Gemi Su Alıyor
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Ocak 2019
SalıGeçen hafta tanıdık bir dükkandan bir gömlek aldım, parasını ödemek üzere elimi pantolonumun cebine attım, eyvah paralar yok!.. Başka yere koymuşumdur diye ceketimin, paltomun ceplerini araştırdım, onlarda da yok. Dükkan sahibi
dedi. Bereket versin eve tramvayla dönecek kadar bozuk param vardı…
Eve geldim, kaybettiğim paraları arıyorum. O gün pantolonlarımdan birinin paçalarını kısalttırmıştım, onun ceplerine baktım, meğerse paralar oradaymış… 200 İsviçre frangı, 150 lira kadar da Türk parası saydım, eksik yoktu, tamamdı. Pantolon tamircisine ilk defa iş yaptırtmıştım, kendisini tanımıyordum, dükkânı evime yakın bir yerde de değildi. Dürüst ve temiz bir vatandaşmış, cebimdeki paralara el sürmemiş.
Ülke ve toplumdaki bozukluklardan şikayet edip dururuz. Madalyonun arka tarafında, bu anlattığım dürüstlük gibi iyi ve olumlu şeyler de var. Acaba bu iyi ve olumlu şeyler genel ve yaygın mı, yoksa nâdir ve istisnaî mi? Bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum.
Taşraya, küçük şehirlere bir şey söylemem ama İstanbul çok bozuldu. Can, mal, ırz güvenliği kalmadı. Otomobilli kapkaççılar zavallı kadınların çantalarını kapıyorlar, onları yerlerde sürüklüyorlar, bazısını öldürüyorlar.
1544’te, Fransa elçisinin maiyetinde İstanbul’a gelen bir İtalyan rahibinin hatıralarında şu cümle yazılıdır;
(Jérome Morand, d’Antibes à Constantinople, Paris, 1901)
Şimdi İstanbul’da bu güvenlik yok. Avrupa Birliği standartlarına uydurulan ceza hukukumuzda hırsızların ve soyguncuların hakları ve güvenceleri soyulanlarınkinden daha fazla. Âhir zamanda bina, zina ve cinayetler çoğalacakmış.
Kapıkule gümrüğündeki rezaletleri ve yolsuzlukları duymuşsunuzdur. Beni en fazla üzen ve öfkelendiren husus, gönderine Türk bayrağı çekilen resmi bir binada bir fuhuş odası bulunması. Orada bir mescid açılmasını istesek, bir takımları böyle bir şey laikliğe aykırıdır diye itiraz ederler. Peki, fuhuş odası laikliğe uygun mudur? Gümrük Bakanlığı’nın eski müsteşarı beyanat vermiş ve “bir sene sonra orada durum yine aynı şey olacak…” demiş.
Eğer bir ülkede can, mal, ırz, namus, din, inanç, vicdan güvenliği yoksa, ben oradaki demokrasiyi ne yapayım… “Efendi, güvenlik yok ama laiklik var… Ne sızıldanıp duruyorsun… Yoksa laiklik gibi bir nimeti hor mu görüyorsun?..” Estağfirullah efendim, eyvallah efendim, sürç-i lisan ettikse affola efendim… İnşallah, eski TCK 312’nci, yeni TKC 216’ncı maddeleri ihlal etmiş olmam; güvenlikle ilgili bazı dilek ve temennilerimi arz etmek istiyorum:
(1) Hırsızlığa, kapkaççılığa, soygunculuğa, yol kesiciliğe o kadar ağır cezalar getirilmeli ki, en profesyonel ve mârifetli hırsızlar bile “meslekten” el çekmeli; “hırsızlık yapmaktansa ölmeyi tercih ederim” demelidir.
(2) Zavallı ve güçsüz bir kadıncağız çantasında bir servet olduğu halde tek başına ülkenin bir ucundan öbür ucuna öyle bir güvenlik içinde seyahat edebilmelidir ki, hiçbir şerir ona yan gözle bile bakamamalıdır.
(3) Evlerin kapılarını kilitlemeye lüzum görülmemelidir.
(4) Kaybolan eşyaların, çantaların, düşürülen cüzdanların sahiplerine geri dönme ihtimali binde 999 olmalıdır.
(5) Manken veya film yıldızı olmak için evinden kaçan 14 yaşındaki salak kız 15 gün sonra evine bâkire olarak dönebilmelidir.
