GAYRETKEŞLİK
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 23 Aralık 1991
Gayretkeşlikler birbirini kovalıyor. Şimdi de Meclis başkanı, TBMM’ye tarikat kıyafetiyle girilmesini yasaklayan bir karar çıkartmış. Kılık ve kıyafet hakkında ve bazı kisveleri yasaklamak için 1934’te çıkartılan kanun (2596 no.lu) mucibince, İslâmî kültürü yansıtan, hatırlatan elbiselerle Meclis’e ve ona bağlı bina ve bahçelere girilemeyecekmiş. Hem yasaksız bir Türkiye’den bahsediyorlar hem da caduc olmuş eski kanunları çıkartıp yeni yeni yasaklar koyuyorlar.
Bay Hüsamettin Cindoruk (ona bey dememiz kanunen yasaktır) nasıl bir hukuk anlayışına sahiptir ki, bir yandan Müslümanların kılık ve kıyafetlerine karışırken, bir yandan da şapka giymemek suretiyle kendisi kanunu çiğnemektedir. Şapka Kanununa göre. Bay Hüsamettin’in devamlı şapka ile gezmesi gerekir. Kanun bu hususta sarihtir. İlle de şapka giyecektir. Silindir mi olur, melun mu, fötr mü, tüylü Bavyera şapkası mı…. seçimde serbesttir. Ama şapka giymemekte hür değildir. Madem ki, hazret bu kadar ateşli bir Atatürkçüdür, Atatürk’ün çıkardığı Şapka Kanununa riayet etsin.
Birtakım Müslüman vatandaşları, Atatürk kanunlarına uymak hususunda zorlarken, öte yandan kendisi Şapka Kanununa muhalefet ederse, bunun adına samimiyetsizlik denmez de ne denir?
Sırası gelmişken, ibretli bir vak’ayı anlatmak istiyorum. Türkiyeli bir Şeyh efendi, müridleriyle beraber İslâmî dâvet yapmak üzere Amerika’ya gittiğinde, bir gün kendisini ve yakınlarını New York’ta büyük bir gökdelenin bir katındaki lüks bir lokantaya götürürler. Şeyh efendi kravatsızdır. Kapıdaki adamlar “buraya kravatsız girilmez! diyerek mâni olmağa kalkarlar. Bunun üzerine, maiyetindekilerden biri, kapıcının kulağına eğilirek bir şey söyler. Bu söz üzerine kapıcı “özür dilerim, öyleyse buyursunlar” diyerek yolu açar.
Kapıcıya ne denmiştir biliyor musunuz: Söyleyeyim: “Bu zat bir din adamıdır, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kravat takmamaktadır” denilmiştir.
Batı batı diyorlar, batılılaştıklarını zannediyorlar. Ama nafile. Batının böyle uygulamaları da var, bizimkiler ise Nuh diyorlar, Peygamber demiyorlar.
Bay Hüsamettin, Erdal İnönü’nün kalpağına da ilişse ya ilişmez, ilişemez. Çünkü kafa-dardırlar.
Bay Hüsamettin iyi ki, Japon Meclisine başkan olmamış. Orada kimonoyu yasak eder, büyük bir fırtına kopartırdı.
Aslında Bay Hüsamettin’in bu yasağını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne kadar ulaştırmak lazımdır.
Artık fanatizmi bırakalım ve milletimizin kendi öz kültürüne ait özelliklere saygı gösterelim. Bizim gibi düşünmeyenlere hoşgörü (müsamaha) ile muamele etmesini bilelim. Devlet kılık kıyafete karışmamalıdır. Devlet, alfabe yasağını devam ettirmemelidir. Mason locaları nasıl serbestse dinî tarikatlere de aynı serbestlik tanınmalıdır. Müslüman hanımların peçesine çarşafına el ve dil uzatılmamalıdır. Dindar kadınların katolik rahibeler kadar hakkı, hürriyeti, haysiyeti yok mudur?
Yakın tarihimizdeki birtakım içtimâi organ nakilleri tutmamıştır. Millet daha fazla zorlanmamalıdır. Mutlu ve putlu azınlığın eğlendiği batakhanelerde striptiz yapılmasına, sahnede lezbiyen kadınların sevişmesine nasıl müsamaha ediliyorsa, başörtülü avukat hanımlara, kız öğrencilere, kadın memurlara da müsamaha edilmelidir.
Bütün medenî ülkelerde esas olan din, vicdan, kanaat ve fikir hürriyetidir. Bu hürriyetlerin içinde, dinî kisve ve serpuşları giymek de vardır. İnsan hakları ile ilgili eski ve yeni bütün temel metinler din, inanç ve vicdan hürriyetlerinin korunmasından bahs ederler. Hiçbir temel metinde, laiklik ne bir hak ne bir değer olarak zikr edilmemiştir. Laiklik adına temel hak ve hürriyetleri yasaklamaya 1991’de hiçbir kişinin ve makamın gücü yetmeyecektir.
