meşgul. Acaba Paris, Londra, Franfurt gibi büyük bir Batı şehrinde İstanbul’daki gibi şiddetli bir zelzele riski meydana çıkmış olsaydı ne gibi tedbirler alırlardı? Şehrin nüfusunun hiç olmazsa bir kısmını tahliye etmezler miydi? Tabiî ki, bu iş söylendiği kadar kolay değil. Zelzele için olacak deniliyor ama ne zaman olacağı belli değil. Tarihi kesin olsa tedbir almak, nüfusu tahliye etmek çok kolay olurdu.

İstanbul, ülkenin kötü idare edilmesi dolayısıyla haddinden fazla kalabalıklaşmış bir şehrimizdir. Zelzele riski şehrin nüfusunu azaltmak için büyük bir fırsattır. Dış dünyadan da yardım alınarak birkaç milyon insan taşraya gönderilse fena mı olur? Ancak bunu yapmak için akıl, plan program ve büyük para gerekir. Para bulunabilir ama akıl bulmak o kadar kolay değil. Bulunan parayı da çeteler, mafyalar, büyük holdingler, dev şirketler, yüksek haydutlar yemek isteyecektir.

Avukat dostlarımdan bir zat Bakırköy taraflarında oturuyor. Bir sabah bakmış ki, bulunduğu sokağa belediye bir levha koymuş. “Depremde sadece resmî araçlar buradan geçebilir” meâlinde bir tabela. Avukat bey ve hanımı bayağı rahatsız ve tedirgin olmuşlar. “Artık buradan göç etmek vâcip oldu. Elli altmış kilometre uzaklarda bir arsa bulup, üzerine tek katlı villamsı bir mesken kondurup orada yaşamamız gerekecek” diyordu. Kendine bir yer buldu ve villasını hemen inşa ettirmeye başladı mı, yoksa zamanla tedirginliği zâil mi oldu? 21 Mayıs 2000