(6) Eskiden olduğu gibi
kurulmalı; küçük anlaşmazlıklar, ufak nizalar polise ve mahkemeye başvurulmadan halkın ileri gelenleri tarafından, tarafların rızası ve hoşnutluğuyla halledilmelidir.
(7) Mahkemeler işsiz, hapishaneler ıssız kalmalıdır.
(8) Birleşmiş MilletlerTeşkilatı’nın her yıl yaptırdığı doğruluk ve temizlik anketi listesinde Türkiye birinci olmalıdır.
(9) Halkımıza, haram yemektense ölmenin yeğ olduğu ilkesi, inancı, düşüncesi ve ahlâkı aşılanmalıdır.
(10) Milli eğitim sistemimiz güçlü ve yüksek bilgi ve kültürün yanında köklü bir ahlâk ve karakter terbiyesi aşılamalı; bu sayede ceza kanununun uygulanmasına lüzum kalmamalıdır.
Bu isteklerim ve temennilerim nasıl gerçekleşebilir? Bu konuda çok açık konuşamam. Öküz altında buzağı arayan zihniyet yakama yapışır ve beni
istemekle suçlayabilir.
Çok büyük bir geminin yolcularıyız, tarih denizinde bir semt-i mechule doğru yol alıyoruz… Geminin düzeni çok bozuk, gemi iyi idare edilmiyor, gemi su alıyor. Gemi o kadar büyük ki, su aldığının farkında değiliz. Gemide herkes kendi havasında… Sağcı sağcılık yapıyor, solcu solculuk. Geminin sofuları, camisinde namaz kılarken, geminin masonları, locasında âyin yapıyor. Geminin güvenliği bozuk, makineleri yıpranmış, gereken tâmirat ve bakım yapılmıyor. Gemi idaresi çok borçlanmış. Alacaklılar gemiye haciz koymuşlar. Gemi yalpalıyor. Gemi dinamitlenmiş, çatlaklar meydana gelmiş, oralardan su sızıyor… Bu geminin hali ne olacak.
O kadar güçlü, o kadar sağlam bir gemiydi ki denize indirildikten sonra kafirin biri “Bu gemiyi Allah bile batıramaz” demişti. Sen misin böyle söyleyen, gemi ilk seferinde battı. Yeterli tahlisiye (kurtarma) sandalı olmadığı için binden fazla insan boğuldu.
Gemi denizde yüzen bir buz dağına çarptı; bir rivayete göre 70, başka bir rivayete göre 90 metre uzunluğunda bir yarık açıldı. Gemiyi inşa eden mühendis oradaydı, hesap yaptı, bu gemi batar dedi. Lakin meret o kadar büyüktü ki, batması saatler sürdü. Buzdağına çarpınca büyük bir sarsıntı olmamıştı. Yolcular facianın farkında değildi.
Gemi batmaya başlamıştı ama:
• Kumar salonunda kumarbazlar oyun oynamaya devam ettiler…
• Dans salonunda orkestra neşeli parçalar çalıyor ve birbirlerine sarılmış çiftler zevk ve şehvet içinde dans ediyorlardı.
• Şatafatlı bir sarayı andıran lüks yemek salonunda nefis yemekler nadide şaraplarla midelere indiriliyordu. Nihayet gemi yana yattı, yolcuların boşaltılmasına düzensiz bir şekilde başlandı.
En son orkestra “Tanrım bizi koru ve kurtar” ilahisini çalmaya başladı. Titanic, ne kadar büyük olursa olsun, deryada yüzen bir gemiydi, o böyle battı.
Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Boğazı’nda bir mayına çarpan dev Bouvet zırhlısı 59 saniyede denizin dibini boylamıştı. Ülkeler, gemiler gibi batmaz… Biz Türkler tarihte çok devletler batırmışızdır. Bunlardan biri Altın Ordu devletidir. Çoğumuz bu devletin hangi coğrafyada kaç sene hükümran olduğunu bilmez, batmış gitmiştir. Bugünkü Türkiye’miz, Edirne ile Kars, Sinop ile İskenderun arasında bir vatan parçasıdır. 1912’ye kadar devletimizin batı hudutları Adriyatik Denizi’ne ulaşıyordu. 1918’e kadar Suriye, Lübnan, Filistin, Irak, Kuveyt, Arabistan, Yemen bizim idaremizdeydi. Hepsini yitirdik. Osmanlı gitti de ne oldu? Filistin’e bakalım, Irak’a bakalım… Biz bu kafada gidersek, gemimizin âkıbeti parlak olmaz. 28 Aralık 2005