BEREKETSİZLİK
Bereketsizliğin adını pahalılık koymuşlar. Bu kadar uğursuz ve yolsuz işlerin cereyan ettiği, haramyiyiciliğin dehşet verici boyutlara ulaştığı, para hırsının toplumu kasıp kavurduğu bir ortamda elbette bereketsizlik olur, o da pahalılığa yol açar. İslâmî hayat tarzında israfın, tüketim çılgınlığının yeri yoktur. Dinimiz kanaati emr ediyor. Kanaat tükenmez bir hazinedir diyor. Ama dinleyen kim. Politikacılar avaz avaz haykırıyorlar, “benim vatandaşım çok kazanacak, çok tüketecek, bol boy iyi şeyler yiyecek.” diye.
Benim çocukluğumda en fazla pişirilen şey çorbaydı. Sabahları, akşamları çorba içilirdi, içine ekmek doğranarak. Küçük şehirlerde, kasabalarda çorbacı dükkanları bulunurdu. Biraz ekmek, bir tas çorba; başında bismillah çekilir, bitince elhamdülillah denilir, kanaat edilirdi. Şimdi öyle mi? Gelirli sınıflar çorbayı kaldırdılar, daha fazla kaliteli ve pahalı yemek yiyebilmek için. Şimdi etler, balıklar, tavuklar, kaymaklı tatlılar, neler neler tıkınılıyor. Sonra da pahalılık varmış. Elbette olur. Ucuzluk olması için ya üretimin artması ya tüketimin azalması gerekir.
Eski Romalılar bir ara sefahatte o kadar ileri gitmişlerdi ki, orgie denilen fısk u fücur ziyafetlerinde, kanapelere uzanarak domuzlar gibi yer içerler, mideleri iyice dolunca, biraz ötede boğazlarına bir tüy sokarak kusarlar, tekrar sofraya koşarlardı. Bizdeki ehl-i dünyanın bir kısmı da o yolda ilerliyor. Büyük şehirler, yazlıklar lüks restoranlarla doldu, içkisiyle birlikte bir adam 500 bin lira ödüyormuş, bu da orta bir rakammış. Bir yanda bu israf, öte yanda sürünen fakir kitleler. Zenginlerle fakirler arasındaki bu uçurum insanı korkutuyor.
Geçenlerde “Antitüketim Kılavuzu” adlı bir yazı yazmıştım. Oradaki tekliflerimi hayata uygulamak gerektir, pahalılıkla mücadele etmek için masrafları kısmak, lüks tüketime son vermek, kanaatkâr olmak icab eder. Yandık diye feryad etmekle pahalılık gidip, ucuzluk gelmez.
Kısa pratik tekliflerim: Ampulleri değiştirip düşük vatlılarım takın. Daha kısa müddette pişen yemekler yapın. Alışverişi ucuz semt pazarlarından yapın. Pirincin, makarnanın, deterjanın, yağın lüksünü değil, ucuzunu alın. Nohut, mercimek, patates tüketimini çoğaltın. Balığın bol ve ucuz olduğu mevsimde et yerine onu tüketin. Müsrif değil, kanaatkâr olun.
ÂLET Mİ ADAM MI?
Biz şarklıların modem cihazlara, Batı dünyasının incik-boncuklarına karşı aşırı zaafımız, hayranlığımız vardır. Bütün İslâm âlemi, trilyarlar harcıyarak fotoğraf makinaları, videolar, teypler, fakslar, bilgisayarlar, bulaşık makinaları edindi. Şimdi otomobillere telsiz telefonlar koyduruyoruz. Ben oldum olası, bu hayranlığa karşıyırndır. Bizim eksikliğimiz cihazla, âletle ilgili eksiklikler değildir ki.
İyi yazı yazabilmek, birinci sınıf gazeteci olabilmek için bir deste müsvedde kâğıdı ile bir kalem veya daktilo yeter. Kalemin lüks ve pahalı olması, daktilonun bilgisayarlı olması yazının kalitesi üzerinde etkili olmaz.
Eğer ben kaliteli kalem ürünü veremiyorsam, bilgisayar bana ne yapabilir?
İyi gazetecilik yapabilmek için ille de renkli rotatifler, son model renk ayırma cihazları ve bunlara benzer pahalı âlet ve usuller de şart değildir. Siyah beyaz baskı ile de birinci sınıf gazetecilik olur. Hattâ böylesi daha ciddî, daha kalitelidir. Dünyanın en ciddî gazetesi Le Monde (ilânlardaki resimler dışında) hiç resim basmaz.
Bütün gücümüzü insanlarımıza vermeliyiz. Sonra makinalara, cihazlara, âletlere.
Bizi mağlub eden, düşmanlarımızın gücü değil, bizim kendi güçsüzlüklerimizdir.
“Bu kardeşimiz imanlı, namazlı bir Müslümandır”, demekle iş bitmez, ilmi, ihtisası, hüneri, mârifeti, başarısı var mıdır, ona bakmalıyız.
Gerçek iktidar olabilmek için sadece milletin seçmesi yetmez. Aynı zamanda ‘muktedir, güçlü” olmak şartı gereklidir.
Biz Müslümanlar, emanetleri rastgele Müslümanlara değil, o emanete ehil olan liyakatli ve muktedir Müslümanlara vermeliyiz.
Kalitesiz Müslüman kadrolar, bu davanın sırtında yüktür. Kaliteli kadrolar yetiştirmeliyiz. Bütün imkânlarımızı bu işe teksif etmeliyiz.
NOTLAR
23.12.1991